Genelde bir insan ömrünü düşündüğümüzde aklımıza önce belli kilometre taşları gelir. Okul, iş bulma, evlilik, çoluk çocuğa karışma vesaire gibi. Aklımızda beliren bu maddeler insan hayatına yakıştırdığımız (ya da dayattığımız mı demeli) bir şemadır da aslında. (En azından son birkaç Türk kuşağı içindeki) normal bir insan ömrünün bu şemaya uyacağını varsayarız. Peki, bir ömür, esasen toprağını, yerini bulma ve kök salma macerasından ibaret olan bütün bu maddelerden sıyrılırsa, salt alıp başını gitmekten, vazgeçmekten, aramaktan ibaret olursa... yine de bir ömür müdür? Yoksa bir ömürden eksiği ya da fazlası mıdır?
Bilindiği üzere bildungsromanlar bir karakterin baştan sona bütün bir ömrünün anlatıldığı, inşaya dayalı kurmaca eserleridir. Az Kalan Gölge’de de Güray Süngü’nün bir bildungsroman ortaya koyduğu söylenebilir. Ama hemen ilk paragrafla bağlayalım, Az Kalan Gölge’nin kahramanı Osman’ın ömründe o bildik şema yoktur. Bütün kilometre taşları yarımdır. Kahramanımız daha liseyi henüz bitirmişken şemayı kırar ve başarılı bir öğrenci olmasına rağmen üniversiteye kaydolmayarak bir fotoğrafçının yanına çırak girer. Ömrünün geri kalanı da yalnızlık, vazgeçiş ve arayışla geçecektir.
Güray Süngü’nün izleklerine sadık bir romancı olduğunu söyleyebileceğimizi düşünüyorum. Onun (en azından bazı) karakterleri öyle zekidir ki inanılmaz saftırlar. Öyle saftırlar ki neredeyse tasavvuftaki hayret makamında oldukları söylenebilir. Burada saf’ı ahmak anlamında değil, temiz anlamında kullanıyorum ki zaten Süngü karakterleri genelde sıra dışı bir biçimde zekidirler, o kadar ki kendilerini yeterince akıllı bulmazlar. Pencereden’deki Ayhan’ı, İbrahim’in Kaybettiğini Bulmasıdır’daki İbrahim’i bu cümleden sayabiliriz. Hatırlayalım, İbrahim “Kafamın içinde benden akıllı bir adam var.” diyordu. Az Kalan Gölge’nin başkarakteri de Ayhan ve İbrahim gibi saf ve kendini akıllı bulmayacak derecede zekidir. Ve yine intihar girişiminde bulunup ölmeyenleri arayan Ayhan, kaybettiği hayatını arayan İbrahim gibi Osman da bir şey arar. Ve yine anne babasına bile siz diyecek kadar “yabancı”, “dışarlıklı” olan Ayhan’ın kabuğuna çekilmesi gibi o da cihanın kabuğuna, denizlere çekilir.
Metne dair herhangi bir sürprizbozan vermekten elimden geldiğince kaçınmaya çalışıyorum. Ama şunu sormadan edemeyeceğim: Güray Süngü’nün, koltuğunun altında peygamber kılıcı çiçeği ve içinde babasıyla yedi denizi gezen ve nihayet İstanbul’da ölmeye yatan (Yurdumuz, ölmeye yattığımız yerdir biraz da.) Osman oğlu Osman’ı; babası Osmanlı, kendisi Türk olan bir Anadolu Odysseus’u mu acaba?
Biraz da Az Kalan Gölge’nin Güray Süngü külliyatı içerisinde durduğu yerden bahsedelim. Bana öyle geldi ki bu kitap Düş Kesiği, İnsanın Acayip Kısa Tarihi ve İbrahim’in Kaybettiğini Bulmasıdır’ın değil de sanki Kış Bahçesi’nin, Pencereden’in, Mehmet’i Sakatlayan Serçe Parmağı’nın devamcısı sanki. Çünkü Az Kalan Gölge’de ilk saydığım kitaplardaki karmaşık, söz oyunlarına yaslı, Süngü üslubuna alışık olmayanı biraz ittiren dil için dil yerine ikinci sıralamadaki eserlerde bulduğumuz daha akışkan, hızlı olay örgüsü göze çarpıyor.
Bu noktada yine Odysseus’a dönmek istiyorum. Romanı okuduğunuzda göreceksiniz; Süngü bir yandan Osman’ın başına gelenleri, arka planda da aşağı yukarı son elli yıllık insanlık serencamını anlatırken bizi basbayağı fiziken öyle çok yerde gezdiriyor, bize tarihten ve hayata dair vukuf [insight] kabilinden öyle çok şey hatırlatıyor, o kadar çok şey gösteriyor ki kitabın sonunda nakavt olmuş mağlup boksöre dönüyoruz. Soralım: acaba bu roman aceleye mi geldi? Az Kalan Gölge, İbrahim’in Kaybettiğini Bulmasıdır’ın üstünden henüz bir yıl zar zor geçmişken bizi erken verilen doğum günü hediyesi gibi sevindirse de bunu sormadan edemiyorum: Bu Anadolu Odysseus’u, daha geniş çaplı bir romanı mı hak ederdi acaba? Çünkü Az Kalan Gölge öyle yoğun, öyle (bu kelimeyi nötr kullanıyorum) tıklım tıklım bir roman ki sanki çok daha uzun bir eserin özeti gibi...
Ama Osman’ı sevdim. Onun sergüzeşti bana Sadi’nin şu sarsıcı beytini hatırlattı:
Ömri diger be-bâyed ba’d ez vefat mâ-râ / K’in ömr tey nemûdîm ender ümidvârî
(Ölümümüzden sonra bize başka bir ömür daha gerek. Çünkü bu ömrümüzü ümitle geçirdik.)
Bu ömrünü koltuğunun altında çiçeği, kafasında babasıyla yedi iklimi gezerek, kendini arayarak geçiren Osman, ona kendi iç dünyamızda, bizim vereceğimiz ikinci bir ömrü hak ediyor mu? Buna sen karar vereceksin, sevgili okuyucu.