İslami tartışmaların ve mezhep tartışmalarının öz eleştiriden uzak benim fikrim doğru senin fikrin yanlış anlayışından temellendirilerek yapıldığı için pek çok açmazı da içinde barındırdığını dile getiren Prof .Dr. Ali Avcu, bu anlayıştan dolayı kendi düşünceleriyle yüzleşmiş, fikirlerinden dolayı eleştirilmekten korkmayan bir Müslüman toplumu inşa edebilmenin şimdilik mümkün olamayacağının altını önemle çiziyor.
Bâtınîlik-terör ve mehdîlik-terör ilişkisi üzerine araştırmalar yapan az sayıdaki akademisyenlerden Prof.Dr. Ali Avcu Ankara Sosyal Bilimler Üniversitesi İslami İlimler Fakültesi Temel İslam Bilimleri Bölüm Başkanı ve Din Hizmetleri Yüksek Kurulu Üyesi. İslam Mezhepleri, İmamiye, Bâtınîlik, İsmaililik, Karmatîlik, Din-Kültür İlişkisi, Bâtınîlik-Terör ilişkisi, Tasavvuf-Bâtınîlik ilişkisi gibi konularda yayınlanmış kitap, makale, bildiri ve çeviri çalışmalarıyla tanıdığımız Prof. Dr. Ali Avcu ile İslam düşüncesi etrafındaki ihtilafları, terör olaylarını ve mehdilik meselesini konuştuk.
- Hz. Peygamber döneminde herhangi bir konuda ortaya çıkan fikrî ayrılıklar onun mutlak otoritesi sayesinde çözüme kavuşturuluyordu. Ancak Hz. Peygamber’in vefatıyla birlikte Müslümanların, karşılaştıkları yeni meseleleri onun hakemliği olmadan çözmek durumunda kalması, tabiî olarak farklı fikirlerin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Hz. Peygamber’in vefatının ardından hilafet sorunu başta olmak üzere zamanla iman-amel ilişkisi, büyük günah, kader gibi temel meseleler tartışılmıştır. Başlangıçta yalnızca fikrî ayrılık olarak değerlendirebileceğimiz bu konular etrafında kurumsal yapılar oluştukça ihtilaf da derinleşmiştir. Zira ihtilafa konu olan mevzuda farklı bir söylem geliştiren gruba karşı bir itiraz süreci başlamış, bu süreç zaman zaman itham, karalama ve ötekileştirmeyi beraberinde getirmiştir. Yapılan itirazların sertliği, savunmanın da katılaşmasına sebebiyet vermiş, böylece farklılıklar adeta kemikleşerek kalıcı hale gelmiştir.
TARTIŞMANIN ÖZÜNDE KİŞİSEL ELEŞTİRİ YOKTUR
İslam toplumundaki pek çok ihtilaf konusu başlangıçta fikrî düzlemde ve beşerî bir sorun olarak ortaya çıkmıştır. Ancak tartışılan meselenin itikadi bir zemine kaydırılması, ihtilaf konusunu beşeri olmaktan çıkarıp dinî bir sorun haline getirmiştir. Böylece siyasi meselelerin dinî zeminde tartışıldığı ve dinle siyasetin iç içe girdiği kültürel bir düşünce geleneği ortaya çıkmıştır.
- Bir kere farklı mezhep mensuplarını ötekileştirmek için geliştirilen “fırak/ayrıştırma” dili, anlama değil itham etme ve “öteki”nin haksızlığı üzerinden kendi haklılığını ispat etme anlayışı üzerine inşa edilmişti. Zamanla bu bakış açısı hayatın her alanında yaygınlaşmış ve adeta “fırak” anlama biçimi Müslüman toplumun düşünme şeklini belirlemiştir. Bu düşünme biçimi kendinden ziyade “öteki”nin eksiklik ve yanlışlığına odaklandığı için özeleştiriye ve kendi iç sorgulamasını yapmaya müsait değildi. Tam tersine kendi grubunun mutlak doğruyu, hakkı temsil ettiği ve cennetlik olduğu ön kabulü üzerine inşa edilmişti. Bu çift kutuplu bakış açısı “üçüncü halin imkânsızlığı” ilkesiyle desteklendi. Buna göre bir şey ya doğru ya da yanlış olabilirdi. Üçüncü bir durum imkânsızdı. Bu anlama biçimi Müslüman toplumun “Ya ben de bazı meselelerde yanılıyorsam?” diye sormasını adeta imkânsız kıldı. Böylece kendisini mutlak doğrunun temsilcisi olarak gören, özeleştiriye kapalı bir anlayış her geçen gün derinleşip kemikleşti.
Günümüzde Müslüman toplumlar arasındaki ihtilafı derinleştiren temel mesele, “fırak/ayrıştırma” diline dayalı “anlama”, daha doğrusu “anlamama” sorunudur. Geçmişte üretilmiş beşerî bilgiyi mezhepçi bir bakış açısıyla “din”leştiren, kendisini mutlak doğrunun ve hakkın yegâne temsilcisi olarak gören, kendisi gibi düşünmeyenleri de bidat ve dalalet ehli ve cehennemlik kabul eden anlama biçimi günümüzdeki ihtilafların temel nedenidir. Zira bu anlama biçimiyle bir arada yaşayabilecek, farklılıklarımıza zenginlik olarak bakabilecek, özeleştirisini yaparak kendini geliştirip yenileyebilecek bir birey ve toplum inşa etmek mümkün gözükmemektedir.
SİYASİ REKABET MEZHEP ÇATIŞMALARINI ARTIRIR
Mezhepler dinin anlaşılma çabası neticesinde ortaya çıkmış beşerî oluşumlardır. Bu ekoller daha ortaya çıktıkları andan itibaren bir arada yaşayabilecek bir söylem arayışı içerisine girmişler ve bunda da büyük oranda başarı sağlamışlardır. Ancak farklı mezhep mensupları arasında ihtilafların derinleştiği dönemlerde siyasi rekabetin arttığına ve Müslümanların ilimde ve bilimde geriye gittiğine şahit olmaktayız. Tarihsel süreçte siyasi ihtilaflara dayalı olarak yaşanan acı tecrübeler ve kavgalar mezhep mensuplarının “öteki” ile bir arada yaşamasını zorlaştıracak bir bakış açısının İslam toplumunda yerleşmesine sebebiyet vermiştir. Bu bakış açısı 73 fırka hadisi üzerinden kendisini doğrunun yegâne temsilcisi gören, “öteki”ni ise cehennemlik ve bidat ehli olarak kategorize eden dar ve dışlayıcı bir anlayış ortaya çıkarmıştır. İslam toplumunun ilimde ve bilimde gerilemesi ve Batı toplumu karşısında siyaseten geri kalışına bağlı olarak bu tavır daha da katılaşmıştır. Elbette bu yaklaşım biçimiyle kendi anlayışını İslam’ın doğru yorumu olarak gören, ancak farklı yorumlara da saygı duyan, onlara farklı fikirlerini serbestçe tartışıp savunabilecekleri özgür bir ortam sunan, bu anlamda kendi düşünceleriyle yüzleşmiş, fikirlerinden ve eleştirilmekten korkmayan bir Müslüman toplumu inşa edebilmek mümkün gözükmemektedir. Bu durumdan çıkabilmenin yegâne yolu ise İslam’ın ana ilkeleri, çağımızın evrensel değerleri ve günümüz insanının temel beklentileri doğrultusunda yeni bir bakış açısı geliştirmekten geçmektedir.
Terör güçsüz muhalif grupların eylemidir
- Terör, daha ziyade güçsüz ve muhalif olan çevrelerin kurumsal devletlere karşı başvurdukları bir eylem biçimidir. İslam toplumunun on dört asırlık geçmişine baktığımızda Müslümanların güçlü ve hükümran oldukları dönemlerde İslam ve terör yan yana anılmamıştır. Ancak bu demek değildir ki İslam toplumunda teröre hiç bulaşan olmamıştır. Hz. Ali ve Emevîler dönemlerinde Hariciler, Abbasiler döneminde Karmatîler, Selçuklular döneminde Hasan Sabbah ve Alamut Nizarîleri çeşitli terör eylemlerine başvurmuşlar, bu eylemlerini de dinî argümanlarla desteklemişlerdir. Ancak 1400 yıllık uzun tarihsel süreç içerisinde Batı ile kıyasladığımızda bu örnekler oldukça sınırlı kalmaktadır. Bu nedenle Müslümanların güçlü olduğu dönemlerde İslam ve terör yan yana anılmamıştır. Lakin Osmanlı’nın Batı karşısında gerilemesine bağlı olarak Müslüman topluluklar sömürgeleştirilmeye başlamıştır. Siyaseten kaybeden Müslümanlar tarafından yeniden eski günlere kavuşmanın yolları aranmış ve pek çok farklı çözüm önerisi içerisinde en marjinal olanı teröre başvurmak olmuştur. Terör faaliyetinin meşru bir zemine oturtulabilmesi için dinî dayanaklara başvurulmuş, bazı zorlama yorum ve tevillerle terör caiz görülmüştür. Batı medyası olumsuz bir İslam algısı yaratmak için bu oldukça sınırlı ve marjinal tavrı ön plana çıkarmış ve medya gücünü de kullanarak İslam dini ile terör arasında organik bir bağ kurmaya çalışmıştır. Önemle ifade etmek gerekir ki, bugün İslam toplumlarında ortaya çıkan terör yapıları dini saiklerle değil de siyasi, iktisadi, sosyal vb sebeplerle ortaya çıkmış, cehaletten beslenmiş, dini argümanlarla asıl zeminini kamufle etme yoluna gitmiştir.
Kurtarıcı beklentisinin kökleri geçmiş çağlarda
Kurtarıcı beklentisinin sadece İslam dünyasında değil, Orta Çağ’ın bütün toplumlarında yaygın olduğunu söyleyebiliriz. Bunun en temel nedeni Orta Çağ’ın sosyopolitik ve kültürel atmosferidir. Zira Orta Çağ’da toplumlar genellikle krallık ve benzeri yönetim biçimlerine sahiplerdi. İslam toplumunda geliştirilen yönetim modeli de büyük oranda bu kültürel anlayışla uyum göstermiş; dört halife döneminde alternatif bazı arayışlar olsa da Emevilerle birlikte saltanat ortaya çıkmıştır. Dinî bazı delillerle sağlamlaştırılan bu yönetim modelinde hilafet belli bir soyun hakkı olarak görülmüş, halifeler ölene kadar yönetimde kalmış, halifeyi denetleyecek ciddi bir mekanizma geliştirilememiştir. Bu şartlar altında mevcut yönetimden memnun olmayan kitleler, iktidarın değişmesi için isyan etmekten başka alternatifleri kalmadığını düşünmüşlerdir. Bir devlete karşı yapılacak isyanın başarılı olabilmesi için de meşruiyetini dinden alması gerektiğine dair adeta bir uzlaşı ortaya çıkmıştır. Bu anlamda mehdici söylemler, yapılacak bir başkaldırının din üzerinden meşrulaştırılabilmesinin en kolay ve bilindik yollarından biridir. Muhalif kitleler, mehdinin gelişi için uygun ortam oluşturma, kıyametin kopması için çalışma, siyasi bir başarısızlığın mehdi söylemi üzerinden örtbas edilerek rövanşı ahir zamana bırakma ve benzeri söylemlerle taraftarlarını bir arada tutma ve motive etme yolunu tercih etmişlerdir. Bu sosyopolitik ve kültürel ortam, Ortadoğu toplumlarında mehdici söylemlerin yaygınlaşmasına zemin hazırlamıştır.
- Öte yandan iktidar çevreleri de mehdici söylemlerden geri durmamıştır. Ancak bu çevrelerde ortaya çıkan mehdi literatürünün muhalif söylemlerde olduğu gibi isyanı, öç almayı, devlet kurmayı ön plana çıkarmadığını, aksine mehdinin müceddid, kıyametin kopmasına neden olacak kişi ve benzeri şekilde algılandığı daha pasif bir tasvire yer verdiğini söyleyebiliriz.