Bir yazar vefat ettiğinde yazıp çizdikleri, geride bıraktıkları yolumuzu aydınlatmaya devam eder. Geçtiğimiz günlerde vefat eden fikir ve sanat dünyamızın önde gelen isimlerinden Rasim Özdenören’le ilgili bu anlamda konuşulacak çok şey var. En önemlilerinden biri de öykücü kimliği. Son yıllarda ‘7 Güzel Adam’ın popüler olması sebebiyle tanınırlığı artan bir isim olsa da, sanatını, öykü dünyasındaki konumunu çoğu insan bilmez. Özdenören öykücülüğü nasıl bir değişime uğradı, içinde neleri barındırıyor, okumaya başlayan nasıl bir sıra takip etmeli gibi soruları, Yedi İklim dergisi Genel Yayın Yönetmeni Ali Haydar Haksal’la konuştuk.
VARLIK DERGİSİ ETKİSİ
Öykü yazmaya 1957 yılında Varlık dergisinde yayımlanan “Akarsu” adlı öyküsüyle başlayan Rasim Özdenören’in ilk kitabı Hastalar ve Işıklar, 1967 yılında yayınlanmıştı. 60’lı yıllar, hikayeciliğin kendisine yeni bir mecra bulmaya başladığı yıllara denk geliyor. Toplumcu gerçekçi yaklaşımın hakim olduğu bu süreçte Özdenören, materyalist bir anlayışla süren hikayeciliğe metafizik boyut kazandırarak yepyeni bir açılım getiriyor. Tabii ki bulunduğu dönem ve içinde var olduğu çevreden etkilenmediği düşünülemez. Gençlik ve başlangıç eserlerinde İkinci Yeni’nin ve Varlık dergisi gibi çevrelerin etkisinde kaldığını, “O yıllarda onları okuduğumuz için entelektüel olmanın yolunun solcu olmaktan, o çevrelerden beslenmekten geçtiğini düşünüyorduk” diyerek ifade ediyor. Fakat İstanbul’a gelmesi ve Diriliş dergisinde yazmaya başlamasıyla o dönemden çabuk sıyrıldığını söylüyor Haksal.
Rasim Özdenören öyküsünün başlangıç noktası kabul edilen “Hastalar ve Işıklar”, Diriliş dergisinde yazmaya başladığı dönemde çıkar. Sezai Karakoç’un “kasaba edebiyatı” nitelemesinin Özdenören’in bu kitabında karşılık bulduğunu söyleyen Haksal, “Kasaba edebiyatı dediğimiz, Batılılaşma süreciyle birlikte şehirleşme ve sanayileşme dönemi başladığından itibaren hayatın içine toplumcu gerçekçi bir oluş da giriyor. Fabrika çalışanları, işçiler, patronlar, köylüler, ağalar gibi. Bunlar daha çok materyalist düşünce bağlamında olduğu için metafizik ruha uzak kalınıyor. Daha çok içselleşmiş bir Anadolu ruhu diyebileceğimiz bir eser” diyerek anlatıyor ilk kitabını.
Ardından Edebiyat dergisi süreci başlıyor. Haksal, o dönemi ve eserlerini şu ifadelerle anlatıyor: “Diriliş çevresinden oraya geçişte, biraz toplumcu gerçekçiliğe yakın ama bir taraftan da metafizik tarafı olan, ölüm gerçeğinin metafizik bir yoğunlukla ‘Çok Sesli Bir Ölüm’ ve ‘Çözülme’ eserlerinde karşılığını bulan yeni bir dönemi başlıyor. Biraz daha hayatın içinde, diğer taraftan da Anadolu medeniyetinin ruhunu derinlikli veren eserler. Hayatın gerçekleri de işin içine giriyor. Buraya ‘Gül Yetiştiren Adam’ romanını da dahil edebiliriz.”
Ardından “Kuyu” ve “Hışırtı”yla başlayan cesur bir dönem. Ali Haydar Haksal bu dönemi, “Çok cesur yazılmış metinler olduğunu kendisine söylediğimde, ‘Bu cesurluk kavramını Atilla İlhan da kullanmıştı, bunu ikinci defa senden duyuyorum’ demişti. Bunu Rasim Özdenören öyküsünde zirve noktası olarak da görebiliriz. İnsan olmanın getirdiği, ama bazen bizim kendimize sınırlar tanıdığımız, ötesine geçemediğimiz anlar var. O bunları aşıyor” diyerek anlatıyor. “Aşkın Diyalektiği”ndeki öykülerde de o sınırları aşma cesareti göze çarpıyor.
“İmkansız Öyküler” dönemi ise kısa ve vurgulu minimal öykülerin yazıldığı dönem oluyor. “Adeta bir fotoğraf makinesinin flaşı patladığı o anın öyküleşmesi diyebiliriz” şeklinde tanımlıyor bunu Haksal. Rasim Özdenören okumaya yeni başlayan birisi, bu sırayı takip edip okursa, öykücülüğündeki değişimi daha rahat kavrayabileceğini de sözlerine ekliyor.