İmam Hatip okullarının kurucusu Celalettin Ökten’in oğlu, Türkiye’nin kültür tarihi alanında önemli çalışmalara imza atan mimar ve mühendis Prof. Dr. Sadettin Ökten, Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülleri’nde kültür tarihi alanında ödülün sahibi oldu. Çeşitli üniversitelerde Bilim Tarihi, Yapı Teknolojisi Tarihi, Kent Kültürü ve Kent Estetiği dersleri veren, kıymetli çalışmalarıyla şehir ve medeniyet, kültür, bilim tarihi ve felsefe konularına ışık tutan Ökten ile ödül vesilesiyle sanattan mimariye, pandemiden sosyal medyaya uzanan konulara pencere açtık.
Öncelikle çok memnun ve mesrur olduğumu belirtmek isterim. Bir insan olarak marifetin iltifata tabi olduğunu ve müşterisiz metaın zayi olacağını bilmekteydim. Bir takdir görmek, beğenilmek, beşeri bir histir ve güzeldir. Bu takdirin devletimiz tarafından yapılması beni ayrıca çok mutlu etmiştir. Hayatı tanımaya başladığım yıllarda devletimin bu tür birikimlere pek kıymet vermediğini görmüştüm. Bu kıymet vermeyiş uzun yıllar devam etti. Ancak çok şükürler olsun ki Rabbime, devletim bize ait bir birikimi takdir eder ve taltif eder bir hale gelmiştir. Bu büyük dönüşüm için Allah’a şükrediyorum ve bunu gerçekleştiren zevata da başta muhterem Cumhurbaşkanı olmak üzere, teşekkürlerimi arz ediyorum. Bize ait medeniyet tasavvuruna ehemmiyet vermek ve bu tasavvuru takdir ve taltif etmek büyük bir kadirşinaslıktır diye düşünüyorum.
Ülkemiz geçtiğimiz yüzyılın başında bir tür batı hayranlığına duçar oldu. Batının gözle görülür, elle tutulur, teknolojik üstünlüğü hayatın bütün veçhelerini istila etmişti. Sonra toplumda bize ait değerlerin bir şekilde farkında olarak yetişen insanlar bu batıyı yakından tanımaya başladılar ve gördüler ki batının teknolojik üstünlüğü bir yana asıl kimliği oluşturan değerler hususunda bizimle çelişen ve çatışan ciddi açmazları ve iddiaları var. Ancak bu sözünü ettiğim kimseler kadim kültürün ana kaynaklarından da epey uzaklaşmışlardı. Dünyada kimlik sahibi olmaksızın yaşanamaz, kimlik eksikliğini hisseden nesiller şimdi kendi kimliklerini arıyorlar. Münevver çevrelerde görülen bize yönelik kültür çalışmaları bu arayışın ürünüdür.
Ben alanın öncü ismi değilim, olabilirsem mütevazı bir mensubuyum. Yukarıda da temas ettiğimiz gibi insanımız şu anda cazibesini yitirmiş batı ile sisler arkasındaki biz arasında yol bulmaya çalışıyor. Bir usul olarak şunu söyleyebilirim; kadim birikimimizi tanımak ve ondan haz almak noktasına gelmek mecburiyetindeyiz. İlimde sanatta ve tasavvufta bilgi ve haz birlikteliği ile beraber eskiyi tekrarlamayarak fakat eskinin devamı olan yeni ufuklara doğru yol alınabilir.
Ben sizin sorunuzda bahsettiğiniz çerçeve içerisinde yaşanan bir hayata doğmuşum. Ailemde ve yakın çevremde kendimi idrak ettiğim ilk çocukluk yıllarımdan itibaren özellikle şiir, musiki, hikmet ve tasavvuf hayatın ayrılmaz rükünleri idi. Böyle bir aile muhiti ve yakın çevre içerisinde geçen gençlik yıları hayatımdaki ana ekseni teşkil etmiştir. Bu ana eksen üzerine yaptığım rasyonel temelli mühendislik tahsili ve akademik çalışmaları muhtemeldir ki bu birikimi daha vazıh bir şekilde ifade edilebilir bir hale getirmiştir. Şimdi pek moda olan motivasyon meselesine gelince; şöyle maziye bakıp hayatımı değerlendirdiğimde tek bir kelime söyleyebilirim; o da kaderdir.
Bu soruya yukarıda da temas ettim kanaatindeyim ama burada bir kere daha tekrarlayalım. İnsan nereye kadar kendinden kaçabilir? Veya kendinden kaçarak içine düştüğü buhranı ne mertebede atlatabilir? Kendinden kaçıp bir başka kimliğe iltica etmek ise görebildiğim kadarıyla imkansızdır. Hayatta bazı verileri düzenleyemiyoruz, onlar bize hazır veriliyor. Mesela babamızı ve annemizi seçemediğimiz gibi… Kimlik de böyle. Birey arada kalmışlığın ezici yükünden kurtulmak istiyorsa kendi kimliğine iltica etmeli ve bu kimliği bilgi ve duygu yönlerinden yavaş yavaş tanımaya çalışmalıdır, bu çalışma uzun süreli ve sebat gerektiren bir faaliyettir. Akıl, kimliği tanıdıkça, duygu bu tanışmadan haz almaya başlar. İşte bu hazdır ki arada kalmışlığın taşınamaz yükünü yavaş yavaş ve çok tatlı bir şekilde bir aidiyet duygusuna inkılab ettirir.
Bu salgın hastalık sırasında fiziksel manada evlere kapandık. İnşallah evin bir yuva olduğunu fark etmişizdir. Modernite insanı evden sürüp çıkararak nesneleştirmiş ve bir tüketim metaı haline getirmiştir. Ev, bireyi dış etkilerden muhafaza eden fiziksel bir mekan olduğundan ziyade, manevi olarak da mahfuz tutar. Salgın hastalık bize bu gerçekliği hatırlattı. Evden çıkamayışımız başlangıç günlerinde epey ağır gelse de sonraları bunun bir nevi uzlet ve hatta itikaf imkanı olduğu fark edildi. Küçük ve dost yakın çevremiz ile yalnız kalmak, daha ilerisi, kendimizle baş başa vakit geçirmek ve bu uzlette ilim ve hikmetle bezenerek rabbimize yönelmek salgın hastalık vesilesi ile kullara açılan bir huzur ve rahmet kapısı oldu. bir Allah dostundan işitmiştim; akil insan fırsatları fevt etmez, arif ise fırsat icad eder buyurmuşlardır. İşte size salgın hastalık fırsatı. Varlığınızı ilim ve hikmetle bezeyiniz. Ev ortamında masivâdan soyutlanınız. Onun güzelliklerinden nasibinize düşeni şükürle ve sevinçle karşılayınız.
Mimari somut görünen ve kullanılan bir olgudur. Bireysel ya da toplumsal her iradi eylemin ardında bilinçli, zihni ve hissi bir tercih vardır. Bu tercih toplumun mensup olduğu medeniyet tasavvurunun değerler sistemine göre şekillenir. Toplumumuz şu anda modernist batının biçimleri ile kendisinin maziden getirdiği İslam medeniyet tasavvurunun değerleri arasında bir tercih yapamamaktadır. Şu andaki müşahedem odur ki toplum ana akım itibariyle modernist batının biçimlerini kullanarak İslam medeniyetinin değerlerine göre yaşamak istemektedir. Şu andaki İstanbul’da ben gayri mümkün olan bu isteğin mimari yansımasını görmekteyim. Bu gerilimli ve kaotik durumun devam etmesi mümkün değildir. Nihayette toplum bir değerler sistemi ve ona dayanan ve ondan neşet eden biçimler ile yaşmak mecburiyetindedir. Niyazım odur ki toplumun kararı İslam medeniyetinin değerler sistemi ve ona istinad eden biçimler olarak ortaya çıksın. Bu durum aynı zamanda tarihi süreçten intikal eden kimliğimizin de bu günü yaşaması ve istikbale doğru uzanması olacaktır.
Sosyal medya ile hiç yıldızım barışmadı. Onun bir mecra olduğunu gözlemliyorum, kitleleri etkileme gücü de var. Ancak düşüncede ve duyguda belli bir birikime erişmiş ve bu hamuleyi özümsemiş zihinler ve gönüller için sosyal medya çok etkin değil kanaatindeyim. Muhteva itibarıyla günübirlik ve sıradan mesajlar çağımızın zihni ve gönlü boşaltılmış insanını maalesef etkiliyor. Kitleler bu mesajları yönlendiren üst aklın bilinçsiz sözcüleri durumuna düşüyor. İlim ve hikmeti yansıtan ve hayatı destekleyen özlü sözler ise bu mâlâyani girdabında kayboluyor. Sosyal medya da Allah’ın ol emriyle olduğu için hakikat peşinde koşan insana sorulan ciddi bir sual mahiyetindedir. Şimdilik cevabını bilemediğim bu suali sosyal medyadan uzak kalarak ertelemeye çalışmaktayım. Sosyal medyanın girdabına kapılmaktan ürküyorum. Bir mecliste böyle konuşurken genç bir dosttan bir ikaz aldım. Dedi ki, araştırıcı bir zihin ile sosyal medyada yakalayabildiğiniz küçük bir gerçeklikten iz sürerek parça parça elde edebileceğiniz bütüncül bir gerçekliğe de erişebilirsiniz. Bu özellik doğrusu sosyal medyanın müspet tarafını oluşturuyor. Bunu da kesinlikle reddetmiyorum. Netice belki şunu söylemek mümkün; şu anda tehlikesi ve zararı çok dikkatli kullanılırsa bertaraf edilmesi mümkün olan bir vasıtadır sosyal medya.