Pazar sohbetlerimizin konuğu psikoterapist–yazar Gökhan Ergür, “Kendimi bildim bile pazarlar benim için yalnızlıktır. Kendimi en çok pazar günleri yalnız hissederim. Bol kahkahalı, şenlikli kahvaltı sofralarına hiç oturmadım, o sofraların aranılan adamı hiç olmadım” diyor.
Bugün Elias Canetti’nin Körleşmesi’yle köşemize giriş yapalım. Şöyle diyor Canetti: “Hafta içindeki günler ekmek parası uğruna ter ve dil dökmekle geçirilirdi. Pazar günleri ise boşuna gevezelik edilirdi. Başlangıçta dinlenme günü, herkesin dilini tutacağı bir gün olarak düşünülmüştü. Ama zamanla soysuzlaşan bütün öteki kurumlar gibi, dinlenme günü olan pazar günleri de, başlangıçta güdülen amaçla ilgisi bulunmayan bir sürece geçmişti.” Pazar günün bir tatil günü olmasının amacı neydi, bugün tam olarak neye dönmüş durumda, oldukça tartışmalı. Bildiğimiz şey şu ki, modern dünya bizim pazarları daha farklı tanımlamamıza neden oldu. Herkesin bu konuyla alakalı fikri çok farklı. Bu defa pazarların dedikodusunu yapacağımız isim ise psikoterapist ve yazar Gökhan Ergür. Ergür’den önce klasik bir pazar gününü tarif etmesini istiyoruz. Bize şunları anlatıyor: “Genellikle erken uyanırım. Hayatımın hiçbir döneminde uykuyla aram iyi olmadı. Dünyaya daha fazla maruz kalıyor insan uyuyamayınca. Daha çok görüyorsunuz, duyuyorsunuz, düşünüyorsunuz ve hissediyorsunuz. Bu bazen tahammül edilemez bir hal alıyor. Özellikle pazar sabahları daha erken uyanıyorum. Kahve içmeyi, yapmayı, kahveyle uğraşmayı seviyorum. Sabahın ilk vakitlerini kahveye ayırıyorum. Ardından hafta içinde çıkarttığım şiir ve yazı notlarını çalışmak için masanın başına geçiyorum. Hayatta en huzurlu ve işe yarar hissettiğim zaman dilimi pazar sabahları oluyor. Kendimle ve yazıyla baş başa kalabilmek fazlasıyla iyi ve güçlü hissettiriyor bana. Keşke her günüm böyle geçebilse diyorum. Kendimi bildim bile pazarlar benim için yalnızlıktır. Kendimi en çok pazar günleri yalnız hissederim. Bol kahkahalı, şenlikli kahvaltı sofralarına hiç oturmadım, o sofraların aranılan adamı hiç olmadım. Bazı şeylerin beni ıskaladığını, benim bazı şeyleri sonsuza kadar ıskalayacağımı pazar sabahlarında öğrendim. Bununla yüzleşmek, kabul etmek uzun sürdü ama bunu artık biliyorum ve kabul ediyorum.”
Kimse sıkılmaya talip değil
Peki konuyu pazarların “sıkıntısına” veya “sıkıcılığına” getirirsek... Acaba Ergür’ün pazarları sıkıntılı geçirmememiz için önerileri olur mu? Kendisi öncelikle “İnsanlara genellikle sıkıntılarıyla baş başa kalmalarını, yüzleşmelerini, sıkıntıya maruz kalıp yenilmeyi tavsiye ediyorum” diyor. Ardından şunları ekliyor: “Parlak fikirler, aydınlık düşünceler, etkileyici işler, soylu yenilgiler genellikle pazar sıkıntılarından doğar. Ama artık kimse sıkılmaya, yalnız kalmaya, kötü hissetmeye talip değil. Uyuşturulma ve kandırılma pahasına dahi olsa insanlar mutluluğu, iyi hissetmeyi, ağrısızlığı tercih ediyor. İnsan ağrımadan nasıl yaşar bilmiyorum.”
Film önerisi: Yazı Tura
O halde kültür-sanat dünyasına giriş yapalım ve Ergür’e önce pazar günü izlenecek en iyi film hangisidir diye soralım. Ergür’ün bize önerisi Yazı Tura filmi oluyor. Bu filmi seçmesinin nedenini de şöyle açıklıyor: “Yazı Tura filmini çok severim. O saçma sapan umutların yazgı tarafından buruşturularak insanın önüne fırlatılıp atılması, insanın kendisini fırlatılıp atılmış hissetmesi bana hem hüzünlü hem de çok heyecanlı geliyor. Yazı Tura da bana her seferinde bunu hissettiriyor.”
Kendimi bildim bileli çalışırım
Ergür’e pazar günleri çalışıp çalışmadığını sorduğumuzda da “Aylaklık yaptığım çok zaman olmuştur ama kendimi bildim bileli hafta sonları da dahil olmak üzere hep çalışırım” diyor. Cevabını şöyle sürdürüyor: “Hatta en çok da hafta sonları çalışırım. Bunun iki nedeni var. Birincisi unutmak için. İkincisi ise alışkanlık. 8 yaşındaydım işe ilk başladığımda, sabahları erkenden kalkıp Tarlabaşı’nda Turan Caddesi’ndeki berber dükkânına gidiyorum çalışmaya. O sokakları az çok bilirsiniz, her sabah Beyoğlu’nda eğlenip eve dönmeye çalışan sarhoşlar, yolsuzlar, düşkünlerle karşılaştığımı hatırlıyorum. Bir yandan büyük bir korku yaşarken bir yandan da o korkuyu bastırıp başımı dik tutmaya, korktuğumu gizlemeye çalışıyordum. Hayatın ne olduğunu, dünyanın nasıl bir yer olduğunu, insanın bu gayya kuyusunda nasıl bir tavır takınması gerektiğini o günlerde öğrenmeye başlamıştım.”
Radyo dinleyen enginardan hazzetmeyen
Sıra son sorumuzda: “Pazar günü bir insan olacak olsa nasıl birisi olurdu?” İşte Ergür’ün cevabı: “Sessiz bir insan olurdu bence. Tüm sevinçlerden geriye kalmış, tüm ihtimallerin, mümkünlerin kıyısından dönmüş, biraz huzursuz, biraz içli, kafası her daim karışık, cebindeki tüm adreslerden ümidi kesmiş, inatçı, hep tetikte, saate çok az bakan, kış mevsimini çok seven, sık sık dalıp giden, pazar günleri radyo dinleyen, enginardan hazzetmeyen, Şule Gürbüz’ün ve Turgut Uyar’ın akraba olduğuna inanan ve iyi günlerin ilerde olduğunu sanan bir adam olurdu bence.”
Dostlarımı görmek isterim ama onlar ister mi emin değilim
“Pazar günü hangi kitabı okursunuz?” diye sorduğumuzda ise Ergin Günçe’nin Türkiye Kadar Bir Çiçek kitabını işaret ediyor. Özellikle pazar günleri görmek istediğiniz arkadaşlarınız var mı, dediğimizde ise Muzaffer Serkan Aydın ve Soner Karakuş isimlerini anıyor. Ardından da şu cümleyi ilave ediyor: “Ama onlar beni ne kadar görmek istiyor buna pek emin değilim.”
Tarlabaşı’ndan Gülhane’ye
Pazarları biraz da gezme günüdür. Bu nedenle Ergür’e pazarlarının favori mekânını da soruyoruz. O da bize çok güzel bir İstanbul rotası oluşturuyor: “Özellikle kış aylarında neredeyse her pazar öğleden sonra takip ettiğim bir rota vardır. Dolapdere’den başlıyorum yürümeye, Tarlabaşı, İstiklal Caddesi, Galata, Eminönü, Tahtakale, Sultanahmet, Gülhane ve yeniden Eminönü’ne inip aynı rotayı takip ederek eve dönüyorum. Durmak değil, durmadan yürümek ve gitmek istiyorum. Sonsuza dek gitmek.”
Yalnız bir çoban kulübesi
Gelelim cevaplaması en zor sorumuza: “En güzel ve en kötü geçen pazar gününüz hangisi?” Ergür’ün cevabı şöyle oluyor: “Vakitlerden bir cuma babam ölmüş, cumartesi gömmüşüz ve bir pazar sabahı uyanıp kendimi dehşet bir yalnızlığın koynunda bulmuşum. O pazardan sonra dünya benim için başka bir yere dönüştü. Bir tel koptu ve ahenk sahiden de ebediyyen kesildi. Zaten pek tadı tuzu olmayan bu geçici istirahatgah iyice sislere gömülmüş yalnız bir çoban kulübesine dönüşüyor. Yirmili yaşlarındayım, bir gece vakti Keban’dan dönüyorum, yüksek ve karanlık dağların arasından akıp gidiyorum, radyoda Erkan Oğur’un o büyülü sesi. Ömrümde ilk kez orada, bir anda tamamlanmış ve yerimi bulmuş hissetmiştim. Yıllardır aradığım, merak ettiğim, peşinde olduğu o his bir pazar gecesi, tek başıma dağlardan dönerken gelip bulmuştu beni. Bu muhteşem bir deneyimdi benim için. O his bir müddet sürdü ve kaybettim. Ama bunun için Allah’a her zaman şükrettim. Ya o duygu gelip beni bulmasaydı, bu dünyada o hissi hiç tatmasaydım ne yapardım, ne yazardım, kime giderdim, kimden vazgeçerdim inanın bilmiyorum.”