İsrail Gazze’de kadın, çocuk ve yaşlı demeden Filistinlileri katlederek savaş suçu işliyor. Yıldız Holding Yönetim Kurulu Üyesi, Pladis ve GODIVA Yönetim Kurulu Başkanı Murat Ülker, kişisel internet sitesinden yayımladığı yazısında, Diyanet İşleri eski Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez'in “İslam’da Savaş Hukuku ve Savaş Ahlakı” adlı videosundan yola çıkarak, savaş ortamında yaşananları, dini perspektifini değerlendirmeye yarayan bilgilerin olduğunu söyleyerek düşüncelerini aktardı. Ayrıca Görmez, Peygamber Efendimizin Mekke'nin fethinde sahabelere verdiği üç derse dikkati çekti.
Yıldız Holding Yönetim Kurulu Üyesi, Pladis ve GODIVA Yönetim Kurulu Başkanı Murat Ülker, son olarak yayımladığı yazısında ‘İslam’da savaş hukuku ve savaş ahlakına’ değindi.
Diyanet İşleri eski başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez'in İslam Düşünce Enstitüsü’nün Youtube kanalında “İslam’da Savaş Hukuku ve Savaş Ahlakı” isimli bir videosunu ve videoda savaş ortamında yaşananları, dini perspektifini ve işin insani yönünü daha sağlıklı değerlendirmemize yarayacak bilgilerin olduğunu belirten Ülker, okurlarıyla düşüncelerini paylaştı.
Peygamber Efendimizin uygulamalarını ve hadislerini de aktaran Görmez, Mekke'nin fethinde Peygamberimizin sahabelere verdiği üç derse dikkati çekti.
Müslümanız biz. Ama bir barış, huzur, rahmet dini olan İslam, bizim yanlış anlayış ve davranışlarımızdan uzaktır, müstesnadır. Şimdi 20. asrın sonundan bugüne kadar çevremizde gerçekleşen bir çok savaşa dini açıdan bakacak olursak, biz Müslümanlar olarak nasıl davranmalıydık, ne yapmalıydık sorusu hep aklımdaydı. Geçen Diyanet İşleri eski başkanı Prof.Dr. Mehmet Görmez hocamız İslam Düşünce Enstitüsü’nün Youtube kanalında “İslam’da Savaş Hukuku ve Savaş Ahlakı” isimli bir vidyo yayınladı. Bu vidyoda savaş ortamında yaşananları, dini perspektiften değerlendirmiş ve işin insani yönünü daha sağlıklı değerlendirmemize yarayacak bilgiler içeriyor. Bu nedenle konuşmayı sizinle paylaşmak ve düşüncelerimi de beraberinde aktarmak istedim. Ayrıca yazının sonuna da hocanın konuşmasındaki kişileri ve olayları daha derinliğine öğrenmek isteyenler için kaynakça ekledim.
İnsanlık tarihi nice vahşi savaşlara, nice barbar katliamlara şahit oldu bugüne kadar ve bütün bunlar çağdaş dünyanın gözü önünde olup bitiyor. Bu sebeple İslam medeniyetimizin bu konuda neler içerdiğini merak ettim. İslam’da insanlığa hiçbir kültürde hiçbir medeniyette görülmeyen bir savaş hukuku ve savaş ahlakı yazılmıştır.
İslam’da “cihat” gayret, mücadele demektir. Ama önce kişinin kendi kendisiyle mücadelesidir iyiye, güzele, doğruya ulaşmak için! Tabi sonra kendi için iyi olanı, imanı diğerlerine taşımak, tavsiye (tebliğ) etmek. Ama bunu barışla, en güzel şekilde yapmak, rahmeti (merhamet) yaymak.
Anadolu İrfanı deriz biz, Halk Ozanları mesela Yunus buna çok güzel bir örnektir. İnsanımızı bu koca evliyalar eğitmiştir. Bunlardan benim hoşuma giden, nükteli bir halk hikayesi var: bir gün, bir gazvede Hz. Ali yere serdiği bir inançsızın (kafir) göğsüne oturur ve kılıcını kaldırır; “iman et bre kafir” der. Aldığı cevap; “etmiyorum, sanane” olur. Beklentinizin aksine Hz. Ali; “öyle ya banane der” ve kalkar gider.
İşte İslami davranış budur! Müslümanlar tebliğ eder, diğer insanları kendilerini kurtaran imana davet ederler; ama zor kullanmadan, bir merhamet örneği olarak…
Bu inanç teklifi yani kardeşlik kabul olmazsa, bu sefer güven ve barış teklif ederler, anlaşmak isterler. Tarihte Hz. Peygamberin kendi aleyhine yaptığı Hudeybiye anlaşmasına bile sadık kalması çok özel bir örnektir.
Ayrıca Muhammed (s.a.v.) Hamidullah hocamızın “Peygamberimizin Savaşları” adlı kitabında anlattığı gibi, Hz. Peygamberin başında olduğu 20 yıl içinde Medine Şehir Devleti bugünkü Kıta Avrupası’ndan daha büyük topraklar fethetmiş, büyümüş, bölgede refah ve barış tesis etmiştir ki bu bir mucizedir. Tüm bu savaşlarda Müslümanlardan bin, karşı taraftan ise sadece beşyüz kişi hayatını kaybetmiştir. İşte niye O’na “Rahmet Peygamberi” dediğimizin bir sebebi!
İşte biz tüm bu tarihi, hukuki mirasa Kitabus Siyer diyoruz. Siyer iki anlamdadır: İlki, hazreti Peygamberin hayatını konu eder. İkincisi ise biyografi değil, bilakis uluslararası ilişkiler anlamındadır. Bu literatürde bilhassa savaş hukuku ve savaş ahlakı bütün yönleriyle ele alınmıştır. Mezhep imamımız Ebu Hanife’nin birinci talebesi İmam Muhammed’in de bu konuda yazdıkları var. Kitabus siyer (1), Siyerüs Sagir (2), SiyerilKebir (3) sonra, Serahsi (4) onları şerh etmiştir. Osmanlıcaya Sultan Mahmut döneminde çevrilmiştir. Bu eserler, Batı aleminde uluslararası ilişkiler veya devletler hukukunun kurucusu olarak kabul edilen, Hugo Grotius (5), Savaş ve Barış hukuku adlı eserinin de en önemli kaynaklarından olduğu anlaşılıyor. Ayrıca ilk asırlarda Kitâbüs Siyer dışında Kitabı Cihatlar yazıldı. Bu literatürde savaş hukukuna ve savaş ahlakına genişçe yer verildi.
Bu literatürün muhtevasında neler var? Öncelikle savaşlarda dokunulmazlığı olan insanlar kimlerdir? Burada görüyoruz. Sivil, asker ayrımını nasıl yapmalıyız? Savaş halinde olmayan sivillere nasıl muamele edilir? Hedef gözetmeksizin rastgele saldırılar düzenlenebilir mi düşman üzerine? Beyat, yani gece baskınları yapmak mümkün müdür? Hükmü nedir? Çocuk ve kadınlar başta olmak üzere siviller canlı kalkan olarak kullanılabilir mi veya canlı kalkan olarak kullanıldığında Müslümanlar nasıl hareket edecek? Eman dileyenlere nasıl muamele edilir? Düşmanların malı mülkü yağmalanabilir mi? Savaşta hayvan hukukuna nasıl riayet edilecek? Tabiatın hakkına, şehirlerin hukukuna nasıl riayet edilir? Askeri bilgiler elde etmek için bile olsa, işkence yapılabilir mi? Harp esirlerinin hükümleri nelerdir? Yaralıları tedavi ettirmek gerekli midir? Düşman ölülerinin, savaş gazi ve şehitlerimizin hukuku başlığı altında önemli ilkeler var. Bu ve benzeri sorular etrafında gerçekten merhamet yüklü bir adaleti tesis edecek, yüksek ahlaki prensipleri hayata geçirecek, İslam medeniyetinin yüz akı evrensel ilke ve prensipleri, 1300 yıl önce İslam’ın ilk asırlarında bu literatürde tartışıldığını ve her birinin karara bağlandığını görüyoruz. Bunlar gerçekten Cenevre Sözleşmesi’ndeki yüksek insani ilkeleri içeriyor.
Tüm bu literatür temellerini Kur’an-ı Kerim’de görüyoruz. Müslümanlar peygamberliğin ilk yıllarında uzun süre savaşmaktan men edildiler; Mekke’de ambargo ve dışlanma, aşağılanmaya maruz kaldıklarında dahi! Ancak Medine şehrine göç (hicret) ettikten sonra yoğun saldırılara maruz kalınca Allah onlara savunma savaşı iznini verdi. “Saldırıya uğrayanlara zulme maruz kaldıkları için savaşmak izni verildi” diye başlar ayet (6). Fakat savaş izni ayetlerinde hep şöyle bir ifade geçer: “Ancak sizinle savaşanlarla savaşın ama savaşın sınırlarını aşmayın, Allah Savaş hukukunun sınırlarını aşanları sevmez.”(7)
Kuran’ın işaret ettiği bu sınırları her konuda olduğu gibi, Hz. Peygamber (s.a.v.) hem kendi hayatında hem sözleriyle hem yaşantısıyla uygulamalarıyla ortaya koydu.
Savaşta dokunulmaz olanlar kimlerdir?
Allah Resulü her ne zaman ordudan bir devriyeyi göreve gönderirken onlara şöyle demiştir: Allah’ın adıyla gidin, Allah Resulünün adıyla hareket edin, ancak hiçbir piri fani ihtiyara dokunmayın, öldürmeyin. Hiçbir çocuğu öldürmeyin. Hiçbir kadına el sürmeyin, öldürmeyin. Aşırı gitmeyin. Islah edici olun. İhsanda bulunun.
İşte O’nun inananları savaşa gönderirken yaptığı konuşmalar bunlardı. Hz. Peygamber kendi döneminde yaptığı, bizzat katıldığı savaşlar var: Bedir’de, Uhud’da, Hendek’te, Hayber’de, Tebük’te, Mute’de diğer bütün savaşlarda, nihayet Mekke’nin fethinde, gerçekten bütün insanlığa örnek teşkil edecek ilkeler, prensipler bıraktı.
O’nun bazen bu konularda uyarıldığına şahit oluyoruz, mesela: Uhud Savaşı’nda amcası Hz. Hamza’nın bütün organlarının kesilip, paramparça edildiğini biliyoruz. Amcasını bu haliyle görüp ona gözyaşları içerisinde dilinden şöyle bir cümle dökülür: ”Allah’a and olsun ki biz de onlardan en az 70 kişiyi bu şekilde cezalandıracağız.” Fakat hazreti Cebrail adeta ikaz mahiyetinde, Nahl suresinin şu ayetini getirir: “Cezalandıracağınız zaman size yapılanın aynıyla mukabele edin.” (8) Ve arkasından şu ifade yer alır: “Fakat sabrederseniz bu sizler için daha hayırlıdır.” Böylece Allah, Hz. Peygamber üzerinden savaşta sadece kin, öfke ve intikamla hareket edip aşırı gitmeyi yasakladığını ifade buyurmuş.
Dört Halife döneminde (9) ise, Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer dönemlerinden bugüne gelmiş, savaş komutanlarına gönderdikleri muhteşem mektuplar var. Aynı şekilde orduları gönderirken yaptıkları konuşmalar var. Hz. Ebubekir, Resulullah’ın vefatından hemen sonra Usame Bin Zeyd’i Şam’a yolcu ederken, Allah resulünün o savaş hukuku ile ilgili ilkelerini yine aynı şekilde tek tek sıralar: “Ey insanlar! İhanet etmeyin, aşırı gitmeyin, Masum insanları mağdur etmeyin. İşkence yapmayın, küçük bir çocuğu, herhangi bir çocuğu öldürmeyin. Yaşlılara dokunmayın. Kadınlara dokunmayın, öldürmeyin, hurma ağaçlarını devirmeyin, yakmayın. Meyveli hiçbir ağacı kesmeyin, herhangi bir koyunu, bir ineği, bir deveyi kesmeyin, sadece yiyeceğiniz kadar kesebilirsiniz.” Sonra arkasından şu cümle: “Siz, bazı insanlar göreceksiniz. Onlar kendilerini manastırlarda ibadete adamışlardır, onları yaptıklarıyla baş başa bırakın, onlara da dokunmayın.”
Hz. Ebubekir döneminde Ukbe Bin Amir bir Hristiyan kasabayı fethetmiştir. Başlarında zalim bir patrik vardır. Patriğin kafasını keserek Medine’ye gönderir. Allah Resulünün halifesi Sıddık-ı Ekber buna çok öfkelenir ve şöyle der: “Siz azıtmışsınız, siz Allah Resulünün sünnetlerini bırakıp Bizanslıların, Farisilerin kötü sünnetlerine mi uymaya başladınız? Bana kelle taşımayın. Bana haber gönderin, bana mektup yazın.” der ve arkasından Allah Resulünün muhteşem bir hadisini hatırlatır: Siz bilmiyor musunuz, Peygamberimiz şehirleri yağmalamayı yasakladı. İşkence yapmayı yasakladı. Sonra kıyamet gününde insanların arasından en şiddetli azaba uğrayacak üç sınıf insan sayar: Birisi peygamber öldüren yani peygamber katilleri, diğeri insanlığı dalalete sürükleyen bir idareci, sonuncusu da işkence yapandır.
Hz. Ömer döneminde büyük fetihler gerçekleştiği için, yani Mısır’dan İran’a, Azerbaycan’a kadar bütün İslam fetihleri Hz. Ömer döneminde gerçekleştiği için, bilhassa savaş hukuku ve savaş ahlakının neredeyse bütün ilkeleri, prensipleri burada evrensel olarak adeta teminat altına alınmıştır.
Hz. Ömer de, Ebu Ubeyde Bin Cerrah’ı Şam’a gönderirken aynı şekilde şu hutbeyi irad etmiştir: ”Bismillah, Allah’ın adı ve yardımıyla gidin. Allah’tan zafer dileyerek gidin. Sabırdan ve Hak’tan ayrılmayın. Allah yolunda savaşın, ama savaş hukukunun sınırlarını aşmayın. Allah sınırları aşanları sevmez. Sonra, düşmanla karşılaştığınızda korkuya kapılmayın. Gücü elde ettiğinizde sakın insanlara işkence yapmayın. Galip geldiğinizde aşırı gitmeyin. Yaşlıları öldürmeyin. Kadınları öldürmeyin. Yeni doğmuş çocukları öldürmeyin.” Sonra bilhassa şunu ekler: “Savaşın o kızıştığı anlarda dahi bunları unutmayın. Ganimete dalmayın. Cihadı dünya menfaatiyle kirletmeyin. Allah ile yapacağınız alışverişteki kar ile yetinin. Bu da çok büyük bir fazl-u kerimidir Allah’ın (10).”
Hz. Ömer döneminde İran’da bir Müslüman asker bir düşman askerine veya komutanına, eman diledikten yani “korkma tamam” dedikten sonra, o da kılıcını indirdikten sonra, öldürür. Bu haber Hz. Ömer’e ulaşınca bir ültimatom gönderir komutanına. “Her kim, eman diledikten sonra bir insana dokunursa onun cezasını bizzat ben kendim veririm” der.
Bilhassa, tarih ilerledikten, savaşın şekli değiştikten sonra, savaş aletlerindeki büyük gelişmeler Müslüman hukukçuları (12), bazı tartışmalara sevk etmiştir. O gün henüz kimyasal silahlar, nükleer bombalar, fosfor bombaları, kitle imha silahları yok, Atom bombası yoktu. Ama ilk defa mancınık veya ucunda zehir veya Rum Ateşi bulunan okları attıklarında yahut düşmanların çocukları ve kadınları bir kalkan olarak kullandıklarında savaş hukuku ve ahlakının ilkelerini yeniden kaleme aldılar. Yeni durumlar yeni tartışmaları beraberinde getirdi. Mesela mancınıkla rastgele şehrin ortasında kimlerin ölebileceğini bilmeden bu silahları kullanmak doğru olur mu? Yahut ucunda ateş olan okları göndererek şehirlerin yakılmasına sebep olmak mümkün olur mu?
Cevap: Savaşın zorunlulukları ile İslam Ümmetinin bekası ile savaşın hukuku ve ahlakı arasındaki dengeyi korumak için yine çok önemli ilkeler ve esaslar ortaya koydular. Mesela: “Mancınıklarla surlar vurulsun ama şehirler tahrip edilmesin. Yakmak kesinlikle caiz değildir” denildi. Zaten kalkan olarak çocukları ve kadınları kullanmak caiz olmadığı gibi, kullandıklarında da Müslümanların saldırıya ara vermek zorunda kalacakları ve kadınları ve çocukları öldürmekten imtina edecekleri açıkça ifade edildi.
Bu ikinci dönemde yani özellikle sahabe ve tabiun döneminden sonra fakihlerin savaş hukuku ve savaş ahlakına dair kaleme aldıklarını şöyle sıralayabiliriz:
Öncelikle savaşta 5 sınıf insan dokunulmazdır: Kadınlar, çocuklar, ihtiyarlar, kendilerini ibadete adayan rahipler ve savaşmayan siviller. Hukukçular, İslam’ın diğer kaynaklarından hareketle bunlara hastalar, engelliler ayağa kalkamayanlar, akıl hastaları, çiftçiler, tüccarlar, zanaatkarlar ve çobanları ilave ettiler. Hedef gözetmeksizin saldırı yapılamayacağı bütün kitaplarda yerini almış.
Şehirleri tahrip etmek, mesela, savaşta bir şehrin suyunu kesmek, gıdalarını tahrip etmek, zehirlemek, hayvanların yemlerini yok etmek caiz görülmemiş. Sadece askeri zorunluluklar sebebiyle caiz olduğu ifade edilmiştir.
İşkence: Resulullah’ın ilk ifadelerinden gerçekten son bizim Çanakkale savaşlarımıza kadar, şimdi hala Müslümanların yürüttüğü pek çok savaşa kadar, en çok üzerine durulan husus işkence yapmanın caiz olmadığı yönündedir. Resuli Ekrem’in açık talimatı vardır. Ve en büyük haramlardan biri olarak kabul edilmiştir. İmam Malik askeri bilgi almak için bile olsa: “Kimseye işkence yapılamaz.” demiştir. Eman dileme meselesi çok genişçe yer verilmiş: sözlü olarak, yazılı olarak, bir elçi göndererek, birisi bir beyaz bayrak çekerek, eğer eman dilemiş ise, dokunulmazdır.
Hatta Allah Resulü şöyle buyurmuştur: “Birisine kanına, canına dokunmayacağına dair eman vermişse, sonra da öldürmüşse, öldürülen adam kâfir bile olsa, ben bundan çok uzağım” der.
Yine kitaplarda dikkat çeken önemli iki başlık var: Himayetul Ayan, Himayetul Hayvan yani düşman mallarını, hayvanlarını korumak. Düşmanların mallarını tahrip etmek caiz değildir. Aynı şekilde meyve ağaçları kesilemez, binalar yıkılamaz, şehirler harabeye çevrilemez. İmam Şafii meşhur el-Üm adlı kitabında: “Can taşıyanlar acı hissederler. Canlılara yönelik her eziyet hayvana işkenceye girer ve bu haramdır” der. Aynı şekilde Hanbeli ulemasından İbn-i Kudame, “Can taşıyan hayvana eziyet yeryüzünü ifsada girer, savaşa girmez. Savaş esnasında düşmanı taşıyan atı hedef almak bile caiz değildir” der. Mezarı Beyrut’ta olan bir ilk imamlardan İmam Evzai: “Darül Harpte (düşman ülkesi) şehirlerini tahrip etmek caiz değildir, helal değildir. Çünkü bu fesat fil arzdır.“ (yani yeryüzünde karışıklık çıkarmak, kötülük yapmak)
İslam hukukçuları savaş ile yeryüzünü ifsat etmeyi (kötülük çıkarmak, bozgunculuk çıkarmak) birbirinden ayırmışlar. Bugün çevremizde gördüğümüz şey savaş değil, insanlığa karşı işlenen suçlar yani yeryüzünü ifsattır.
Şimdi günümüzde olanları değerlendirmek gerekirse, yine alimlerin İslam’ın bakış açısını açıklamaları gereken bir çok husus vardır: Hava savaşının prensipleri, nükleer savaş, uzun ve kısa menzilli füzeler ve top atışları, biyolojik ve kimyasal savaş, yalan ve dezenformasyon, internet korsanları, insan kaçırmak gibi.
Robot savaşçı askerler: https://www.cumhuriyet.com.tr/haber/kargu-2-bm-raporuna-giren-ilk-otonom-siha-hakkinda-neler-biliniyor-1846944
Harp esirlerine nasıl muamele edileceği meselesi Kuran’da yer almış. Müslümanlar, savaş esirlerine yediğimizden yedirmekle, giydiğimiz giydirmekle, içtiğimiz içirmekle emrolunmuştur.
Yaralılar mutlaka tedavi edilmelidir. Hatta, bu kaynaklarda, Kitabus Siyerlerde savaşlardan sonra düşmanın ölülerine nasıl muamele edileceğine dair muhteşem ilkeler ve esaslar konulmuştur. Düşman ölüleri sahiplerine verilir. Eğer düşman almamışsa, onları defnetmek Müslümanların görevidir. Endülüslü Alim İbn Hazm (14) aynen şöyle der: “Eğer Düşmanlar gelip almazlarsa ölülerini, düşman askerlerinin ölülerini defnetmek Müslümanların boynunun borcudur. Peki yapmazlarsa? Eğer bunda gevşeklik davranır ve bir şekilde rastgele bir yere atmaya kalkışırsa, bu işkenceye girer, ölünün bedenine işkence de haramdır.”
Savaştan sonra barışı sağlamak için ayrıca bir hukuk var: Peygamberimizin hadislerinde: Savaş bittiğinde masum insanlar mağdur edilmeyecek, esirleri öldürmek yok. Hatta birisi kaçmışsa peşine düşmek yok. Kötü muamele yok. Herkese karşı insani muamele esastır.
Burada Peygamberimizin (sav) Mekke’nin fethine giderken ortaya koyduğu savaş hukuku ve savaş ahlakına dair sahabeye ve sahabe üzerinden bize verdiği üç ders vardır. Medine’den çıkarken, ordu Mekke’ye doğru harekete başladığında, sancak Saad Bin Ubade’in elindedir. Saad Bin Ubade devesinin üzerinde yükselerek şöyle bir konuşma yapar “ Bugün eti kemikten ayıran zorlu savaş günüdür! Bugün Allah’ın kan dökmeyi helal kıldığı gündür bize. Bugün Allah’ın Kureyş’i zelil kılacağı gündür.” Müslümanlar Mekkelilerden çok çekti, hem orada ambargo edildiler, hem göçe zorlandılar, hem de Medine’ye hücum ederek onları ortadan kaldırmak için savaşlar düzenlediler.
Birinci Ders
Fakat Mekke’nin fethinde Allah Resulü, Müslümanların kin öfke ve intikam ifadelerinden rahatsız oldu. Sancağı Hz. Ali’ye verdi ve sonra şöyle bir konuşma yaptı: “Bugün merhamet günüdür. Bugün Allah’ın kan dökmeyi haram kıldığı gündür. Bugün Allah’ın Kureyş’i aziz kılacağı gündür.“
İkinci Ders
Sonra yola koyuldular. Fakat yolda, bir çalının dibinde üç tane yavrulamış olan bir köpek gördü Allah Resulü. Eliyle orduyu durdurdu, devesinden indi, köpeğe ve yavrularına merhametle baktı ve sonra sahabeden Şuayb bin Suraka’yı yanına çağırdı. “Sen burada, bu yavruların üzerinde nöbet bekleyeceksin” dedi. Ordu bu hayvancıklara zarar vermesin ve böylece aslında sahabeye, hayvanlara merhamet üzerinden Mekke’yi fethe giden sahabeye, ikinci bir ders veriyordu.
Üçüncü Ders
Nihayet Mekke’ye girerken Hz. Peygamber: “Ebu Süfyan ki: düşmanın başı, onun evine giren oraya sığınan, güvendedir. Kapısının üzerine kapatıp evine kapanan güvendedir. Her kim, Mescid-i Haram’a sığınırsa, o da güvendedir” dedi. Ve sonra herkesi Kâbe’de topladı, önce onlara sordu: “Size ne yapacağımı zannediyorsunuz? Bugün size Yusuf’un kardeşlerine söylediğini söylüyorum. Bugün size hiç bir kınama bile yoktur” dedi.