Son yirmi yıldır medeniyet kelimesini, müellifin de işaret ettiği gibi belki de en çok Samuel Huntington’ın “Medeniyetler Çatışması” tezi bağlamında duyduk. Aslında Huntington’ın medeniyet kelimesinden ziyade siyasi bir gündemle çatışma üzerine odaklanan bu tezinde çok da dikkat çekmeyen önemli bir tespit bulunuyordu. Medeniyetlerin 21. yüzyılda da insanların aidiyetlerini belirleyen ve bu çerçevede uluslararası ilişkileri şekillendiren ana kavramlardan birisi olmayı sürdüreceği, ulus devlet sisteminin hâkim olduğu bir çağda medeniyet gibi ulus devlet sınırlarını aşan bir kavramın yaşamaya devam edeceğini dile getiriliyordu.
Bu çatışma odaklı formülasyonun karşısında konumlandırılabilecek bir başka teşebbüs de 2005 yılından hatırladığımız Medeniyetler İttifakı Girişimi oldu. Girişimin temeli, adından da anlaşılabileceği üzere medeniyetlerin ittifak edebileceği, bir arada yaşayabileceği ve farklılıklarına rağmen ortak olarak iyi şeyler için çalışabileceği fikriydi. Medeniyetler İttifakı Girişimi çatışma paradigmasının derinleşmesini önleyici bir misyon üstlendi.
Hemen bu iki örnekten de anlaşıldığı gibi, medeniyet hâlâ, 21. yüzyılda da kendisine müracaat ettiğimiz büyük ve merkezî bir kavram. İbrahim Kalın, bu kavrama hasrettiği ve Barbar, Modern, Medenî: Medeniyet Üzerine Notlar ismini verdiği yeni çalışmasında kavramın inşasının önemi üzerinde duruyor.
Kalın, kitabın başlığını izah ederken barbar, modern, medeni kelimeleriyle, içinde bulunduğumuz durumu tasvir etmeye çalıştığını ifade ediyor. Yani bu üçlü bugün aynı anda tecrübe ettiğimiz şeyler. Müellifin tarifiyle, istediğini zorla ve rasyonel-ahlaki olmayan yöntemlerle elde etme çabası olarak barbarlık, geleneğin yerine seküler-ilerlemeci bir varlık tasavvurunun inşa edilmesi anlamında modernlik, bir şeyi akla ve erdeme dayalı olarak yapmayı ifade eden medenilik eş zamanlı olarak yaşanmaya devam ediyor. Bu üç hâlin aynı anda nasıl yaşandığına dair örnekleri kitabın muhtelif bölümlerinde görebiliyoruz.
Son Söz’de yer alan Cioran’ın dramatik ve keskin bir dille aktardığı hikâye de “Uygarlık adı verilegelen şeyin içinde, insanın çok geç... farkına vardığı ve şeytansı olan bir ilkenin hüküm sürdüğü inkâr edilemez” diyerek yaptığı tespit de üç kavramın bir aradalığına, medeniyet adına işlenen cinayetlere temas ediyor:
“Hindistan’ın ücra bir vilayetinde her şey rüyalarla açıklanır, hastalar bile rüya tabirlerinden hareketle tedavi edilirmiş. Rüyalar olmadan gündelik hayatı tahayyül etmek bile mümkün değilmiş. Ta ki İngilizler gelene kadar. Bu durumun farkında olan ahaliden biri, İngilizler geldiğinden beri artık rüya göremediklerini söyler. Rüyaların kaybolmasıyla birlikte topluluğun psikolojik ve sosyal düzeni de bozulmuştur. Rüya göremeyen bu topluluk, kendi olma vasfını yitirmeye başlamıştır. Onlar artık ne moderndir ne de ileri.”
Avrupalıların “medenileştirme misyonu” ile gittiği toplumlardan sadece maddi zenginlikleri almakla kalmadığını aynı zamanda onların ruhlarını, hayallerini, düşüncelerini de esir aldığını anlatan bu hikâye, Batılı sömürgeci zihniyetin, barbarlıklarını ve bunları medeniyet adına yaptığını gösteren örneklerden biri.
Son üç asırdır Avrupa sömürgeciliğini meşrulaştırmak için kullanılan medeniyet kavramının bu istismardan ve hegemonik çağrışımlarından kurtarılmayı hak ettiğini düşünen Kalın’ın, kavramı farklı açılardan ele aldığı bu çalışmasında tarihî ve kavramsal olmak üzere iki ana düzlem dikkat çekiyor. Öncelikle kelimenin tarihî, siyasi ve toplumsal anlamları üzerinde duran yazar, ikinci olarak bir medeniyet tanımı yaparak bu tanımın dayandığı felsefî çerçeveyi temellendirmeyi hedefliyor. İkinci ana bölümde medeniyet tasavvurunun üç önemli sacayağını, varlık, bilgi, estetik konularını işleniyor. İslam dünyasının “medeniyet”ten bahseden ilk düşünürlerinden Farabî’nin “erdemli şehir” modeli ve İbn Haldun’un “umran” teorisine de yer veriliyor.
Bu kitap, “bir medeniyetin ancak muayyen bir dünya görüşü, varlık tasavvuru, bilgi anlayışı ve estetik duyuş ile mümkün olabileceği” tezini temellendirmeye çalışıyor. Her alanda bütüncül ve tutarlı bir tasavvura sahip olmanın akıl ve erdeme dayalı, insancıl ve sürdürülebilir bir medeniyetin vazgeçilmez şartı olduğuna işaret ediyor. Bunun için de varlık dairesinin farklı mertebeleri arasında doğru ve otantik ilişkiler kurmanın ve her şeyi yerli yerine koymanın gerekliliğini ortaya koyuyor: Varlıkla ilişkimizi yeniden tanımlamamız, bilgi tasavvurumuzu yeniden inşa etmemiz ve güzellik ilmini yeniden keşfetmemiz gerekiyor. Bu formülasyonda medeniliğin teknik imkânlarla, zenginlik veya büyük şehirler kurmakla ilgisi olmadığını görüyoruz. Bilakis medenilik varlık, insan, eşya karşısında bir duruşu ifade eden tutumları kapsayan bir bütün, bir değerler manzumesi olarak karşımıza çıkıyor. Kitabın bir amacının da bir medeniyet muhasebesi yapmak olduğunu söyleyen Kalın, okuyucuyu alternatif medeniyet arayışları üzerine düşünmeye de davet ediyor: “Varlık tasavvurumuzda ve dünya görüşümüzden köklü bir değişime gitmeden cari medeniyet anlayışının sorunlarını aşmamız mümkün değildir. Palyatif, parçalı ve yüzeysel çözümler sorunu çözmez sadece erteler.”
Batı medeniyeti adına söyleyecek sözün tükendiğini, İslam dünyasının ise söyleyeceği sözü aradığını ifade eden Kalın, “Kendi medeniyet, hayat, tefekkür ve estetik değerlerine sahip olmayan bir İslam dünyasının ne kendi sorunlarına sahih çözümler üretebilmesi ne de insanlığa bir katkı sunması mümkündür” diyor.