Osmanlı İstanbul’u hem Avrupa güzergahında hem de Müslümanların hac yolu üzerinde olması hasebiyle pek çok seyyah, gezgin, derviş, yazar ve devlet adamının yolunun düştüğü gezip gördüğü kadim bir şehirdi. Bilindiği gibi İran’dan hacca gitmek isteyen bir hacı adayı Karadeniz üzerinden İstanbul’a gelir ve burada hac kafilelerine katılırdı.
19. yüzyılda bazıları modern yaşamı tanımak bazıları da hac vazifesini yerine getirmek yahut gezmek için İstanbul’a gelen İranlı yolcular, gezip gördükleri şehir hakkında çeşitli seyahatnameler kaleme aldılar. Kendi devirlerinde tanınmış İranlıların İstanbul üzerine yazdıkları Yasemin Asadi tarafından derlenerek okuyucuyla buluştu.
İranlıların İstanbul seyahatleri Osmanlı İmparatorluğu’ndaki gelişmelerden haberdar olmalarını, iki milletin karşılaşması ve temas kurması bakımından önem taşımaktadır. Gezginlerden münzevî dervişlere, yazarlardan devlet adamlarına kadar farklı kesimden İranlılar gezip görme imkânı buldukları 19. yüzyıl İstanbul’u hakkında kaydettikleri bilgiler şehrin tarihine farklı bir bakış açısı sunuyor. Bu anlatımlarda şehrin hanları, hamamları, tekkeleri, türbeleri, camileri, sarayları, kahvehaneleri, çarşıları, mezarlıkları, dar sokakları eşsiz biçimde okuyucunun zihninde canlanıyor.
İran şahı tarafından siyasi bir görev için Avrupa’ya gitmek üzere görevlendirilen Mirza Fettah Han Germrudi İstanbul’a gelen İranlı seyyahlardandı. Kısa bir müddet kaldığı İstanbul’da Sultan II. Mahmud’la görüştüğü gibi şehri de gezip dolaştı. İstanbul’un ihtişamına benzeyen başka bir yer görmediğini söyleyen Mirza, şehrin yumuşak bir havası olduğunu, dışarıdan bakıldığında gayet görkemli olan köşk ve binalarının çoğunun ahşaptan yapıldığını, Ramazan ayı olması hasebiyle gece boyunca sokaklarda kandiller yandığını ve her yerin gündüz gibi aydınlandığı söylemektedir.
Osmanlı Devleti, hac yollarının güvenliğini sağladığından dünyanın farklı yerlerinden gelen hacılar gibi İranlı hacı adayları da daha uzun fakat güvenli olan bu hac yolculuğunu tercih etmekteydi. Hac ibadeti için ülkelerinden ayrılan İranlılar, Bakü ve Batum üzerinden Karadeniz’e çıkarak İstanbul’a geliyor, burada birkaç gün kaldıktan sonra deniz yoluyla Süveyş’e ve ardından Mekke’ye ulaşıyorlardı. 1882’de Mirza Abdülhüseyin Han Afşar, 1875’te şehzade Ferhat Mirza, 1898’de Mirza Hasan Musevi İsfahanî hac yolculuğuna çıkmış ve İstanbul’a da uğramışlardı.
1887’de İstanbul’a gelerek çeşitli diplomatik görüşmelerde bulunan İran asıllı Hint Devlet Adamı Mir Layık Ali Han, dünyanın hiçbir yerinde etrafı köşkler, enfes binalar ve güzel camilerle dolu olan İstanbul Boğazı kadar güzel bir manzara görmediği ifade etmektedir. Bir ay kadar kaldığı İstanbul’da İran ve İngiltere büyükelçisinin Boğaziçi’ndeki yalılarında verdikleri davetlere katılır. Ayasofya Camii, Sultan Ahmed Camii, Topkapı Sarayı, Tepebaşı Bahçesi, Hünkâr Suyu ve Büyükada’ya gider.
İstanbul’a yolu düşen İranlıların arasında Nasıreddin Şah ve Muzaffereddin Şah’ın seyahatleri üst düzey resmi birer ziyaret olmasıyla diğerlerinden oldukça farklıdır. Avrupa’ya seyahat eden ve anılarını yazan ilk İran şahı olan Nasıreddin Şah, Avrupa’yı dolaştıktan sonra Şubat 1873’te İstanbul’a gelir. Beylerbeyi Sarayı’nda misafir edilen Nasıreddin Şah, maiyetiyle birlikte İstanbul’da sur içini, Boğaziçi’ni, adaları, Beyoğlu’nu ve Göksu’yu gezip görme imkânı bulur. Sultan Abdülaziz’in kendisi için Beşiktaş Sarayı’nda verdiği ziyafete katılır. Şah, Osmanlı devlet adamlarıyla görüşmelerde bulunduğu gibi yabancı ülkelerin temsilcileriyle de bir araya gelir. İstanbul’da Çırağan Sarayı, Ayasofya Camii, Topkapı Sarayı ve İran elçiliğini ziyaret eden Nasıreddin Şah, birkaç defa açıldıkları Boğaziçi’nin köşk ve yalılarına, havasına, manzarasına hayran kalır.
Babası Nasıreddin Şah gibi Avrupa’yı gezmeye hevesli olan Muzafereddin Şah da ilk Avrupa seyahatini gerçekleştirdikten sonra Ekim 1900’de trenle Sofya’dan İstanbul’a ulaşır. Hariciye Nazırı Tevfik Paşa tarafından karşılanan Muzafereddin Şah, Yıldız Sarayı’nda Sultan II. Abdülhamid tarafından kabul edilir. İstanbul’da kaldığı esnada ise kendisine tahsis edilen Şale Köşkü’nde ikamet eder. Muzafereddin Şah, birkaç gün kaldığı ve çeşitli temaslarda bulunduğu İstanbul’dan yine trenle ayrılır.
İstanbul’da bulunma amaçları ve sosyal statüleri birbirinden farklı olmakla beraber kitapta sözü edilen İranlı yolcular, kendi kültürleriyle karşılaştırarak kimi zaman hayranlıkla kimi zaman kınayarak Osmanlı payitahtına dair gözlemlerini aktarmışlardır. Bununla birlikte okuyucu, İranlıların Osmanlı günlük yaşamına dair daha detaylı gözlem ve tespitlerini merak etmekten geri duramıyor. Asadi’nin daha akıcı olması uğruna kitaba almadığını söylediği, seyyahların İstanbul’daki tarihi eserler hakkında verdikleri teknik bilgileri, günlük hayat rutinlerini ve kim oldukları hakkında herhangi bir bilgi vermedikleri insanlarla yaptıkları görüşmeleri atlaması önemli bir kayıp olarak görülebilir. Yine de yazarın bu hususları açık yüreklilikle dile getirmesi ve atladığı kısımları (…) ile göstermesi araştırmacıları yönlendirmek bakımından kıymetlidir. Kitapta alıntılanan her bir seyahatnamenin tam haliyle müstakil birer eser olarak Türkçeye kazandırılması kuşkusuz yerinde olacaktır.