Türk sineması, uzun yıllar ciddi bir ilgiden mahrum kaldı. İlk ürünlerini geçtiğimiz asrın ilk çeyreğinde veren yerli sinema; uzunca bir süre, ilgili (aslında ilgisizlerce) küçümsenmiş ve halkın eğlence aracı olarak görülmüştü. Batı sineması karşısında girilen bu kompleks, son yıllarda etkisini yitirmeye başlasa da daha yapılması gereken çok iş var. Geçtiğimiz aylarda Küre Yayınları arasından çıkan, Biraz Mağrur Biraz Mağdur Türk Sinemasında Kahramanlar kitabının editörü Tuba Deniz de bu ihmal edilmişliğe dikkat çekerek başlıyor sunum yazısına. Deniz, ‘Üzerine yeterince düşünülmemiş, konuşulmamış konulardan sadece biri’ dediği Türk Sinemasında Kahramanlar kitabının öncelikli motivasyonunun mevcut literatüre katkı sunmak olduğunu dile getiriyor. Çalışmada; 13 yazarın farklı yaklaşımlarla ele aldığı ‘Yeşilçam Kahramanları’ aracılığıyla Türk sineması felsefi, psikanalitik ve sosyolojik yaklaşımlarla analiz ediliyor. Tahlil ve eleştiri elbette mühim ancak bu muhtevada çalışmalar, sıklıkla, ortalama okuru ‘ıskalama’ zaafıyla mâlul olurken kitabın bu problemin üstesinden geldiğini de söylemek gerek. Zira bütün bu bahsettiğimiz felsefi, analitik ve sosyolojik okumalar, seyrine doyamadığımız figürler aracılığıyla yapılıyor. Söz gelimi Türk toplumunun ataerkil ve devletçi bakışının sinemadaki temsili gibi aslında pek de ilgi duyulmayacak bir başlık; sevimli, tonton, babacan Hulusi Kentmen’in şahsında irdelenince işler değişiyor. Ünlü oyuncunun rol aldığı filmler, bu filmlerin konuları ve rol arkadaşlarına dair hatırlatmalar, hoş bir nostalji yaşatırken sayfalar arasında ilerledikçe tatlı sert, otoriter, mesafeli ancak son tahlilde uzlaşmacı ‘baba’nın tarihsel ve kültürel olarak temsil ettiği karakterle de tanışmış oluyoruz. Sinemada babaya biçilen rolü dönemsel geçişlerle takip ettiğimizde, giderek zaaf kazanan ‘babalık’ durumunun Babam ve Oğlum’da günah çıkarmasına şahit oluyoruz. Bir zamanlar olumlanan otoriteye itiraz zirveye çıkıyor ve ‘babalık durumu’ tamamıyla reddedilmese de ehlileşerek tüm çocuklarının huzurunda günah çıkarıyor. Paralel bir okumayla birey / devlet ilişkisine baktığımızda sözü edilen zihniyet dönüşümünün devlet / vatandaş ilişkisinde de karşılık bulduğunu görüyoruz. 80 öncesinin hayata nizam veren ‘ devlet babası’; sorgulanan, itiraz edilen ve nihayetinde vatandaşa hizmet sunmakla sınırlanan bir alana doğru itiliyor aynı yıllar içinde...
Yeşilçam filmlerinde, klişeler üzerinden ilerleyen akış boyunca kahramanın başına ne geleceğini en baştan tahmin edilebilir. Senaryoda kime hangi rolün düşeceği bellidir. Polis memuru, olay mahalline son anda yetişse de çözüme imzasını atar. Hulusi Kentmen karakterlerinde olduğu gibi, ülkenin kalkınmasında rol üstlenmiş zenginler son tahlilde müspet karakterlerdir. Anne her zaman masum ve adeta bir melek kadar iyi, baba otoriterdir... Ancak bu prototipler, ömürlerini 1970’li yılların sonunda doldurur. 80 sonrası yaşanan kültürel kırılma, Türk sinemasında da karşılık bulur. Bir sessizlik döneminden sonra ilk örneklerini 90’lı yıllarda veren yeni Türk sinemasının kodları, Yeşilçam’dan tamamıyla farklıdır. Sanayileşme, özgürlük hareketleri, 50’lilerde İstanbul’a akmayan başlayan taşralının artık görmezden gelinemez oluşu... gibi toplumsal mevzular sinemada yeni ifade biçimleriyle karşılık bulur. Melodramların naif kahramanları yerlerini daha gerçekçi, sert ve net karakterlere hatta yer yer antikahramanlara terketmiştir artık. Kitapta; bu kırılma dönemlerinin öncesi ve sonrasında ortaya konan örnekler üzerinden yapılan mukayeseler, toplumun geçirdiği dönüşüme ayna tutmayı sağlıyor. 90 sonrasında Yeşilçam’ın ‘iyi ve kötü’sü arasında oldukça geniş flu bir alan açıldığını görüyoruz.
Postmodern dönem olarak tarif edilen bu yeni dönemde, kavramlar yeni anlamlar kazanırken sinema da bu zihinsel dönüşümden nasibini alıyor. Ve artık hastalıklı, günahkar, ‘ikinci sınıf’ karakterler görmeye başlıyoruz beyaz perdede. Yeşilçam döneminde çoğunlukla ‘kutsal’ ve ‘makbul’ annelikle tasvir edilen kadın, yepyeni bir surette çıkıyor karşımıza. Hilal Turan, özellikle Atıf Yılmaz’ın başını çektiği kadın filmlerinde, Türk sinemasının o güne kadar iyi-kötü ikilemiyle sunduğu kadın temsillerinden farklı olarak; cinsel özgürlükçü, toplumsal değerleri sorgulayan kadın temsillerine geçildiğine dikkat çekiyor. Bu döneme imzasını atan isim de sürpriz değil elbette; Müjde Ar... Turan, “post-Yeşilçam döneminin yeni ikonu” dediği Müjde Ar’ın canlandırdığı karakterleri “Kadın olmaktan doğan haklarının peşinde, mücadeleci bir kadından çok seyredilesi, bakılası, 80’li yılların imaj patlamasına uygun biçimde kışkırtıcı” cümleleriyle tahlil ediyor. Bu yapımlarda, Yeşilçam’ın ‘kötü’ kabul ettiği serbest kadın, normalleşmek bir yana meşruiyyet kazanıyor. Bu dönemde geleneksel rollerle birlikte değer algıları da tartışmaya açılmıştır. Yeni kadın hareketi, o vakte kadar makbul kabul edilen iffet, namus gibi kavramları tartışmaya başlamıştır artık. Haz, zirvedeki yerine doğru yükselişe geçmiştir...
Kitapta yer alan ve içeriklerinden örnekler sunduğumuz; Türk Sinemasında Entelektüel Yabancılaşma, Tarihi ve Avantür Filmlerde Kahraman Miti, Baba; Yere Yığılan Kahraman, Patron Babamızın Tatlı Sert Halleri, Toplumsal Cinsiyet Bağlamında Kadir İnanır’a Bakış, Yeni Politik Filmlerde Kürt Kimliği, Şaban Karakteri Üzerine Bir Açıklama Denemesi, Post-Yeşilçam’ın Cinsel Özgürlükçü İkonu: Müjde Ar, Biraz Zalim Biraz Melek: Hülya Koçyiğit, Kutsallık ve Murdarlık Arasında Değişen Anne Temsilleri, Güzelleşen Çirkin Kızlar, Türk Sinemasının Hasta Erkekleri ve Başrolde İstanbul başlıklı makaleler, ilgi alanlarını sinemayla sınırlamış olsalar da sundukları tartışma zeminini genişletmek mümkün. Bundan sonrası okurun işi... İyi okumalar!