Yeni Şafak

Hayat sanat tabiat öyküleri

01:0015/03/2025, Cumartesi
G: 14/03/2025, Cuma
Yeni Şafak
Arşiv.
Arşiv.

Hâle Sert’in öykülerinde kuşlar, öteki hayvanlar ve bitkiler, bazen geleneksel anlatılarla ilişkilendirilse de çoğu kez yazarın kişisel dikkatlerinin, neredeyse bir bilim insanı ciddiyeti veya ressam titizliğiyle yürütülmüş gözlemlerinin eseri olarak karşımıza çıkıyor.

İbrahim Demirci

Kuşlar ve Geçmeyen Şeyler, Hâle Sert’in yeni öykü kitabı; Hece Yayınlarınca Şubat 2025’te okura sunuldu, 16 öykü içeriyor, 79 sayfa. Öykülerden önce şu epigrafı okuyoruz: “Kuşların kanat vuruşları geçmişi şimdiye teyelliyor ya da Kuşlar geçmeyen şeylerin dallarına konup kalkıyor.” İmzasız olduğuna bakarak bu aforizmanın yazara ait olduğunu düşündüm. Bu ifade de içerdiği anlam da hayli şiirsel. Kitabın içindeki metinlerde de buna benzeyen çeşitli şiirsel imgelere, söyleyişlere rastlıyoruz. İnsanın doğaya, doğadaki varlıklara bakarken taşa, ağaca, kuşa, dağa, denize, göle, ırmağa çeşitli anlamlar yüklediğini biliyoruz. Aisopos, bizdeki yaygın söylenişiyle Ezop (MÖ 620-564), ondan beş yüzyıl kadar sonra Beydeba, insana ilişkin pek çok gerçekliği hayvanlar âleminden devşirdikleri kahramanlar üzerinden dile getirdiler. Milattan sonra da Feridüddin Attar’dan La Fontaine’e pek çok şair ve yazar, bu geleneği sürdürdü. Böylece kurt ile kuzu, aslan ile tilki, yılan ile kartal, kendi yaratılışlarıyla bağı ve doğalarıyla tutarlılığı pekâlâ tartışmaya açık tiplerin veya karakterlerin temsili veya temsilcisi oldular. Fakat, neredeyse anonimleşmiş genel kabullere, meselâ “Kuzguna yavrusu şahin görünür.” atasözüne rağmen, oğullarına “Kuzgun” adını veren aileler görüldü; tembellik simgesi sayılagelen o böceği “Ağustos böceği bir meşaledir” diyerek yücelten Sezai Karakoç’u gördük.

KONUŞAN HAYVANLAR

Hâle Sert’in öykülerinde karşımıza çıkan kuşlar, öteki hayvanlar ve bitkiler, bazen geleneksel anlatılarla ilişkilendirilse de çoğu kez yazarın kişisel dikkatlerinin, neredeyse bir bilim insanı ciddiyeti veya ressam titizliğiyle yürütülmüş gözlemlerinin eseri olarak karşımıza çıkıyor. Bazen de teşhis (kişileştirme) ve intak (konuşturma) sanatlarının nesnesi olan o varlıklar, insana dair birtakım olguların simgesi oluyorlar. Bu son durum, yazarın bilinçli tercihinin sonucu olabileceği gibi okurun alımlamasıyla ortaya çıkan bir durum da olabilir pekâlâ. Örneğin, “Kuşların kanat vuruşları geçmişi şimdiye teyelliyor ya da Kuşlar geçmeyen şeylerin dallarına konup kalkıyor.” cümlesindeki “teyelleme”deki geçicilik veya iğretilik, geçmeyen şeyleri de güçten düşüren bir zaaf belirtisi sayılabilir mi? Yoksa, “Kuşların teyellediğini dikişinle sağlamlaştırmak sana düşer ey insan!” diyen bir incelik mi arayalım burada?

DERRİDA’YA İTHAF

Yazar, “Kargaların Mesaisi” adlı ilk öyküsünü Derrida’ya ithaf etmiş. Yapısöküm kuramını inşa eden Jacques Derrida (1930-2004) birbiriyle çelişir görünen yargıları metafizik sayesinde uzlaştırmaya çalıştı sanki. “Kargaların Mesaisi”nin anlatıcısının ilk paragrafta yazar olduğunu düşünmüştüm ama ikinci paragrafta servileri ve mezar taşlarıyla “dünyanın merkezi” olan mezarlıkta yatan ölüler olduğunu anladım: “Biz, servilerin altındayız, kemiklerimiz ağacın köklerine çoktan besin oldu. Ağacın hücrelerinde geziniyor, kozalaklarından tozlaşarak yeniden kendi mezarımızın toprağına saçılıyoruz. Yağan yağmurla diplere süzülüyoruz. Bedenlerimiz coşkuyla toza dönüşürken, isimlerimiz inatla bu döngüye katılmıyor. İçi boş mezarlarda sadece adlarımız yankılanıyor.” (s.9)

Keskin duyuşlu karga ile keskin bakışlı karganın dil, harf, ses üzerinden ilerleyen konuşmaları, dilin kaynağına ilişkin kuramları da hatırlatıyor. Yazarın yaklaşımı veya tercihi, şu cümlelerde karşımıza çıkıyor: “İsim, yazıldığı alfabeden bağımsız Tanrının kendi dilinde insanın kemiğine üflemesidir. İsim hiçbir alfabeye tekabül değil.” (s. 10)

Doğrusu, bu cümlenin yüklemi “mütekabil değil” olmalıydı, “tekabül etmez” de denebilir tabii. Geçici bir biçimden, bir işaretten ibaret olan harf ve alfabe, elbette ismin sümüvvüne eremez amma can kuşunun eğlendiği ten kafesi de değerlidir elbet.

İkinci öykü “Hav-va” da yine dil, kelime, ses çevresinde kurgulanmış, eğlenceli olduğu kadar dokunaklı ve acıklı ayrıntılar içeren bir metin. Kahramanımız Hav-va, annesinden ilgi ve sevgi görmemiş bir kızcağız: “Anne dilinden sürgünlük hâli hiç geçmeyince ana dilinde filiz vermişti. Bunun farkına ilk kez, düştüğü gün varmıştı. Köpek üzerine saldırdığında kaçarken tökezlemiş, düşmüş ve düşünce anne ya da anam yerine dilim demişti. Sonra annesini bir daha hiç aramamış, gitmiş kendisine bir sözlük almıştı.” (s. 13)


CAMİLERİN RUHU

Hav-va’nın akşam namazını kılmak için girdiği Beyazıt Camiinin kadınlar mahfilini tasvir eden cümleleri okurken orayı görmek arzusunu hissettim. “Nar kırmızısı halılara bastıkça yanakları pembeleşti. (…) Camiler insanlar düşüncelere, hayallere ve dualara rahatça dalabilsin diye kubbeliydi. (..) Camilerde saf saf, anne rahminde kıvrılmış insanlardı secde. İnsanın kelimesiz hâli.” (s. 14)

“Kaplumbağa”da hem o mübarek hayvanı hem de yazara bu öyküyü ilham eden o dirençli kadını tanıyoruz. On yaşındaki oğlunu ölüm meleğine kaptıran o kadın, “Allah verdi Allah aldı” demekle yetinir; yazarımızın son cümlesi harikadır: “Kabuğunun çeliğine öyle bir su verdin.” (s. 20)

“Guguk Kuşlarının Israrlı Ötüşü”nde hem o kuşlara ilişkin ilginç bilgiler ediniyorsunuz hem de aile içi şiddetin, ağabey zorbalığının bir örneğine tanık oluyorsunuz. Kuzeniyle plaja giden, onun mayosuyla denize giren ve yüzme bilmeyen bir kız, ağabeyinin baskınına ve şiddetine uğrar: “Abimin bu sefer köpek balığı kılığına gireceğini tahmin edememiştim. (s. 22)

“Kılçık”, kitabın en uzun öyküsü (s. 24-35) Kamu bürokrasisine ve kurumlarına, yöneticilerine, şeflerine, sekreterlerine, hizmetlilerine, katlarına, asansörlerine, binalarına, döşemelerine ilişkin çarpıcı tespit ve gözlemlerin sergilendiği, trajik, komik, trajikomik ve utanç verici davranışların geçit resmi yaptığı, anlatıcı kahramanın kendisini ve davranışlarını iğneleme inceliğinden geri durmadığı bir metin. Öyküye adını veren “kılçık”, o büyük kamu binasını çevreleyen kavak ağaçlarının kış gününde göğe uzanan çıplak dallarının müşebbehün bihidir. Aynı kavak dalları, “altıncı katta çalışmaya başladığı” için “başı göğe eren” kahramanımıza bakın, nasıl görünür: “Artık kavakları yukarıdan görüyordum, buradan bakınca kavaklar kılçık değil, beyaz kâğıda karalanmış şiirdiler. Ya, dedim içimden, hayat güzel ve hayatta güzel şeyler de olur.” (s. 31)

“Mehmet”, her ne kadar öyküye adını vermişse de bize onu olduğu kadar eşi Nermin’i de tanıtan bir metin. Tuhaf ama gerçek denebilecek bir evlilik hikâyesi: “… bir karı kocadan ziyade ara sıra birlikte oyun kurabilen, kolaylıkla oyunu bozan, birbirlerine sırtlarını dönüp yatan iki çocuk.” (s. 38)

“Bülbülün Ormanı” hacdan dönmüş komşu kadını ziyaret eden kadın kahramanın yaşadığı büyük hayal kırıklığını düşlerine sığınarak onarma çabası sanki. Hac izlenimi olarak “aşırı sıcak ve yorgunluktan başka” bir şey getirmemiş olan komşu kadını yazarımız, kınamak veya eleştirmek yerine anlamaya çalışmayı tercih eder: “Hayat çok yormamıştı onu. Okul bitmiş evlenmiş, basit bir memurluğu kotarmış, bir kız bir oğlan doğurmuştu. Eşi emrine âmâde, uyumlunun da uyumlusuydu. Hayatını hata yapmamak üzerine kurmuştu sanki.” (s. 42).

Sonraki öykülerin adları: Gül Kokuları, Tarla Kuşu, Serçe, Söğüdün Karnı, Uzun Beyaz Saç Teli, Pırıltı, Ben Olsam, Budanan, Odam.

Hale Sert, bize hayata, sanata, doğaya, insan ilişkilerine dair çok sayıda güzellik sunuyor.



#Aktüel
#Hayat
#Edebiyat
Yorumlar

Merhaba, sitemizde paylaştığınız yorumlar, diğer kullanıcılar için değerli bir kaynak oluşturur. Lütfen diğer kullanıcılara ve farklı görüşlere saygı gösterin. Kaba, saldırgan, aşağılayıcı veya ayrımcı dil kullanmayın.

Henüz yorum bulunmuyor

İlk yorumu siz yapın.

Kapat

Günün en önemli haberlerini e-posta olarak almak için tıklayın. Buradan üye olun.

Üye olarak Albayrak Medya Grubu sitelerinden elektronik iletişime izin vermiş ve Kullanım Koşullarını ve Gizlilik Pollitikasını kabul etmiş olursunuz.