Edebiyat dünyasının merakla beklediği Nobel Edebiyat Ödülü bu yıl Amerikalı şair Louise Glück’e verildi. Ödülün her yıl olduğu gibi popüler bir “roman” yazarına verilmesi bekleniyordu fakat Nobel komitesi yine herkesi şaşırttı. 77 yaşındaki Louise Glück, “Sade ve süssüz güzelliği ile bireysel varoluşu evrensel kılan kusursuz şiirsel sesi” gerekçesiyle ödülün sahibi oldu.
Kararın açıklanmasının ardından Türkiye’de herkes Glück’i araştırmaya, kitaplarını aramaya koyuldu. Zira Glück, Türkiye’de pek tanınan bir isim değil. 1993 yılında Pulitzer Şiir Ödülü’nü kazanmasının hemen ardından “Seçme Şiirler” adıyla tek bir kitabı yayımlanıyor. Kendisi de bir şair olan, öyküden denemeye pek çok esere imza atan Güven Turan’ın çevirisiyle dilimize kazandırılan derlemeye bugün ulaşmamız çok zor. 1994’te Yapı Kredi Yayınları tarafından basılan kitabın baskısı bir daha yapılmamış. Glück’i Türkçeye çeviren tek isim olan Güven Turan şu sıralar geniş bir derleme hazırlığı içinde… Peki Turan Glück ile ne zaman ve nasıl tanıştı? Şiirin çeviri serüveni nasıl başladı? Detayları Turan ile konuştuk…
Bana göre Louise Glück izlediğim şairler içinde bu ödülü hak eden biri. (Yeri gelmişken Glück Almanca gibi söylenmiyor Amerikancada, “Glıck” diye söyleniyor). Tek isim diyemem elbette, gene de yıllardır izlediğim, hiçbir kitabını kaçırmadığım ve okurken heyecanlanıp çevirdiğim bir şair. Sevindim ödül almasına.
1966 mı 1967 mi derken gerçek tarihi tespit ettim sonunda: Ben Glück’le 1968 yılının başlarında çıkmış olan Paul Carroll’un hazırladığı The Young American Poets (Genç Amerikan Şairleri) adlı antolojide “tanıştım”. İlk kitabı First Born (İlk Doğan) da aynı yıl çıktı ve epey uğraşarak kitabı getirttim. O zamanlar kolay değildi yabancı kitapları getirtmek şimdiki gibi. Bütün beni yakalayan şairlere yaptığım gibi hemen birkaç şiir çevirmiştim o antolojiden. “Bir şiiri anlamanın en iyi yolu onu çevirmektir” sözüne inanırım, yeniyetmeliğimde okuduğumdan beri. Sonra her kitabı çıktıkça getirttim, yurt dışına gidişlerimde aldım, içlerinden şiirler çevirdim. Bunlardan bir kısmı dergilerde de çıktı o yıllarda.
1994’de Seçme Şiirler kitabı çıktı. İçindeki şiirlerin en az yarısını işte o 1968’den 1992’de çıkan Wild Iris (Yaban Süsen) kitabına kadar olan bütün kitaplardan seçerek çevirmiştim bile. Bir konuşmamız sırasında Selçuk Altun’a bundan söz edince, Glück’ı onun da sevdiği ortaya çıktı. Onun teşviki ve desteğiyle (Selçuk Altun o yıllarda Yapı Kredi Yayınları’nın üst yönetimindeydi ve ben henüz orada danışmanlık yapmaya başlamamıştım) kitap yayımlandı. Etkilenme meselesine gelince: Glück benim yaşıtım ve kuşaktaşım. Aslına bakarsanız şiirlerimiz “formal” olarak birbirinden farklı. Sevdiğim bütün şairler gibi bende bir şeyler bırakmıştır ama etkilendiğimi söyleyemem. Okumaktan zevk alıyorum, daha ne isterim!
Doğal olarak üzerine pek bir yazı, eleştiri çıkmadı diye hatırlıyorum. Zaten öyle ortalığı velveleye verecek bir şair değildir. Popüler olacak bir şair de değildir. Zaman zaman ondan ilgiyle söz eden şairlerle, yazarlarla, okurlarla karşılaştığım oldu.
Glück şiirini ilk kitabından sonra ağır ağır değiştirdi. Doğaldır bu. İlk kitaplarında daha kapalı bir dili vardı. Daha kısa dizelerle yazıyordu. Sonraları dizeler uzadı. Ama temeldeki dil titizliği, yoğunluk, anlatımcı şiirlerde bile kendini belli eden lirizm, “ben” anlatımını çok katmanlı bir varoluş sorunun etrafında kurması her zaman vardır şiirinde. Glück Robert Lowell gibi, Anne Sexton gibi, Frank O’Hara gibi “itirafçı” şairlerden değildir. “Ben” dediğinde bir personanın, bir maskenin ardından konuşuyor olabilir. Bir William Carlos Williams, bir Louis Zukofsky, bir Charles Olson değil kuşkusuz ama özün bir şair.
Benim böyle seçimlerim yoktur. Listeciliğim de yoktur. Yani bana “en sevdiğiniz on Amerikan şairini say” derseniz örneğin, yanıtlayamam sizi. Çünkü benim sevdiklerim o anki mizacıma, duruma hatta hava durumuna göre değişir. Gene de ondan ilk okuduğum ve ilk çevirdiğim “Cottonmouth Country” şiiri hep aklımdadır. Bu şiirin çevirisini alıntılamak isterdim ama ne yazık ki İstanbul dışındayım, Seçme Şiirler yanımda değil.
Sık sık yaptığım gibi Seçme Şiirler çıktıktan sonra da yeni çıkan kitaplarını okurken oradan çeviriler yaptım. 1998’den sonraki uluslararası telif yasasına katılışımız bu tür derlemeleri, antolojileri inanılmaz zora soktu. Alınacak şiirleri tek tek belirtmek ve telif ödemek gerekiyor. Geçtiğimiz şubat ayının sonlarında Yapı Kredi Yayınları, kitabı genişletme kararı almıştı. Ben bir liste yapacaktım, çevirecektim. Birden salgın patladı ve tasarılar, programlar altüst oldu. Biz (eşim, ben ve kedimiz) İstanbul’dan kaçtık… Kasımda dönüyoruz. Döner dönmez listemi hazırlayıp vereceğim. İyice geniş bir seçki yapacağım.
Kadınlarla erkeklerin yasal, sosyal, ekonomik eşitliği meselesi bir yana, kadınlarla erkekleri “aynı” oldukları görüşünde değilim. Son yıllarda yapılan bilimsel çalışmalar da bunu doğruluyor zaten. Ayrıca okuduklarım, dinlediklerim (müzik), izlediklerim (sinema ve tiyatro), baktıklarım (plastik sanatlar vb) bana kadın ve erkek ayrımını kesinlikle doğruluyor. Şu kadarını söyleyeyim, özellikle edebiyatta (ve sinemada) bu farkı daha keskin görüyorum. Bizim edebiyatımız için de geçerli bu. Kadın şairler, yazarlar ve sinemacılar erkeklerden daha gözü pek. Daha radikal, atak çıkışlar yapıyor. Müthiş korkusuzlar. Haklılar: “Zincirlerinden başka kaybedecek neleri var ki!”
Nobel hep tartışmalıdır… Kimsenin itirazı olmayan seçimler çok az, Beckett gibi. Le Clézio iyi bir yazardır, elli yıldır ilgiyle okuduğum bir yazardır ama ödül aldığında Yves Bonnefoy dururken Le Clézio’nun almasını açıkçası yadırgamıştım… Kadınlar ayrı bir konu. Galiba yalnız edebiyatta değil, Nobel komiteleri uyanmaya başladı. Asıl haksızlığa kadınlar bilim seçimlerinde uğramıştır. Bu yıl bilim ödüllerinden birini iki kadın aldı. Galiba haklısınız, özür diliyorlar sessizce bu şekilde.
Ben edebiyata şiir çevirerek başladım. Şiir ve yazımdan önce çevirilerim çıktı. İyi bir şiirin, özgün bir şiirin çevrileceğine ve özgünlüğünü koruyacağına inanırım. Nazım Hikmet’i hangi dile çevirirseniz çevirin, sapasağlam duruyor, en azından İngilizce ve Fransızca çevirilerinden anlayabiliyorum bunu. Sorunuzun son sorusuna gelince: “Şiir çevirisi nasıl olmalı?” çok zor bir soru. Çok uzun uzun tanımlamalar yapmayı gerektiriyor, örnekler vermeyi gerektiriyor. Hiç olmazsa şunu söyleyeyim: Edebiyat çevirisi bir sözcüğü bir sözcükle karşılama işi değildir Google Translator’ın yaptığı gibi. Hatta sadece dil bilmek de yeterli değildir. O dilin insanlarını, tarihini, coğrafyasını, kültürünü de bilmeyi gerektirir bence. Yani iyi bir edebiyat çevirisi bir filoloji ve kültür çalışmasıdır. Aynı zamanda da hele şiirde, hermenötik (yorumsama) bilmek şarttır. İyi bir müzik kulağı olmak da şarttır. Roman çevirisi için bile şarttır. Neyse…
Benim çevirmeye ve yazmaya başladığım 1960 ve sonrasında, uzun bir süre, Fransızca gündemdeydi. İngilizce yükselişe geçmişti. Almanca bile “marjinal” di. Doğrudan İtalyancadan şiir çevirisini benim iki kuşaktaşım, Egemen Berköz ve Bedrettin Cömert yaptı örneğin. İspanyolca, Japonca kitaplar ya Fransızca’dan ya İngilizceden çevriliyordu. Bugün özgün dillerden çeviriler yaygın. Aksi kuşkuyla karşılanıyor. Yani canlı bir çeviri var gibi ama bunlar ya roman ya kuramsal kitap. Şiir? Şiir eskiye oranla iyice azınlıkta. Sanırım sözünü ettiğim telif hakkı meselesi yüzünden. Ah bir de yayıncılığın “endüstrileşmeye” doğru evrilmesi var. Şiir hiç ticari değil!.