Yazar, psikiyatrist Prof. Dr. Erol Göka’nın Kapı Yayınları etiketiyle çıkan, “Yedi Düvele Karşı Türklerde Liderlik ve Fanatizm” isimli kitabı okuyucuyla buluştu. Göka, kitabında; birbirini karşılıklı etkileyen, yoğuran ve var eden iki olgu olan liderlik ve fanatizm konularını ele alıyor. Liderlik, yönetim biliminden eğitim bilimine, sosyolojiden psikolojiye, felsefeden tarihe değin pek çok alanın inceleme konusu olmuştur. Topluluklar, insanlığın en eski dönemlerinden beri liderlere ihtiyaç duymuşlardır. Göka, kitabında asırlardır Türk toplumunda var olan liderlik olgusunun derinlerine inerek fanatizmle olan bağlantısını ortaya çıkarıyor. Kitabında, toplumsal kültürün örgütsel davranış üzerindeki etkilerine odaklanan Göka, Türklere özgü zihniyet ve davranış yapılarını tarihsel psikoloji çerçevesinde değerlendiriyor. Aynı zamanda bilimsel bulguları gündelik dil ile okuyucuya sunuyor. Göka ile Türklerde liderlik yapısını, göçebeliğin örgüt ve liderlik psikolojisindeki etkisini ve fanatizmi konuştuk.
Hem beğenilen müzik stili hem liderlik beklentisi, insanların toplumun iç dünyasının prizmasından yansıyan dışavurumlar. Bu konuyu araştıranlar diyorlar ki, ABD’de çokça dinlenilen caz müziğinin simgelediği özelliklere bakarsak o toplumdaki örgütsel liderlikte müşteriye yakınlık, bireysel ifade ve güç paylaşımı, kişisel yeteneklere saygı, kuralların değişebilirliği gibi hususların öne çıkmasını kolayca anlayabiliriz. Yine geleneksel Çin müziğinin özelliklerinden yola çıkarak, Çin örgüt yöneticisinin, bireylerin rolleri önceden belirli, kişilerin görev tanımları dar, şirket kuralları ve çalışanlar arasında uyumlu ilişkiler gözeten, az sözle çok şey anlatan, alçakgönüllülüğü ve becerikliliği önemseyen, sözsüz iletişimin arkasındaki anlamı arayan bir liderlik tarzını benimseyeceğini söyleyebiliriz. Aynı şekilde, opera İtalyan kültürünün timsaliyse eğer, bu müziği benimseyen toplumun iş yaşamının küçük aile şirketlerine dayanacağını; uzun tanışma merasimleri, renkli kişilikler ve canlı bir iş atmosferi olacağını; kişisel duyguların ve temayüllerin yönetimde önem taşıyacağını; iletişimde yüz yüze görüşmenin, ne söylendiği kadar nasıl söylendiğinin de mühim olacağını; iş bölümünün yeteneklere göre yapılacağını düşünebiliriz. Araştırmacılar, ayrıca senfoni orkestrasının klasik müziğiyle Alman iş yaşamını, rock müzikle İngiliz iş yaşamını anlamaya çalışıyorlar. Bence dikkate alınması gereken bir yaklaşım.
Türklerin iş yaşamını ve örgüt liderliğini gösteren metaforun, daha çok Türk halk müziğine uyduğu kanaatinde konuyla ilgilenenler... “Türk halk müziğinde farklı yöreler ve enstrümanlar, değişkenlik ve doğaçlama; dinsel, ruhsal, yaşamsal ve duygusal öğeler; ironi, hiciv ve hikâye hem kadercilik hem başkaldırı ve talebelik geleneği vardır. Türklerde liderlik de buna göre, farklılıkların yan yana yaşaması ve birbirinden beslenmesi, değişim karşısında esneklik ve kuralların dışında hareket edebilme, işle iş dışı hayatın karışımı, mizah ve nükte yoluyla dolaylı iletişim, otoriteyle zorunlu ilişki, bir yandan öğretmek bir yandan korumak özellikleri taşıyacaktır” diyorlar. Ben ayrıca başarılı Türk örgüt liderlerinin “Çalışanlarına sahip çık, onların özel sorunlarına kulak ver ve yardım et; iletişiminde mizaha ve diğer dolaylı anlatım yöntemlerine başvur; otoriteni kötüye kullanma; değişen koşullara karşı korunabilmek için esnek davran ve kuralcı olma!” ilkelerini düstur edindiklerini de görüyorum. Ülkemizdeki liderlik tipini sadece bununla sınırlayamayız. Kaldı ki Türk halk müziği ile güç yarıştıran Türk sanat müziği, Türk pop müziği ve arabesk türleri olduğunu da unutmayalım. Bu müzik türlerine özgü liderlik yapısı ve bu müzik türlerini sevenlerin ne tip örgütsel liderlik talep ettikleri üzerine de biraz düşünmek lazım. Bazılarımızın dikkat alanına girmiştir sanıyorum, son yıllarda arabeske ilgi ciddi bir düşüş eğiliminde. Bunun toplumsal durumumuzla, örgütsel yapılarla ve liderlikle bir bağlantısı olması lazım değil mi?
Bu bizim toplumumuzun yabancısı olmadığı bir yaklaşım aslında. Tam da Hz. Peygamber’in “hak ettiğiniz şekilde yönetilirsiniz” sözündeki açıklamaya uyuyor. Lider ile yönettiği toplumun beklentileri ve talepleri arasında neredeyse birebir örtüşme söz konusudur. Günümüzde liderlik konusunda bir hayli geniş bir sosyal bilim literatürü var. Bu devasa külliyattan liderlik konusunda pek çok bilgi edinmek mümkün olsa da, başarılı liderleri başarısızlardan, tarihteki büyük liderleri hiçbir iz bırakmadan geçip gidenlerden ayıran psikolojik özellikler konusundaki sorulara bir cevap bulabilmek şimdilik imkânsız görünüyor. Ben kendi adıma liderlik ve toplumun beklentileri arasındaki örtüşme olduğu fikrinden yola çıkarak kitapta “karizma” kavramı eksenli, yeni bir bakış geliştirmeye çalıştım. “Karizma” kavramını toplumun kendi ihtiyaç ve beklentilerine uyan lider adaylarına yüklediği psikolojik nitelikler anlamında kullandım. Nasıl zekâ, kavrayış gücü vs. gibi bireysel yeteneklerimiz varsa ve farklıysa, toplumsallık açısından da farklıyız. Bazılarımız, yaşadığı toplumdaki insanları anlama, hallerini fark etme ve koruma yeteneği ya da potansiyeli açısından diğerlerinden çok daha yetenekliler. Toplum, işte bu tip insanlara karizma yüklüyor ve onları liderliğe, ihtiyaç ve beklentilerini çözmeye teşvik ediyor.
Gerek Türklerin tarihsel psikolojilerini incelemem gerek liderlik üzerine çalışmalarım sırasında apaçık gördüğüm gerçeklerden birisi, bizim lider merkezli bir toplum olduğumuzdur. Böyle bir niteliğe sahip olmamızın şüphesiz olumlu ve olumsuz yanları var. İlk yapmamız gereken, bu gerçeği kabul etmek ve bu özelliğimizin olumsuz yanlarını saptayarak neyi, nasıl değiştirebileceğimiz üzerine kafa yormaktır. Kitabı yazmamıza neden olan temel saik de budur aslında. Evet, sizin de isabetli bir biçimde tespit ettiğiniz gibi, “Türkler bir sistemden ziyade içlerinden çıkardıkları güçlü, karakterli, akıllı, bilgili, vizyoner insanlar sayesinde başarıyı yakalayabiliyor.” Bu doğrudur ama şüphesiz bundan sonra nasıl ilerlememiz gerektiği konusuna fazlaca ışık düşürmemektedir. İla nihai böyle mi gideceğiz? Sürekli olarak bizi başarıya götürecek lider arayışı içinde mi olacağız yoksa modern zamanlarda batılı toplumların başardığı gibi güçlü bir sistem mi kuracağız? Bu, aydınımızın, siyasetçimizin ve toplumumuzun cevaplaması gereken en hayati soru olarak önümüzde duruyor ve duracak.
Hem de nasıl gösteriyor. Şüphesiz tarihsel psikolojimizi belirleyen en önemli unsurlardan birisi, çok uzun bir göçebe geçmişe sahip olmamız ve Anadolu’ya gelişimizden bu yana yerleşik olmaya çalışmamıza rağmen bunu hâlâ tam manasıyla başaramamamız…Ruhumuzdaki göçebelik izleri, şüphesiz örgüt ve liderlik psikolojisinde de kendisini gösteriyor. Bu durumda elbette liderlerimizin de bunu bilerek hareket etmeleri gerekiyor.
Organizasyon psikolojisi alanında yapılan araştırmalar, Türk çalışanlarının değişiklikten fazla hoşlanmadıklarını, bilinen ve belki de fazla tatminkâr olmayan bir iş ortamını, bilinmeyen bir ortama tercih ettiklerini ortaya koymaktadır. Ama yine de “Ekmeğini başka yerde aramak”, burada olmuyorsa doyacağı bir başka yere gitmek, göçebe bir ruh haline sahip insanların zihinlerine daha kolay geliveren ihtimallerdir.
Liderlerimiz, yöneticilerimiz, bu toplumda insanların köyleriyle hep ilişki halinde olduğunu, bayramda seyranda tatile gitmekten ziyade köyüne gitmeyi isteyeceğini ve içsel bir hareket halinde olma dürtüsünü, sık sık evini taşıyacağını, gözünün hep daha iyi bir işte olacağını bilmelidir. Ancak göçebelik mirasımız, ille de çalışma hayatı açısından olumsuz bir nitelik olarak anlaşılmamalı. Örneğin göçebelik ve mekânla iğreti ilişki, çalışma düzeninde bir kargaşa yaratacak bir unsur değildir. Tam tersine göç, çok disiplin gerektiren bir çabadır. Yine örneğin uzun bir göç geçmişine sahip olan Türkler, büyük zorluklara, ani değişikliklere karşı inanılmaz bir sabır ve metanet göstermeyi başarırlar. Sabrederek direnmek onların karakteristik özelliğidir. “Ekmeğini taştan çıkarmak” deyiminde görüldüğü gibi, Türkler hem kendi gelecekleri hem de ekmek yedikleri sofraya saygılarından ötürü, çalışma hayatının güçlüklerinden yılmazlar. Sabrın sonunun selamet olacağına, her güçlüğün bir gün sona ereceğine, kışı baharın izleyeceğine dair güçlü inançları, asırlar süren göçebeliklerinin armağandır. Tüm bunların dışında, göçebe geçmişimiz bizi sanılanın aksine yeniliğe ve uygarlık ürünlerine daha açık hale getirdiği unutulmamalıdır. Türkler, liderlerinden dünyaya ayak uyduran bir tutum beklerler.
Bize göre kişiliğimiz genetiğin ve içine doğduğumuz ailenin ve kültürün etkisiyle yaşamımızın ilk yıllarında şekillenir. Bu demektir ki, nasıl bir kişiliğe sahip olacağımız büyük ölçüde bize bağlı değildir, bizim elimizde değildir. İnsanın kişiliği elinde olmasa bile ne tür bir kişiliğe sahip olursa olsun bilgeleşmek elindedir, yeter ki bilgeleşmek istesin ve nefsini olgunlaştırmak konusunda adımlar atmaya hazır olsun. Ama şunu da eklemek zorundayım: Biz kendimizi değiştirmek, nefsimizi olgunlaştırmak konusunda çok istekli olmadıkça ve buna heves edip gerekenleri yapmaya cesaret etmedikçe, -ki bunlar çok ama çok zordur- yapılabilecek çok şey de maalesef yoktur.
Fanatizmden muaf kişi ve toplum yoktur. Şartlar uygun düştüğünde her kişi, her toplum kendini, kendi meşrebine uyan bir fanatizm içinde debelenirken bulabilir. Bunlar daha ziyade lidere ve kendi toplumsal segmentine aşırı-bağlılık şeklinde kendisini gösteriyordu. Çok şükür diğer toplumları cenderesine alan etnik ve dini fanatizm örnekleri bizde çok görülmüyordu ama maalesef “savaşçı” özelliklerimiz nedeniyle fanatizm bizde çok kolay şiddete dönüşebiliyordu. Aydınlatmaya çalıştığımız hususlardan birisi de “şanlı tarih”, “yedi düvele karşı”, “Avrupa Avrupa duy sesimizi!” “Türk’ün gücü” gibi söylemlerde karşımıza çıkan ve bizim toplumsal psikolojimizi tanımayanların fanatizme yordukları durumların hiç de öyle olmadıklarıydı. Birkaç istisna dışında her yerimizden fanatizm akmıyor. Ötekinin varlığını kabul etme, ona saygı gösterme ve diyalog içinde yaşama özeni, bu toprakların mayasında sağlam biçimde var. Maalesef şiddete kolay meyleden toplumsal psikolojimiz, savaşçı zihniyetimiz böyle algılara neden olabiliyor.