Mahmut Yesari (1895-1945), karikatürist olarak girdiği yayın dünyasında tiyatro, roman, hikâye türlerinde çok sayıda esere imza atmış, velut bir sanatçıydı. Kişiliğinin yanı sıra kalemiyle geçinmek zorunda oluşu ve derbeder hayatı da yazdıklarının popüler edebiyat sayılarak az çok küçümsenmesine ve gölgede kalmasına yol açmış olsa gerek. Kırka yakın tiyatro eseri neredeyse unutulmuş olan Mahmut Yesari’nin bazı romanları yeniden yayımlandı. Hikâyelerinden çok azı kitaplaştı. Gazete ve dergi sayfalarında kalmış hikâyeleri, derlenip gün yüzüne çıkarılmayı bekliyor.
Mahmut Yesari’nin hatıralarını derleyen iki kitap yayımlandı. Birincisi Bâbıâli’den Son Selâm / Mahmut Yesari’den Hatıralar (Dün Bugün Yarın Yayınları, Şubat 2018). İbrahim Özen, Takdim ve Metinlerin Tespitiyle İlgili Birkaç Söz’ün ardından yazıları şu başlıklar altında sıralamış: Tiyatro Hatıraları, Tiyatrocuların Sahne ve Kulis Maceraları, Tiyatro Oyuncuları ve Muharrirleri, Matbuat Hatıraları, Memurluk Hatıraları, Askerlik Hatıraları, Hayatından Sahneler ve Tanıdıklarıyla İlgili Hatıralar. Çok sayıda fotoğrafla, resim ve çizimle zenginleştirilmiş olan kitabın sonuna eklenen Kronolojik Bibliyografya, Fotoğraf Kaynakları ve Dizin, esere sevimlilik ve ciddiyet katmış, ondan istifade etmeyi kolaylaştırmış. 344 sayfalık kitabı zevkle okudum.
Kitabın dikkatimi çeken bazı kusurları oldu. Önce adına takıldım: “Bâbıâli’den Son Selâm” bana isabetli görünmedi. Önceleri Osmanlı hükûmetini temsil eden Bâb-ı Âlî (yüksek kapı), yirminci yüzyıl boyunca Türk basınına da alem olmuştur. Yusuf Ziya Ortaç’ın Portreler (1960) ve Cağaloğlu yokuşunu kasdederek Bizim Yokuş (1966) adını verdiği kitapları, Necip Fazıl Kısakürek’in basın yayın hatıralarını anlattığı Bâbıâli (1975), Orhan Koloğlu’nun Bir Zamanlar Bâb-ı Âli (1998) araştırması, Azize Bergin’in Babıâli’de Topuk Tıkırtıları (2004) adıyla yayımladığı anılarının hepsi de Mahmut Yesari’nin yazdıklarından sonra ortaya konmuş çalışmalardır. Dolayısıyla “son selâm” ifadesini 1934-1945 aralığında kaleme alınmış yazıların toplandığı bir kitaba yakıştıramadım.
İbrahim Özen, “Metinlerin Tespitiyle İlgili Birkaç Söz” söylerken Mahmut Yesari’den şu alıntıyı yapmış: “Hatıralarımda, hatta hatıra şeklindeki hikâyelerimde aynı şahıslardan bahsetmek mecburiyetinde kalıyorum. Yazılarımı yarım kulakla dinleyen ve hatta kulaktan kulağa illa kesp eden patron ve bazı sekreterler; ‘hep eski yazılarını tekrarlıyor!’ diyorlar.” (s. 13)
Bu son cümlede geçen “kulaktan kulağa illa kesp eden” ifadesi tuhaf. Tuhaflığın sebebi, “illa” kelimesi. Yenigün dergisinin 13 Mayıs 1939 tarihli 10. sayısını yayıma hazırlayan mürettip (dizgici), yazarın eski harflerle yazmış olduğu “ıttıla” kelimesini okuyamamış yahut yanlış okumuş olduğu için kelimeyi “illa” şeklinde dizmiş olmalı. Böyle durumlarda metni yeniden yayıma hazırlayan kişinin “metin tamiri” yapması yahut hata ihtimalini belirtmek üzere köşeli parantez içinde soru işareti [?] koyması beklenir. Aynı dizgici “bâr-ı hayat” (hayat yükü) ifadesini “bâr hayatı” şeklinde, “düşünün” kelimesini “düşündük” şeklinde okuyup yazmış (s. 20).
Kitapta dalgın dizgicilerin marifeti okuma yazma yanlışlarından birkaçını aktarayım:
“şarkılı ibretçiler” (s. 64) galiba “şarkılı operetçiler” olacak. “Hayal-i Zül” (s. 149), elbette “hayal-i zıl” (gölge oyunu / Karagöz) olmalı. “Dökmüştük” (s. 265) “dönmüştük” olmalı; “kerem ü serdi” (s. 287) “germ ü serdi” olmalı. “
“Çanakkale’ye Nasıl Gittim?” başlıklı yazıyı dizen mürettip, “Yol göründü yine garip serime” cümlesini “Yol göründü, yine garip serpme!” (s. 208) şeklinde okuyup yazmış. “Saha birden genişledi. Göz alabildiğine bravo. Anafarta Ovası” (s. 209) cümlelerini dizerken “bir ova”yı “bravo” yapabilmiş. “İttihad Spor Kulübü”nü “İttihad-ı Spor Kulübü”ne çeviren, “Hepsi iyi kötü şarkı söylüyor, iyi kötü bir çeşit çalgı çalıyordu.” (s. 231) cümlesindeki “iyi kötü”leri “iyi güzel” yapan da aynı mürettip olmalı.
Kitabın bir yerinde Mahmut Yesari’nin dalgınlığıyla karşılaştım. Şöyle demiş: “Türk tiyatrosundan bahsedilirken hep artistleri anlatırlar. Tiyatro muharrirleri her nedense solda sıfır kalır. Bugünkü imlamıza göre sağda sıfır demek daha doğrudur (s. 136). Belli ki yazarımız, eski imlâmızda da rakamların soldan sağa yazılmakta olduğunu, dolayısıyla soldaki sıfırın orada da değersiz olduğunu unutuvermiş. Doğrusu, bu unutkanlık yahut dalgınlık parayla pulla, hesapla kitapla ilişkisi pek zayıf olan Mahmut Yesari’ye yakışıyor.
“Herkesin bir mânisi vardır.” (s. 116) cümlesinde “mâni” (engel) değil, “mani” (taşkınlık) söz konusu ediliyor; “evvelîsi” (s.36, 100, 282, 324) kelimesindeki şapkayı çıkarıp atmalı. Bazı kelimelerin açıklamaları tuhaf olmuş: “teamül [muamele] (s. 156), “peylemişlerdi” [gözlerine kestirmişlerdi] (s. 168), “bade’l-ikmal” [bütünleme sınavından sonra] (s. 183).
Can Yayınları Mahmut Yesari’nin İstanbul’un Antika Tipleri’nden sonra Bâbıâli Hatıraları’nı da yayımladı. İki eseri de Tahsin Yıldırım hazırlamış. 239 sayfalık kitapta Yesari’nin yazıları dört bölüme ayrılmış. Kitabın sonuna Mahmut Yesari ile yapılmış üç konuşma eklenmiş. Daha az sayıda metnin yer aldığı bu kitapta “kâtip-i umumi” (s. 59) yazımından hoşlanmadım. Burhan-ı Katı için “Türkçe-Farsça” sözlük (s. 194) denmesini yadırgadım. Mahmut Yesari’nin edebiyat için “müstakil sanat” yerine “müstakbel sanat”, “bu itibarla” yerine “bu itiraflarla”, “öbürleri” yerine “özürleri” (s. 238) demeyeceğinin keşfedilmemesine üzüldüm.
Mahmut Yesari’nin Çanakkale’de Emin Bülent ve Ahmet Haşim ile görüştüğünü öğrenince sevindim.