Sahafiye kitap tutkunlarının çok yakından tanıdığı Emin Nedret İşli, otuz yıla yakın bir zamandır nadir eserlerin, sahafiye kitapların, kıymetli evrak ve haritaların arasında yaşıyor. Sahaf dükkânının yanı sıra Türkiye Sahaflar Birliği Derneği'nin de başkanlığını yürüten İşli, bir sahaf geleneğinin oluşması için uğraşıyor. Bugüne kadar birçok ünlü isme danışmanlık yapan İşli, Türkiye'de iş adamlarının eğitim ve estetik problemi olduğunu ifade ediyor. Ona göre zenginlerimiz 'kıymetli olanı anlamıyor.'
Sahafların ilk olarak büyük şehirlerdeki ulu camilerin çevrelerinde ortaya çıktığını söyleyebiliriz. Buna medreseler de dâhil elbette. Oralardaki talebe, müderris ve benzeri kitapla ilgili çevrelerin varlığı, kopyalanarak çoğaltılan kitapların ilgililere ulaştırılması üzerine ilk esnaf gruplarının ortaya çıktığını söyleyebiliriz. Sahaflar camiler ve medreselerin olduğu, kesiştiği yerde ortaya çıkmış. Hemen konunun başında bu konuda bugüne kadar yazılmış en nitelikli eser olan, İsmail Erünsal Hoca'nın Osmanlı'da Sahaflık ve Sahaflar adlı kitabını anmamız lazım.
Osmanlı'da, İstanbul'un fethinden hemen sonra yavaş yavaş bir hareketlenme başlıyor sahaflık anlamında. Fakat yine de Fatih döneminde sahaflık meselesiyle ilgili çok da veriye sahip olmadığımızı söyleyebiliriz. Bizde sahaf ve sahaflık kurumuna ilişkin ilk belgelere 16. yüzyılın sonlarına doğru rastlanıyor. Kapalıçarşı'nın oluşmasından sonra içerisinde bir Sahaf Çarşısı da kuruluyor. 16, 17 ve 18. yüzyılda var… Hatta bugün hala Kapalıçarşı'da Sahaflar Sokağı diye bir sokak vardır. Eskiden oradaymış sahaflar.
O taşınmanın sebebi 1894'deki büyük İstanbul depremi. Depremde Sahaflar Çarşısı büyük hasar almış. O tarihten itibaren Beyazıt Camii ile Kapalıçarşı arasında eskiden Hakkaklar denilen bir takım esnaf grubunun çarşısı olan bölgeye yerleştiriliyor sahaflar. Ve 1950 yılına kadar eski, salaş, tek katlı ve ahşap barakalardan ibaret bir çarşı olarak kalıyor. 1950'de çıkan bir yangın sonrası Fahrettin Kerim'in belediye başkanı ve vali olduğu o dönemde, o barakalar yıktırılıyor ve daha nezih, iki katlı ve kırka yakın dükkândan oluşan bir sahaf çarşısı inşa ediliyor. Orası son 150 yılda, bütün malzemenin aktığı, sahaf merkezi oldu. Ama 80'li yıllardan sonra o vasfı büyük oranda bitti.
80'lerden sonra gazeteciler, yazarlar, entelektüeller kısaca tüm Babıali İstanbul'u terk etti. Daha çok İkitelli tarafına geçti. Üniversite gençliği de oradan çekildi, ağırlık idari binalara dönüştü. İstanbul'un büyümesi de bir diğer sebep. Eskiden herkes sur içinde oturuyordu. Büyüdükçe Levent'e, Erenköy'e Kadıköy'e kaçtı insanlar… Seksenlerin ortasında Kadıköy'de hemen postane binasının arkasında Akmar Çarşısı'nda sahaflar çarşısı oluştu.
Burada eskiden kalma, 1850'lerden kalma bir Beyoğlu Kitapçılığı geleneği, daha çok yabancı ekalliyetlerin sahibi olduğu dükkânlar vardı. 80'li yılların sonu itibariyle genç isimlerin buraya dönmesiyle de o sahaf dükkânları yaygınlaşmaya başladı. Ve burada başlayan genç insanlar müzayede yapmaya başladılar, kataloglar hazırladılar. Daha sistemli oldu.
Sahafları organize etmeye çalışır. Sahafları belli bir sistem, belli bir düzen içerisinde konumlandırmaya çalışır. Ama daha henüz yolun başındayız.
Olmaz mı? Bir kere kendini sahaf diye tanıtan adamın Osmanlıca öğrenmesi gerekiyor. Yeni kitap, fotokopi, kopya gibi işlerden uzak durması gerekiyor. Bandrolsüz kitabı alsa bile satmaması, asla ve asla korsan gibi kanunsuz işlerin içine girmemesi gerekiyor.
İstanbul'da yaşayan bir sahafın, Rumca ve Ermenice kitapları anlayabilecek düzeyde bu dillere vakıf olması gerekir. Ayrıca aynı şekilde Arapça ve Farsça eserleri anlayabilecek düzeyde mutlaka bu dilleri bilmesi gerekir. İngilizceyi zaten bilmesi gerekiyor. Biraz da Fransızca okuyabilse on numara sahaf olur. Dil meselesi bir tarafa sahaflık yapacak birinin entelektüel düzeyinin de yüksek olması gerekiyor.
Evet, yaygın ve doğal bir şey bu… Osmanlı'da da böyleydi, Cumhuriyet'in ilk yıllarında da böyleydi, bugün de böyle. Eğer politikalarınızı değiştirmezseniz yarın da olacaktır. Ama tam tersi de olur. Burada yaşayan zengin bir koleksiyoner de orada gördüğü bir eseri alıp buraya getirir. Bunun en net örneği de Ömer Koç'tur. Rahmi Bey'in oğlu… Ömer Bey, dünya çapında bir Türkiye ve Osmanlı İmparatorluğu kitapları koleksiyoneridir. Dünyanın neresinde Osmanlı ile ilgili özel, nadir, yazma bir eser bulursa onları satın alıp Üsküdar'daki kütüphanesine koyar.
Hayır, öyle de adlandırabiliriz. Ama bu tür kitaplara, devlet ilgi göstermez, insanlar dönüp bakmazsa bu eserler paranın olduğu yere gider.
Bir sürü eski tarihli yazma kitap aldım. 1988'de Kadıköy'de oturuyordum, Akmar Pasajı'ndan geçip Beyoğlu'ndaki işyerime gidiyordum. Orada Sabahattin Topşahin Bey'in yanına uğramıştım. Masanın üstünde bir yığın evrak var, 'Sen bunları anlar, değerlendirirsin' dedi. Malzemeye bir baktım; II. Murat, Fatih Sultan Mehmet ve II. Beyazıt… Yani dede, baba ve oğul, üçünün Saruca Paşa ailesine tımarla ilgili verdiği fermanlar. O zamanlar Rahmi Koç'un kızı vefat eden Sevgi Hanım'a danışmanlık yapıyorum, hemen Sevgi Hanım'a gittim. 'Sevgi Hanım bunları almazsanız bunlar gidecek, yarın öbür gün bunları Avrupa'da bir müzede görürüz' dedim. Malzemeyi gördü; 'Bunlar harikulade şeyler hemen bunları müzeye aldıralım' dedi. Müzesinde hala teşhir ediliyor o malzeme.
q On binlerce kıymetli kitap görmüşsünüzdür bugüne kadar. Hatırlayabilirseniz, sizi en çok heyecanlandıran neydi?
Ben bu mesleğe kitap toplayarak başladım. Burada gördüğün kitaplar kadar evimde kişisel kitabım var. Beni heyecanlandıran kitapların ciddi bir kısmını buraya değil, doğrudan evime götürüyorum. Ama şunu söyleyeyim, geçenlerde aldım. Asaf Halet Çelebi'nin, beş yüz adet basılan He şiir kitabı vardır. İsmail Hakkı Baltacıoğlu'na imzalı. Beni artık böyle daha ince şeyler heyecanlandırıyor. Mesela beni Müteferrika kitap görmek heyecanlandırmaz. Yine aynı şekilde Asaf Halet Çelebi, 1950'li yıllarda İstanbul Belediye Başkanlığı'na bağımsız adaylığını koyuyor. O zaman bastırdığı bir broşürü gördüm mesela, o beni heyecanlandırdı işte.
Evet, Fethi Naci, İzzet Günay, Hüsamettin Bozok, Şeref Karapınar, Melih Cevdet Anday, Mücap Ofluoğlu, Fuat Köprülü, Memet Fuat, Emin Barın, Sami Kohen, Saidhalimpaşazade Ahmet, Şevket Rado ve daha onlarca ismin kütüphanesi aldım.
Ya bakın aslında bu kitap almak-satmak meselesi çok doğal bir şeydir. Akıllı ve ciddi koleksiyonerler topladıkları malzemelerin bir kısmını bir süre sonra ellerinden çıkarırlar. Yani bir kısmını az önce saydığım isimlerin bir kısmının kütüphanelerini sağlıklarında aldım. Yani buradakiler öldü de, çocukları dara düştü kitapları sattılar değil mesele. Adamın o kadar kitabı vardır ki on binlerce. Artık eve sığmayacak hale gelir iş. Onun yükünden kurtulmak ister.
Yanlış sordun soruyu. Türk edebiyatında imzasını görmediklerimi saysam daha kısa sürer. Görmediğim imza yok diyebilirim. Ömer Seyfettin'in imzasını göremedim hatırladığım. Nazım Hikmet'ten, Ahmet Mithat Efendi'ye, Ahmet Rasim'den Necip Fazıl'a hemen herkesin imzasını gördüm. Bu son dönemin edebiyat adamlarının tamamı zaten bu odada bile şu anda var.
Devlet kademesinden bizden alışveriş yapan insan adedi, bir elin parmaklarını geçmez açıkçası. Mesela geçen yıl, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Beyoğlu Belediyesi ile düzenlediğimiz Sahaf Festivali'ne geldi. Öyle protokolle falan da değil, kendisi yürüyerek geldi Festival'e. Sahaf dükkânlarını dolaşarak bir takım kitaplar aldı. Ama zaten Davutoğlu'na ilişkin özellikle yurt dışına gittiğinde orada da protokolden kaçıp, antika kitapçılara gidip kitap aldığını biliyoruz. Ama işte devlet katından anlatabileceğimiz belki tek hikâyemiz bu. Belki bir de Ak Parti'nin milletvekili Ahmet İyimaya var. O da sıkı bir kitap koleksiyoneridir.
Siyaset dünyasında hiç yok. Bugün meclisteki 550 adamın evine baksak, evinde kitap olmayan milletvekili adedi yüzde elliden fazladır. Yani rical-i devletten hiç ümit yok. Akademisyenler var belki ilgilenebilecek ama onların da ekonomik durumu nadir bir kitap alabilecek bir yapıda değil.
Paraları var ama onların da sorunu, eğitim ve estetiktir. İş dünyasının eğitimi zayıftır, estetik duyguları gelişmemiştir. Bakır üzerine kazıma tekniği ile yapılmış kötü bir çalışmayı alıp duvarına asmayı tercih ediyor ama burada birkaç bin liraya alabileceği yüz elli yıllık bir hat levhasına dönüp bakmıyor.