İsmet Prcic, geçtiğimiz ay, benim de öğrencisi bulunduğum Portland Community College’in yazar evinin konuğuydu. İsmet, on dokuz yaşında Bosna’dan ayrılıp Amerika’ya yerleşmiş bir yazar. Paramparça romanı, 2015 yılında Pegasus yayınları tarafından basıldı. Görkemli Düşler filminin senaryosunu Malik Vitthal’le birlikte kaleme aldı. Onun ismini ilk kez, editörlük ve yayıncılık dersi hocasından duydum. Yıllardır Portland’da yaşayan İsmet, şair Carolyn Moore tarafından PCC’ye bağışlanan evin misafiri olacaktı. İsmet’le kitapları, yeni projeleri ve göçmenlik üzerine sohbet ettik.
Roman kahramanına ismimi vermem hem doğal hem de hesaplanmıştı. Yeni ülkemi anlamaya çalışırken Amerikalıların kitapları kurmaca ve kurgu dışı olarak ikiye ayırdıklarını fark ettim. Amerikalı okuyucuların gerçekliğe takıntısı var. Ne zaman bir yazar dinletisine gitsem ona sorulan ilk soru, “Kitabınızın ne kadarı gerçek?” oluyordu. Anılar, kurmacadan daha popüler görünüyordu. Bunun Hollywood filmleri ve mutlu sonların popülerliğiyle ilgili olduğunu düşündüm. O zamanlar, bir kişi bir anıyı okuduğunda, anı yazarının o noktaya kadar hayatlarının önlerine getirdiği her şeyi başardığını ve böylece kitabın sonunda hayal kırıklığına uğrama olasılığının daha düşük olduğunu gördüm. Paramparça’nın kahramanına kendi ismimi vererek bir anlatının içinde insanın kendini her zaman güvende hissetmesi gerektiği fikrini engellemek istedim.
Paramparça kitabı, belirli bir yaşta mülteci olmanın ve kendine özgü içsel bir çatışmanın derinlikli halini bir okuma serüveninde yakalama girişimimdi. Göçmen hayatı, hele de mülteciyse cehennemden farksızdır. Çoğunlukla kişi iki farklı yerde, aynı anda var olur. Oldukça farklı aralıklarla bir dilden diğerine, bir kültürden diğerine uyandığınız tuhaf bir rüya gibi. Bazen bunun etkileri heyecan verici, aydınlatıcı ve tesadüfi olurken; bazense kafa karıştırıcı, ayrıştırıcı ve korkunç etkilere yol açıyor. Boşnak babanızı, bir süpermarkette dondurma sırası beklerken görüyorsunuz ve belli bir süre bilinçli bir çaba sarf edip hangi parçanızın nerede olduğunu çözmeye çalışıyorsunuz. Beyin mi, göz mü Bosna’da? Ama bu sadece bir his. Eğer Boşnaklar ve Amerikalılar bir aradaysa, bu daha aldatıcı bir hal alıyor. Birçok göçmene “Geri dön!” dendi. Amerika’da bu düşüncenin birçok farklı örneğini duydum. Ama bunu 2019’da Bosna’yı son ziyaretimde Saray Bosnalı bir taksi şoföründen duymayı gerçekten beklemiyordum. Havaalanından beni almıştı ve Amerika’dan ailemi ziyarete geldiğimi anladığı anda, ailem ne derse desin asla Bosna’da kalmamam konusunda beni uyarmıştı. Sinyal vermeden şerit değiştirip dikiz aynasından gözlerimi buldu ve - ikinci sınıf Hollywood filmlerindeki Rus mafyası gibi.
Şans eseri yazar oldum. Tabii Boşnakça yazdığım (berbat) şiirler, aptalca skeçler ve tek perdelik oyunlar vardı ama bunun benim öncelikli sanatım olduğunu düşünmemiştim. Her zaman oyunculuğa tutkuluydum. Tiyatro hayatımı kurtardı. Askere alınmıştım ve bir tiyatro grubuyla Edinburgh Festivalinde oynamak üzere İskoçya’ya giderek savaştan kaçtım. Kendimi Amerika’da bulunca, doğal olarak, bu tutkunun peşinden gittim. Hesaplayamadığım şey aksanım oldu. Hiçbir büyük tiyatro gösterisinde rol almadığımı fark etmeye başlayınca iş başa düştü. Boşnak göçmenlerin İngilizce konuştuğu İngilizce oyunlar yazdım. Sonra bunları yönetip, sahnede rol aldım. Bunca yıl sonra, yazma konusunda daha iyi hale geldim. Tiyatro Sanatları bölümünden mezun olduğum an bir kriz yaşadım. Trene atlayıp Malik’in yanına Los Angeles’a gittim. Ona, Amerika’da kariyer seçimi söz konusu olunca fazlasıyla hor görülen bir alanda çalışmayı seçtiğim için ödümün koptuğunu anlattım. Bana bir yıl boyunca, başka bir yan dalda okumamı tavsiye etti. Yan dal olarak yaratıcı yazarlık bölümünü seçmiştim. Paramparça romanının ilk müsveddelerini o zaman yazdım.
Görkemli Hayalleri Malik Vitthal’le birlikte yazdık. Kaliforniya’daki öğrencilik yıllarımdan arkadaşımdı. Tabii meşhur insanların ekranda sizin kelimelerinize can vermesi gerçeküstü bir durum ama benim o cenahtaki neşem bu kadar. Senaryo yazımı, kurmaca yazımından farklı bir yaratık. Onu disiplinli olduğu için seviyorum, (çünkü ben değilim.) İş birliği yapmanız gerekiyor, (ben insanlardan uzak durmamla tanınırım.) Tiyatro kadar alçakgönüllü olduğu için insanı daha büyük bir işin küçük bir parçası olmaya zorluyor; bu benim karakterimdeki biri için zor bir durum. Ama insanın sadece rahatlık aramaması gerektiğini öğrendim. Hayatımın büyük bir bölümünü kendimden ayrışmaya varana dek, dertten ve acıdan kaçarak geçirdim. Bu ilk bakışta sadece gerçeklikten kaçıştı. Malik’le beraber korku, aksiyon, gerilim türlerinde birçok senaryo yazdık ama bunların hiçbiri filmleşmedi çünkü hep başkalarının zevklerine göre hikayeler yazan birer kalfaydık. Malik kendi kalbine yakın, geçmişinden kurtulmak isteyen genç, eski bir gangter olan, kötü şöhretli Güney Los Angeles’ta düşük gelirli konutlarda yaşayan biri hakkında film yapmaya karar verdiğinde talih yüzümüze güldü ve Sundace Senaryo Lab’e girdik. İlk başta beyaz bir göçmenin, siyahi deneyimi hakkında yazmasının doğru olmayacağını düşündüm. Ama sonra gençlik yıllarımın Tuzla’daki Sovyet tarzı binalar arasında, silahlı insanlarla çevrelenmiş sokaklarda, yaralanma ve ölüm korkusuyla geçtiğini gördüm ve bu, kaleme aldığımız adamın ruhuna doğru yol almamı sağladı. O da benim ve sosyal konutlarda yaşayan birçok Amerikalı gibi travma sonrası stres bozukluğu yaşıyordu. Dünyanın iki ayrı ucunda yaşayan iki dostu travma birleştirmişti. (Tuzla ve Los Angeles dokuz saat dilimi uzaklıkta.) Travmaya maruz kalınan, travma hakkında konuşulan, travmayla bütünleşen bir iş oldu. Kötü bir şeyi iyileştirmek için en derin yaralarımızı açmak zorundaydık.
Bugünlerde, Paramparça’yla başlayan travma hakkındaki bir üçlemenin ikinci kitabını bitirmek üzereyim. Yeni romanım “Unspeakable Home,” yaşadığım ilk travmaları defederken maruz kaldığım diğer travmaları ele alıyor. Tıpkı Paramparça gibi ikinci kitap da yapısı ve doğası gereği ikili ve ikiye bölünmüş: A(merikalı) taraf ve B(oşnak) taraf. A bölümü, kahramanın Amerikalı karısının evlilikleri boyunca okumaya ve yorumlamaya istekli olduğu hikayelerden oluşuyor. B bölümüyse, eve çok yakın olduğu için karısının kaldıramadığı yazılardan derlendi.
İlerde yapmak istediklerime gelince; bir gün gün yüzü görecek daha kişisel bir senaryo yazmak istiyorum. Arkadaşım Dacho (Davor Marjanovic) Paramparça romanından uyarlanan bir senaryo kaleme almama yardım etti. Ama böyle filmler için yapımcı bulmak kolay değildir. Belki bir televizyon dizisine dönüşme ihtimali var. Birçok senaryo yazılıp bekliyor, bekliyor, bekliyor.
Bunun göçmenlikle bir ilgisi var mı bilmiyorum ama ben hep insanlarla yaşadım. Enerjimi her zaman mevcut enerjilerle birleştirdim. Başkalarıyla beraber yaşamayı öğrendim. Ebeveynlerimle, akrabalarımla, oda arkadaşlarım ve sevgililerimle aynı yeri, rüyaları ve havayı paylaştık. Covid 19 olmasaydı bu konutu da başkalarıyla paylaşacaktım. Hayatımda ilk defa, kırk dört yaşımda bütün bir ayı tek başına geçirme imkânım oldu. Boş bir alanın tadını çıkarmak, havayı başkalarıyla birlikte solumadan yaşamayı öğrenmek zamanımı aldı. Kalbimi gerçekten geren ve ruhuma mütevazılık katan bir deneyimdi. Bunu bir lütuf ve ihtiyacım olan bir alıştırma olarak kabul ediyorum. İster inanın ister inanmayın, Oregon’da geçirdiğim on üç yıldan sonra bugün – okuduğunuz satırları kaleme aldığım gün- Kaliforniya’ya taşınıyorum. Kendi başıma yaşamaya gidiyorum. İki valizim, bir kutu kitabım, hayallerim ve bir duam var. Ve tabii ki, bir hayat. Hayattayım.
Her şey dedemin kütüphanesiyle başladı. Kendisi komünizm döneminde yaşayan bir imamdı. Bu onu partiye katılmak, okul sekreteri olarak çalışmak ve Allah’tan korkan bir adam değilmiş gibi davranmak zorunda bırakıyordu. Ara sıra devlet ajanları onu kontrol eder ve evi nasıl yönettiğini izlerlerdi. Bu sebeple dini kitapların, komik Nasreddin Hoca fıkralarının yanı sıra kütüphanesinde ciltler dolusu popüler Batılı romanları, “The Communist”in kahrolası her sayısını barındırıyordu. Hayatı boyunca onları bir kenara atamayacak kadar travmatize olmuştu. Annemin şehirli kütüphanesinin buna tepki olarak doğduğuna inanıyorum. Annemin kitaplığı Vedas’tan Asimov’a kadar her türü barındırıyordu. On iki yaşındayken bu raflarda Herman Hesse’in Bozkırkurdu’yla karşılaştım. Meşhur “Sadece Kaçıklar İçin,” bölümü kışkırtıcı, kırmızı bir mürekkeple yazılmıştı ve tüm bunların neyle ilgili olduğunu görmem gerekiyordu. Hesse’nin esrarengiz sahnesine girince, hayatımızı sanatla geçirmenin yalnızca yaklaşabileceğimiz ve asla gerçekten ulaşamayacağımız cevaplar arayışının saf deliliğine tutuldum. Ona yönlendirildiğimi hissettim. Bu gerekli ve heyecan verici bir farkındalıktı. Daha sonra Gabriel Garcia Marquez, Samuel Beckett, Marguerite Duras, Rikki Doucornet, John Edgar Wideman, Sarah Kane… rehberlerim oldu.