Bugün 100. yaşını kutladığımız Türkiye Cumhuriyeti, yüzyıl önce ismini bildiğimiz ve bilmediğimiz yüzlerce kahramanın emekleriyle kuruldu. Bugün bu kahramanlardan tanıdığımız ve hatırasına sahip çıkmaya çalıştıklarımızdan biri de Atatürk’ün en yakın silah arkadaşlarından Kazım Karabekir. “Şark Fatihi” ve “Yetim babası” olarak anılan, Milli Mücadele ve Cumhuriyet’in kurucu kadrosu içinde yer alan Kazım Karabekir’in kızı Timsal Karabekir, “Karabekir Paşa’nın en büyük meziyeti vatan aşkıdır” diyor. Vatan sevgisini bir ibadet olarak gördüğünü söyleyen Karabekir, “Hiç kimsenin bundan farklı bir misyonu olamaz. Vatan sevgisi, ibadet demektir. Hepimizin bu vatana sımsıkı sarılıp, birbirimize kenet olmamız gerekir. Nasıl ki İstiklal Harbi’mizde tek bilek olarak ortaya çıkmış ve muvaffak olmuşuz. Bugün de her konuda birbirimize bağlanmamız lazım. Biz Türk evladı olarak, beşikten mezara kadar Türkiye Cumhuriyeti’ne hizmet etmeliyiz. Bu bizim borcumuz görevimiz ve ibadetimizdir. Her Türk evladının Türk vatanına, Türk bayrağına ve ezanımıza sahip çıkması lazım” açıklamasını yapıyor. Cumhuriyet’in 100. yılında Kazım Karabekir’in kızı Timsal Karabekir ile Erenköy’deki Kazım Karabekir Müzesi’nde bir araya geldik. Cumhuriyet’in ilk yıllarını ve babası Kazım Karabekir Paşa’yı konuştuk.
“Dünü unutma ki yarına hakkın olsun” sizin konferanslarınıza verdiğiniz isim. Geçtiğimiz hafta Ankara’daydınız. Bugün İstanbul’da bir takım programlara hazırlanıyorsunuz.Gelecek kuşaklar için dünü bilmenin önemi nedir?
Konferanslarıma bu ismi koymamın nedeni şudur: Geçmiş yıllarda Kars’ta Gazi Muhtar Paşa Konağı’nda gezerken bir levha gördüm. Sonradan yazık ki kaldırmışlar onu çok anlamlı bir levaydı. Diyordu ki, “Tarihini bilmeyenin coğrafyasını başkaları çizer.” Bunun üzerine bir saniye bile düşünseniz yeterli. Ne kadar tehlikeli bir durumdur, kişinin geçmişini bilmemesi… Şimdi bende burada diyorum ki, “Dünü unutma yarına hakkın olsun.” Yarın bu memleketten bir şeyler umuyorsan dününü hatırlaman gerek. O tarihlerde bizler yoktuk ama Osmanlı’nın son döneminde yaşanan ızdırabı yürekte hissediyoruz. Senin vatanın parçalanmış, önüne bir Sevr haritası çiziyorlar ve koca Osmanlı topraklarından sadece “Ankara ve etrafı Türkiye’ye yeter” diyorlar. Gerçekten de geçmişimizi bilmezsek “Senin tarihin buydu” diye yutturabilirler. Dolayısıyla coğrafyanı da kendileri istedikleri gibi çizerler. Ki Türkiye için dünya üzerinde buna çok hevesli insanlar var.
Geçmişte de böyleydi, bugün de yine bu değişmedi…
Coğrafi olarak da çok zor bir bölgedeyiz. Türkiye gibi topraklarda olduğumuz için çok şanslıyız. Bununla beraber çok göz var topraklarımız üzerinde. Her an herkes bir şeyler için Türkiye saldırabilir... Geçmişte bunları yaşamışız, gelecekte de olabilecek tehlikeye karşı “Dün unutma” diyorum ben. Bana göre en büyük acıdır. Çok utanarak o belgeyi gösteriyorum. Mustafa Kemal İstanbul’dan Samsun’a giderken İngiliz’in verdiği geçiş izni ile gidiyor. Bu ne kadar korkunç bir şey diyor, düşünebiliyor musun? Kendi vatanında İngiliz sana izin verirse bir yere gidebiliyorsun… Biz o günlerden bugünlere gelmişiz… O günleri göz ardı edip, unutmamız mümkün değil. Dolayısıyla o günleri çok iyi hatırlayalım ve bugüne sahip çıkalım. Kişi meşrebi itibariyle, fikri itibariyle değişik partilerin sempatizanı olabilir. Ama vatan bir tane. Dolayısıyla bizim bu vatana sahip çıkmamız, birbirimizle etle tırnak gibi birlikte olmamız gerekiyor.
Kazım Karabekir’in İstanbul’a çağrılmadan önceki hedefinin Nahçıvan’ı kurtarmak olduğunu biliyoruz. Bu anlamda Kazım Karabekir’in Türkiye’si, şu anki Türk topraklarının çok daha ötesi aslında değil mi?
Kazım Karabekir, Kars’a kadar kurtara kurtara geliyor. Erzincan, Erzurum, Sarıkamış, Kars’ı da kurtardıktan sonra daha ötesine niyetleniyor. Devlet ayrı olsa bile millet aynı. Oradaki Türk evlatları da Ermenilerden çok ıstırap çekti. Orada kalmadı ki daha düne kadar da neler yaşadılar? Dolayısıyla bizim topraklarımızın altında ve üstünde olan bütün değerlerimize sık sıkı sahip çıkmamız lazım.
Karabekir, Osmanlı’nın son paşalarından. Hem Cumhuriyet öncesinde kumandan hem de sonrasında siyasetin içindeki bir devlet adamı olarak görev alıyor. Osmanlı’nın son döneminde iyi bir eğitim aldığını söyleyebilir miyiz?
Kesinlikle iyi bir eğitim alıyor. Henüz küçük bir çocukken Mekke’de babasının vefatıyla yetim kalmış. Dolayısıyla İstanbul’a döndükten sonra o küçücük yaşında kendi çabasıyla Fatih Askeri Rüştiyesi’ne kendini kaydettirmiş. Karabekir’in asker olarak yetişmesinde ilk adımı Fatih Askeri Rüştiyesi’ne başlamasıdır. Daha sonra Kuleli’de ve Harbiye’de eğitim alıyor. Şimdi buralarda çok değerli hocaları var. Ve o hocalar “Bu sınıfın içinden bir tane lider yetiştireceğiz” diye düşünmüyorlar, “Bu sınıfın hepsi lider olacak” diye düşünüyorlar. Çünkü tabii ki Mustafa Kemal çok farklı ve hakikaten hepsinin lider olarak kabul ettiği bir insan ama o sınıfın hangi evladını alsan liderlik vasfı var. Öyle bir iyi eğitimden geçiyorlar ki. Mesela bakın aradan yüzyıldan fazla zaman geçmiş. Ben İngiliz okulunda okudum, inanın babamın öğrendiği lisanı hayatta kullandığı kadar ben İngilizcemi kullanamadım. Çünkü bir şeyler eksik geldi. Oysa babam askeri okulda Almanca, Rusça ve Fransızca’yı hakikaten ana dili gibi öğrenmişti. Arapçayı zaten babasının mesleği gereği Mekke’de bulunduğu dönemde okuduğu için biliyordu. Bulgarca ve Sırpça’yı da askerlik sırasında bulunduğu yerlerde öğreniyor.
Siz 1941 yılında henüz 18 yıllık bir devlette doğuyorsunuz. Tanık olduğunuz kadarıyla Cumhuriyet’in ilk yılları nasıldı?
Evet sahiden de yeni doğmuş Cumhuriyet’in ilk nesillerinden sayılırız. Ben 1941 doğumluyum. Özlem İnönü Hanım 1931 doğumlu. Biz İkinci Dünya Savaşı’nın sıkıntılarını yaşadık. Allah’a şükür İsmet Paşamız Türkiye’yi savaşa sokmadı. Tamam açlık yaşadık, perişanlık yaşadık belki ama evlatlar babasız kalmadı. Ama sıkıntılarını çekmedik mi? Çektik. Ekmeğimiz bile yoktu. Yeni doğmuş çocuğa kundak yapacaksın, kumaş yok. Bugün gençler bunları anlamıyor. Pazara gittiğin zaman her şey var önünde ama o gün hiçbir şeyimiz olmamasına rağmen şerefimizle borcumuz olmadan yaşadık. Çünkü Osmanlı’nın bütün borçlarını yeni doğmuş olan Cumhuriyet ödemişti. Savaş sonrası ortada olan insanlar ya sakattı ya da yaşlı. Gençler hemen hemen kalmamıştı. Ben çok iyi hatırlıyorum fotoğraflarını görmüşümdür, karınları şiş, küçücük bebekler… Her kötü hastalık mevcut ve buna karşılık beslenebilecek gıda yoktu.
İhtiyacı olana el uzatmayı bir aile geleneği olarak kabul ettiğini söyleyen Timsal Karabekir de bugün kurucusu olduğu Kazım Karabekir Vakfı ile öğrencilere burs imkanı sağlıyor. Karabekir, “Babam, ‘Bizde aile geleneğidir, ihtiyacı olana ihtiyacını vereceksin’ derdi. Özellikle çocuklara… Yani bir çocuğu aç, bakımsız, okuyamamış görüyorsan o çocuğa sahip çıkacaksın. Biz de bu vakfı kurulduğu zaman hayatta olan Hayat Ablam, ben ve Emel Ablamın kızı Gülden Gazioğlu ile bu vakfı kurduk. Vakfımızı kurduğumuz zaman ilk amacımız bizim babamızın kitaplarını çıkarmaktı. Çok şükür ki bunu gerçekleştirdik. Ayrıca hâlâ babamın geleneğini devam ettirerek yüz çocuğa eğitimi için burs sağlıyoruz” ifadelerinde bulunuyor.
Babası Kazım Karabekir Paşa’nın çok yönlü bir insan olduğunu kızı Timsal Karabekir şu sözlerle anlatıyor: “Şimdi bir bakıyorsun asker bir adam, yeri geldiğinde gereğini yapıyor. Bir yandan da şefkatli bir baba, öğretmen oluyor. O yetim çocuklarına kemanla marşlar besteliyor. Güftesi ve bestesi kendine ait. ‘Türk Yılmaz’, ‘Hür Vatan’ gibi pek çok marşı var. ‘Hür Vatan Marşı’ ile de İstiklal Marşı Yarışması’na katılmıştır. Müzikologlar bile bugün şaşırıyorlar, ‘Ne kadar sağlam bir müzik bilgisi var’ diye. Ben hatırlıyorum, Chopin de çalardı, Dede Efendi de. Yani hem alaturka hem de alafrangaya hakimdi. Ayrıca şiirleri ve şiir kitabı vardı. Her dönem itibariyle o günün olaylarını şiir olarak kaleme almış. Tüm bunlarla beraber yetim çocuklardan bir koro kuruyor. Aynı zamanda oyunları var. ‘Şarkılı İbret’ diye bir oyun kitabı var. Çocuklar için eğitici skeçler yazmış. Erzurum’da olsun, Sarıkamış’ta olsun ‘İbret Sahnesi’ adı altında sahneleniyor. Hanımlar ve beyler beraber gelerek bu oyunları izleyebiliyor.”
Kazım Karabekir’in görev bilerek baktığı yetim çocuklar var. Bu büyük bir sorumluluk. Onlara olan bu ilgisi nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bu Allah’ın ona bahşettiği bir şefkat. Kazım Karabekir, o kadar şefkatli bir insan ki. Doğu’da 6 bin erkek, 2 bin kız evladı var. Bunlardan fazla 3 bine yakın da Ermeni çocuk var. Bakın kendi çocuğu değil, kendi yetimi değil. Dövüştüğü insanın evladına babalık ediyor. Onların her birine kendinde ne varsa onu veriyor. Biz üç kız kardeşiz. Bununla birlikte 2 bin ablamız ve 6 bin ağabeyimiz var. Ben kefil olurum ki Karabekir’in evlatları yalan söylemez. Karabekir’in evlatları, harama el uzatmaz ve hak yemez. Kazım Karabekir’in yapmadığı şeyleri evlatları da yapmıyor. Bu çocukların çekilmiş ilk fotoğrafları arşivimizde mevcut. Ayaklarında ayakkabı yok, üstleri paçavra. Aynı evlatlar Karabekir’in himayesinde üç ay sonra “Gürbüzler Ordusu” olarak karşımızdalar. Kıyafetleri düzelmiş, yüzlerine kan gelmiş. Bu isimlerden daha sonra asker olanlar oldu. Eski Genelkurmay Başkanımız Cemal Tural Paşamız da Kazım Karabekir’in evlatlarındandır. Aynı zamanda Zeki İlter Paşamız da. Hayatta olanlarla tanıştık ama çoğu da öbür aleme göçmüştü. Dolayısıyla Karabekir’in evlatlarından kızlar olsun erkekler olsun onun değerleriyle büyüdüler. Bugün bütün Doğu’dan bana telefon açanlar ya hala ya da teyze der.
Siz de babanız çok erken yaşta kaybediyorsunuz. Babanız vefat ettiğinde yedi yaşındasınız. Onu nasıl böyle iyi tanıyorsunuz?
Ben 7 yaşını bitirdiğim doğum günümde babamı kaybettim. Özden İnönü, o günü anlatıyor. Babamın öldüğü gün onlar babasıyla beraber gelip beni aldılar. Cumhurbaşkanlığı Köşkü’ne götürdüler. Ben babamın öldüğünü bilmiyorum, söylemedi kimse. “Sana pasta yaptık” diyerek yaş günümü kutladılar. Ben o gece ben orada kaldım. Ben uyurken Özden İnönü, “Bu gece yanımda yatan bu küçük çocuk yarın nasıl bir hakikate gözünü açacak?” diye düşünmüş. Babam ile dolu dolu 7 yıl yaşadım. Ben doğduğumda babam milletvekili ve Ankara’dayız. Yaz tatillerinde İstanbul’a geliyoruz. O tarihte bütün bayramlar yaza rastlıyordu. Babamla geçirdiğim bayramlar tabi ki çok güzeldi. Bütün akrabalar bize gelirdi. Mesela bu köşkün en üstteki üçüncü katı tamamiyle gelen yatılı gelen akrabaların yatakhanesi gibiydi. Babam bana asla “Yalan söylemeyeceksin” demedi. Örnek oldu. Henüz beş yaşındaydım “Bu bahçede Timsal’e anaokulu açıyorum” dedi. Bana anaokulu eğitimleri verdi. O yaşta edindiğim bilgileri hayatımda hep kullandım. Benim bir şansım da babamın yetim evlatları için yazdığı “Öğütlerim” kitabıydı. Evlatlarına yapması/yapmaması gereken şeyleri tek tek yazmış. Beni çok etkileyen bir öğüdünde diyor ki, “Yüksek rütbeli birinin odasına girdiğiniz zaman arkadaki pencere size dokunuyorsa izin isteyip kapatabilirsiniz.” O küçük yaşta çocuğa kendine saygı duymayı, kendini korumayı öğretiyor. Çocuğu ezmeden nasıl eğitebileceğini hep etüt etmiş. Amerikalılar, Almanlar çocukları nasıl yetiştiriyor diye çocuk pedagojisi üzerine kitaplar getirtmiş. Babamın her zaman öğütlediği şeylerden biri de mutlaka günlük tutmak. Çünkü günlük tutarken kötü bir şey yazmak istemezsin. Böylece yapmayı da tercih etmezsin. Nefsini terbiye edersin.
Kendisi de uzun yıllar günlük tutmuş değil mi?
Okula başladığı yaşlardan beri tuttuğu iki cilt günlüğü vardır. Şimdi herhangi bir olayın hangi gün ne olmuş diye merak ediyorsan, tarihini bul, günlüğünü aç orada görürsün. Mesela beni Türk Ocakları’na Aydın’a çağırdılar. “Babam o gün ne yapmış?” diyerek günlüğüne baktım. Ne diyordu biliyor musunuz? “Aydın Türk Ocağı’nın ilk taşını bugün koydum.”