İlkokul beşinci sınıftayım. Eniştemin okumamız için bize emanet ettiği gardırop dolusu yüzlerce kitap arasında yeni bir çocuk kitabı arıyorum ama bulamıyorum. Sıkıntıyla diğer kitapların sayfalarını karıştırmaya başlıyorum. Derken gözüm iki cilt halinde Huzur Sokağı romanına takılıyor. İkinci cildin ilk sayfalarında ortaokula giden küçük bir kızın başörtüsü taktığı için yaşadığı sıkıntıları anlatan satırlar dikkatimi çekiyor. Kitabı ilgiyle bu bölümden başlayarak okuyorum. Böylece ülkemizdeki başörtüsü sorunuyla ilk kez bir roman aracılığıyla tanışıyorum. Bu romanın adını da yazarını da bir daha hiç unutmuyorum.
Gazeteciliğe başladıktan sonra uzun yıllar çeşitli vesilelerle Huzur Sokağı’nın yazarı Şule Yüksel Şenler’le telefonda konuşuyorum. Bir grup gazeteci arkadaşımızla yaptığımız ziyaret sırasında ise ilk kez yüz yüze tanışıyorum. Bizi karşısında görünce çok seviniyor. Uzun uzun sohbet ediyoruz.
1 milyondan fazla satan Huzur Sokağı romanıyla nesilleri etkileyen, binlerce kadının örtünmesine vesile olan ve bu kadınların üniversitelere, iş yerlerine başörtüleriyle girmeleri için ilk mücadeleyi başlatan Şule Yüksel Şenler’in hayatı aynı zamanda ülkemizdeki başörtüsüne özgürlük mücadelesinin de özeti gibidir. Şehir şehir dolaşıp konferanslar veren, gazete köşelerinde yazılar kaleme alan Şenler, halkın dini konularda yeniden bilinçlenmesi için gece gündüz çalıştı. Başörtüsüne özendirmek için moda dergilerinden ilhamla tesettürlü gelinlikler, günlük kıyafetler tasarladı. Bahçelievler semtindeki baba evinin kapılarını dini soruları olan kadınlara açtı, onlara dili döndüğünce Allah’ı ve Peygamberimizi anlattı. Zaman zaman yazdığı yazılar verdiği konferanslar yüzünden başı belaya girdi. Yargılandı, cezaevine girdi. Yaşadığı her sıkıntıya rağmen Müslüman bir kadın olarak her zaman başı dik ve mücadelesinden asla geri adım atmadı. Bu duruşuyla dindar kadınlara örnek oldu. 1950’li yıllara kadar bir avuç olan başörtülü kadınların sayısı 1960’lardan sonra hızla artmaya başladı. Okula alınmayan genç kızlar meydanlara çıktı ve sonuçta davalarında galip geldiler.
Geçtiğimiz hafta vasiyeti üzerine Eyüp Sultan Camii’den kalkan cenazesinde özellikle kadınlar dikkat çekiyordu. Onun açtığı yoldan ilerleyen, davasına sahip çıkan, kitaplarını okuyup sohbetlerine katılıp hayat çizgilerini tamamen değiştiren binlerce kadın Şenler ile vedalaşmaya gelmişti. Her birinde Şenler ile ilgili unutulmayacak anılar vardı. Kimi konferanslarına katılmış, kimi kitaplarını okumuş kimi ise evinde sofrasına oturmuştu. Ahret kardeşleri, manevi kızları, gönül dostları, yeğenleri oradaydı. Bu kadınlarla cenaze töreninden sonra Eyüp’teki taziye evinde buluştuk. Şenler’i, onun davasını ve dostluğunu konuştuk. Davasını emanet ettiği kadınlar Şule Yüksel Şenler’i anlattı.
Neriman Yıldırım’ın Şule Yüksel Şenler’le dostlukları 55 yıllık. “Ben onun ahret kardeşiydim, o benim ahretlik ablamdı” diyerek anlatmaya başlıyor. Neriman Yıldırım, Şule Yüksel Şenler’i ilk kez Bahçelievler’deki evindeki sohbetlerine katılınca tanımış. “Evine kadınlar, genç kızlar gelir giderdi. 200 metrekarelik eve o kalabalık sığmazdı da merdivenlere kadar taşardı” diyerek o günleri anlatıyor. “Hamarat biriydim, sohbetten sonra o evini toparlardım. Şule Yüksel de her seferinde ‘ne olur Nerimancığım yapma’ derdi ama söz geçiremezdi. ‘Ablacığım sen öyle insanlara hizmet ediyorsun ben de böyle’ derdim. Böylece bir süre sonra iki samimi abla kardeş olduk” diyen Neriman hanım bu dostluğun ileriki yıllarda ahret kardeşliğine uzandığını ve bir daha birbirlerinden hiç kopmadıklarını söylüyor.
Şule Yüksel Şenler iki evlilik yapıyor ancak ikisinde de mutlu olamıyor. O günlerin yine şahidi olan Neriman Yıldırım şunları anlatıyor: “İlk kocasından ayrıldığı zaman benim evime geldi üç ay birlikte yaşadık. Eşiyle barışması için aracılık ettim ancak o evliliği maalesef eşinden şiddet gördüğü için yürümedi. Ona yazılarını rahat yazabilmesi için bir odamı tahsis ettim. Maddi manevi her zaman yanında oldum. Zaman geldi birlikte aynı yatağı aynı odayı paylaştık.”
55 yıllık dostluğun son buluşması ise Şenler komaya girmeden önce hastane odasında olmuş: “Hastaneye yatırılmadan iki gün önce evine gittim. Uzun uzun sohbet ettik. Sonra hastaneye kaldırıldı. Hastaneye gittiğimde bitkin görünüyordu ama beni görünce sevindi. Yanına çağırdı yatağa uzandım ve orada eski günleri konuştuk, mutluydu. Ancak bir süre sonra komaya girmiş. Beş ay öyle yattı, ömrünün son yıllarında hastalıktan çok çekti. Zor bir hayat yaşadı ama hiç şikayet etmedi.”
Huzur Sokağı romanı kadar yönetmen Yücel Çakmaklı’nın bu romandan beyaz perdeye aktardığı Birleşen Yollar filmi de döneme damgasını vurmuştur. Bu filmin çekildiği günleri de Yıldırım hatırlıyor. Filmin bazı sahneleri Şule Yüksel Şenler’in Bahçelievler’deki evinde çekilmiş. Filmde Türkan Şoray’ın örtündükten sonraki sahnelerde şark usulü döşenmiş bir evde görürüz. İşte orası Şenler’in yaşadığı evmiş. Hatta evlerde şark usulü mobilya ile döşeme modasının öncüsü de Şenler’miş. “Türkan Şoray filmin çekimi için Şule ablanın evine gelirken başörtüsü takardı. Şenler o dönem pek çok siyasetçiyi, sanatçıyı da etkilemişti” diye anlatıyor Yıldırım.
Söz Huzur Sokağı romanından açılmışken “Ben de Huzur Sokağı romanının karakterlerinden biriyim” diye kendini tanıtan Güler Vanlıgil’e sözü bırakıyorum. 9 yaşında henüz ilkokul öğrencisi olduğu yıllarda tanışmış Şule Yüksel Şenler ile. Tanışma hikayesi ise şöyle:
“Koca Ragıp Paşa İlkokulu’nda Şule Yüksel’in en küçük kardeşleri Çiğdem ile arkadaştık. Annem mutaassıp bir hanım o yıllarda. Beni okula götürüp getirirken örgü işi küçük bir başörtüyü bana takardı. Bunu bilen ilkokul öğretmenim beni feci şekilde sınıfta döverdi. Başımı alır tahtaya falan vururdu öyle yıllarda biz çocuk olduk. Çiğdem’i de okula Şule ablanın diğer kız kardeşi Gonca abla getirip götürürdü. Bir de imamın kızı olan bir küçük kız daha vardı. Yani dışarda başını örten üç kız öğrenciyiz. Okul ayağı kalkmış durumda. Çünkü Şule Yüksel Şenler o yıllar herkes tarafından tanınıyor, mücadelesiyle biliniyor. Kız kardeşinin bizim okulda olduğundan okul yönetiminin de Milli Eğitim’in de haberi var. 1967 yılından bahsediyorum. Neyse sonuçta okul yönetimi ailelerimizi mahkemeye verdi. Babam ‘ben bunlarla uğraşamam’ dedi. Başımı açtım ama ilkokul diplomamı aldığım gün yeniden örttüm bir daha da açmadım. Çiğdem ise geri adım atmadı aynı şekilde okula gidip gelmeye devam etti. İşte Huzur Sokağı’ndaki Hilal’in hikayesi bizim bu yaşadığımız gerçek olaydan yola çıkılarak Şule abla tarafından kaleme alınmıştır.”
1960’lı yıllarda Şule Yüksel Şenler Fatih’te Soğanağa Camii civarında ailesiyle yaşarmış. Daha sonra da Bahçelievler’e taşınmışlar. Güler Vanlıgil ile Şenler’in en küçük kardeşi Çiğdem Şenler ile arkadaşlıkları devam etmiş. “Hayatıma yön veren kadın” diye Şenler’i anan Güler Vanlıgil dostluklarını da şu cümleyle özetliyor: “Kızkardeşi Çiğdem erken yaşta vefat etti. Şule abla beni hep en küçük kardeşi Çiğdem’in yerine koyardı. ‘Sizlerden gurur duyuyorum’ derdi.”
Tuba Şahin, Şule Yüksel Şenler’in yeğeni, kardeşi Çiğdem Şenler’in kızı. “Teyzeme aileden ilk desteği dedem vermiş” diye başlıyor anlatmaya: “Bahçelievler’de otururlarken teyzemin yazdığı yazıları dedem alır, yürüyerek Cağaloğlu’ndaki gazete bürosuna teslim edermiş. Sonraki destekçileri ise kardeşleri olmuş. “Özellikle de annem genç kızlığı döneminde teyzeme çok destek olmuş ancak evlendikten sonra bu desteği verememiş maalesef” diyen Tuba Şahin teyzesiyle ilgili anılarını da paylaşıyor bizimle: “Annemle teyzem arasında yaş farkı 18 olduğu için kardeşlikten öte anne kız gibi ilişkileri olmuş. Çok yakınmışlar. Biliyorsunuz teyzemin çocukları olmadı ama çocukları çok severdi. Annem çok erken yaşta evlenmiş. Doğduğumda ilk olarak beni teyzemin kucağına vermişler. Bebeklik dönemimde her ihtiyacımdan çok yakından ilgilenmiş teyzem. Öyle ki konuşmaya başladığımda ilk olarak teyzeme anne demişim. Bu bağ daha sonraki yıllarda da hiç kopmadı.”
“Benim teyzem hiç kimsenin teyzesine benzemezdi” diyen Şahin sözlerine şöyle devam ediyor: “Çevremdeki arkadaşlarıma bakıyordum. Kimsenin teyzesine benim teyzeme benzemiyordu. Çok çalışırdı çok yoğundu, evde olmazdı. Ben de ona sık sık yatıya giderdim. İkimizin ‘küçük kız’ adlı bir şarkımız vardı. Saçlarımı tararken bu şarkıyı söylemesini çok severdim. Sevgi doluydu. Hiç kimsenin kalbini kırmazdı. Biz yeğenleri ve kardeşleri dışında pek çok manevi evladı, ahretlik kardeşleri vardır. Emine Erdoğan da teyzemin ahretlik kardeşlerinden biridir mesela. Emine ablayı teyzemin evinden çocukluk yıllarımdan tanıdım. Her zaman teyzemin yanında oldu”
Saime Çalış, 1970’li yılların ortalarında Şule Yüksel Şenler ile tanışmış. Tanışma hikayesi ise oldukça ilginç. Tepebaşı Gazinosu’nda Müjde Ar’ın da katılacağı bir konuşma ve çekim olacakmış. Saime hanım arabaları olduğu için Şule Yüksel’i eşiyle birlikte konuşmanın yapılacağı adrese götürecekmiş. “Biz o gün arabada tanıştık Şule Yüksel ile bir daha da kopmadık” diye anlatıyor. O günkü gazinodaki konuşmanın asıl hikayesi ise şöyle: Başrollerini Müjde Ar ve Bulut Aras’ın oynadığı Lanet filminin yönetmeni Mesut Uçakan, Şule Yüksel Şenler’den yardım istiyor. Bir camide çekilen mevlid sahnesinden sonra Şule Yüksel ile Müjde Ar’ı Mesut Uçakan tanıştırıyor. Çalış’ın anlattığına göre o gün Şule Yüksel de Müjde Ar da kadınlara yönelik birer konuşma yapıyor gazinoda. Ar, Şenler ile nasıl tanıştığını anlatıyor bu konuşmada. “Şule Yüksel’in de Müjde Ar’ın da konuşması çok etkiliydi. Hatta biz o gün Müjde Ar’la ilgili yaşantısını değiştirecek örtünecek falan diye düşünmeye başladık. Çünkü çok etkileyici bir konuşma yaptı” diyen Saime hanım “Müjde Ar bir ara İslami yaşantıya çok heveslendi. Ama dönüş yapmaya cesaret edemedi” sözleriyle o günleri yad ediyor.
Şenler için ise şunları söylüyor Saime hanım: “Bir sahabe hayatı sürdü. Beyaz ve narin bir zambağa benzetirdim ben onu. Hem hocamızdı hem de örnek bir ablamızdı. Kendisinden insanlık ve İslamiyet adına çok şey öğrendik.”
Ravza Kavakçı Kan, Şule Yüksel Şenler ile ilk kez ablası Merve Kavakçı’nın milletvekili seçildiği dönemde yüz yüze tanışmış. “Başörtüsü için mücadele vermiş Şenler’i ablamla ziyaret ettik” diyen Kan, “Aslında annem Şule Yüksel’i çok yakından tanıyordu. Çünkü annemin zamanında İstanbul’da başörtülü münevver kadınların sayısı yok denecek kadar azmış, olanlar da birbirlerini bilirmiş. Binnaz Tuğ, Meliha Yalçıntaş, Fevziye Nuroğlu gibi hanımlar o yıllardaki ilk başörtülü hanımlarmış” diye anlatıyor. Kan, bu kadınların verdiği mücadeleyle ilgili de şunları söylüyor: “Henüz genç bir kadınken hapse girmiş Cumhurbaşkanı’nın affını kabul etmeyerek cezaevinde cezasını tamamlamış. Ceberrüt anlayışa karşı dimdik durmayı bilmiş. Zerafetinden, davasından, asaletinden vazgeçmeden mücadelesini vermiş tek başına ordu gibi bir kadından bahsediyoruz. Vefatından hemen sonra da defnedilirken de yanındaydım. Hanımefendi olarak geldi ve bir hanımefendi olarak da aramızdan ayrıldı. Şule Yüksel Şenler’in babasının bir sözü varmış. Bu sözü ablam buzdolabının kapağına yapıştırmıştı. ‘Benim kızlarım durmayacaklar takır takır çalışacaklar’ şeklindeki bu sözü hatırladım ve defin sırasında eğilip kulağına ‘durmayacağız kızların çalışmaya devam edecek’ diye fısıldadım.”
Mine Alpay Gün Bakırköy imam hatip lisesinde okuduğu yıllarda tanışmış Şule Yüksel Şenler ile. Lisede hem dergilerde yazıp hem de Milli Gençlik Vakfı’nda faaliyetler düzenlediğini anlatan Gün, “Adını sık sık Emine Şenlikoğlu’ndan duyardım. Bizim evin birkaç sokak ilerisinde oturduğunu öğrenince yaptığımız bir etkinliğe davet için kapısını çaldım ve o günden sonra bağımız hiç kopmadı” diye Şerler ile dostluklarını anlatıyor. “ O yıllarda Bahçelievler’den Güngören’e taşınmıştı. Evine gidip gelmeye başladım. Huzur Sokağı romanını Lise 3. sınıfa giderken okumam için imzalayıp vermişti. Aşkı, naifliği, şefkati, kadın kimliğimizle barışık olmayı ondan öğrendik” diyen Gün, Şenler’in yazıyla ilgili kendisine verdiği bir öğüdü de hatırlıyor: “Yazmaya hevesli bir genç olarak eline kağıt ve kalemi alarak şu tavsiyede bulunmuştu: İlham şu kağıt ve kalemin arasındadır. Eğer güzel yazılar yazmak istiyorsan şu kağıt ve kalemi elinden hiç düşürmeyeceksin demişti. Bu sözüne sadık kalarak ben de elimden kağıt kalemi hiç düşürmedim.”
Hastalığı döneminde yanında kalanlardan Ayşegül Akdeniz ise şunları anlatıyor: “Şule Yüksel Şenler ile tanıştığımızda 55 yaşlarındaydı. Fakat ruhen ve bedenen çok yıpranmış durumdaydı. O zamanlar da ciddi rahatsızlıkları sebebiyle bir süre hastanede tedavi görmüştü. Evinde ve hastanede refakat etmiştim kendisine. Zaman zaman hatıralarını anlatırdı bana. Zor zamanlarda büyük mücadeleler vermiş, çileler çekmiş mücahide bir insandı. Evlenene kadar çok verimli bir hizmet hayatı olduğunu, evlendikten sonra yaşadığı üzüntüler sebebiyle veriminin düştüğünü söyler ve hayıflanırdı bundan dolayı. Eş seçiminin önemini vurgulardı. Bana anlattığı hatıralarından en çok beni etkileyen, şu hadise olmuştu : Konferans sebebiyle şehir dışına çıkmış. Bakmış her yerde kendisiyle ilgili afişler. Çok hoşuna gitmiş. Sonra ertesi gün bir bakmış durup dururken sesi kısılmış. Eyvah demiş ben bu bozuk sesle nasıl konferans vereceğim? Ama duyurular yapıldığı için iptal ettirmek de istememiş konferansı ve “sesim berbat da olsa konuşacağım Allah için” demiş kendi kendine. Sonra konferans vermek üzere ağzını açıp konuşmaya başladığında bir bakmış sesi gayet güzel çıkıyor. Konferansı bitirmiş. Konferans sonrası bir bakmış ses yine kısılmış. Anlamış ki bu ona, nefsi ucba kapıldıgı için Allah’ın bir ikazı. Hemen tevbe etmiş ve her muvaffakiyetin Allah’ın yardımı ile olduğunu bir kere daha anlamış. Hitabet kabiliyeti müthişti. Hatıralarını anlatırken adeta yaşar gibi anlatırdı. Dinleyene de yaşatırdı o duyguları. Daha şimdiden sesini, sohbetini özledik. Allah, onu rahmetiyle kuşatsın”
Ayşe Yosunkaya, Şule Yüksel Şenler’in manevi kızı. Şule Yüksel’e anne diyor ve devam ediyor: “Ben 16 yaşımda yanına geldim bugün 31 yaşındayım. Birbirimizden hiç ayrılmadık”
Şenler’in hasta ve çok yalnız olduğu bir dönemde yanına taşınmış. “Çok çekingen biriydim. Bana özgüvenli olmayı, nezaketi, saygıyı, insanlara değer verip, sevmeyi annem öğretti. Anne diyorum çünkü ben ondan gerçek bir anne sevgisi ve şefkati gördüm. Geceleri yatağıma ‘iyi geceler öpücüğü’ ile gönderir saçlarımı okşar, sevgi ve merhamet gösterirdi. Yazar kimliğiyle değil onu bir anne, bir insan olarak tanıdım ve çok bağlandım” diye anlatıyor 15 yıllık anne kız ilişkilerini. “Ben onun yanında olmaya gönüllü oldum” diyen Yosunkaya şöyle devam ediyor:“Biz doğuluyuz annemin göstermediği sevgiyi onda gördüm. İnsanları sınıflara, yaşlara falan göre ayırmaz herkese aynı şekilde davranırdı. Geleceğime yönelik öğütler verir, zarif, özgüvenli bir insan olmam gerektiğini anlatır, yol gösterirdi. Bana hep cesaret verdi. İnsanlara bakış açımı değiştirdi. ‘İnsanların kötü taraflarına bakma kırılırsın, güzel ve iyi taraflarını görmeye çalış ki mutlu olasın’ derdi.”
“Kahvaltıda ona yerli ve yabancı klasiklerden yada fikir kitaplarından bölümler okurdum ya da birlikte klasik tasavvuf musikisi dinlerdik” diyen Yosunkaya şunları da ekliyor sözlerine: “Ben yanına 16 yaşında gittiğimde hiçbir şey bilmeyen çocuktum ama o bana hiç öyle yaklaşmadı, dostu arkadaşı gibi muamele etti.”
Eyüp Sultan’da toprağa verilmesinin hikayesini de Yosunkaya şöyle anlatıyor: “Hastaydı, Cumhurbaşkanı aramıştı. Ona ‘benim vasiyetim Eyüp’te gömülmek’ dedi. Erdoğan da ‘Rabbim hayırlı ömürler versin daha çok Şuleler yetiştireceksin abla’ dedi.”
Birkaç yıl önce Eyüp Sultan’a gezmeye gitmişler birlikte: “ Çok mutlu olmuştu. Necip Fazıl, Bekir Berk gibi pek çok dava arkadaşları burada yatıyor. O da dava arkadaşlarının yanında olmak istedi” Şenler’in şahit olduğu yaşamıyla ilgili ise gözyaşları içinde şunları söylüyor: “O kalabalığın içinde çok yalnız bir insandı. Büyük insanların büyük dertleri olur. İlk kar dağa yağar misali. O dağımdı, dağım gitti. Hastaneye bıraktığımda bana dedi ki’ Kızım eve git benim yokluğumu hissetmeyesin diye yatağımda yat, üzülme tamam mı? Sonra komaya girdi bir daha hiç konuşamadık.”