Üç yıl önce aramızdan ayrılan şair Kamil Aydoğan’ın bütün şiirleri Hüzün Saati adıyla tek kitapta toplandı. Arif Ay aynı zamanda dostu olan Aydoğan’ın şiirleri üzerinden okuru edebiyat dünyasının geçmiş günlerine, hatıralar eşliğinde ortak ediyor.
Üç yıl önce ebediyete yolcu ettiğimiz Kâmil Aydoğan’ın bütün şiirleri Ali Karaçalı’nın gayretleriyle Hüzün Saati (Hece Yayınlar, 2021) adıyla kitaplaştı. Kitabın oluşmasında Kâmil Aydoğan’ın kızı Ayşe Hicret Karakaya’nın arşiv taramalarından son okumaya kadar büyük emeği olduğunu da belirtelim.
Kâmil Aydoğan’ın şiirlerini okurken geçmişe yolculuk yapmış gibi oldum adeta. Bu yolculuğun elbette pek çok durağı var: İlk durak, şairin çocukluğunun geçtiği Kertmen Köyü ve erken yaşta yitirilen anne hasreti. İkinci durak, Andırın ve Nedim Ali Zengin’le tanışmaları. Bu tanışmanın büyük bir dostluğa, yol arkadaşlığına dönüşmesi, İkindi Yazıları’nın ortaya çıkışı ve edebiyat dünyamızda müstesna bir yer edinmesi. Üçüncü durak Edebiyat dergisi ve Ankara. Eğitimciliğini, sendikacılığını, kısa bir yurt dışı deneyimini de ayrı duraklar olarak anabiliriz.
ANI SANDIĞI
“Hareketli, serüvenlerle dolu bir hayatım oldu. Sadece hayatım değil, zihin dünyam da oldukça karmaşık, girift ve savruktu. Hâlâ da öyle. Aslında sadece somut yaşadıklarım ya da zihin dünyam değil; gönül dünyam da kayan yıldızlar, savrulan karlar gibiydi ve derin, deli fırtınalar yurduydu.” (Arta Kalan, s.26) Diyen Kâmil Aydoğan’ın şiirinin en geniş kaynağını ilk durak olan çocukluk dönemi ve anne hasreti oluşturur. Çocukluk anılarından damıttığı duygular adeta bir hüzün anıtı olarak çıkar karşımıza: “geçti sensiz bir su gibi / annemin ellerinden rüzgâr / şimdi bir anıya serpilmiş gider”
Kâmil Aydoğan için anı sandığı demiştim. Anılarıyla bu denli içli dışlı oluşuna hep taaccüp etmişimdir. Özellikle çocukluk anıları o kadar canlı ki belleğinde, onları adeta yaşar gibi anlatırdı. Bu anılar dönüp dolaşıp annede yoğunlaşır. Şairliğinin sebebi hikmeti de yine annede düğümlenir: “böyle diyorsam / acıların dumanları yükselir vadilerden / ağlamak dualarından emdiğim annemin mezarıdır artık / şairlikse alınyazım”
Acının da sevincin de hüznün de kaynağıdır anne. “Kendini tanıyınca, / her şeyi tanırsın” diyen şair, kendini tanımanın yolunun anneden geçtiğini işaret eder. Çünkü o anne “sabah dualarıyla ıslanan seccadelerde kaybolan bir annedir.”
“kendini tanıyınca / anneni ve kokusunu fotoğraflara sığmayan / içindeki şiir damlacıklarını karlar gibi savrulan / ve geçen zaman gibi köpüren / acıyı / sevinci” tanıyacaksın.
15 Mayıs 2011 tarihli günlüğüne şunları yazar Kâmil Aydoğan: “15 MAYIS 2011 PAZAR GÜNÜ, annemin hasreti burnumda tütüyor.
Küçük bir çocuk gibi özlüyorum onu.
Annemin hasreti, özlemi öyle bir kuşatıyor ki, hıçkıra hıçkıra ağlamak istiyorum.
Tam kırk sekiz yıl oldu, ayrıyız.
Kırk sekiz yıldır, ayrılık öykülerine ağlarım.”
Yıllar geçse de yaş kemale erse de hiç bitmez anne hasreti. Bu yüzden hep geçmişine yolculuk yapar şair. Çünkü, bu yolculuğun menzilinde anne vardır: “annem, canım annem ne kadar uzaksa / ne kadar berraksa çocukluğum / oralara gitmek istiyorum yalınayak / oralara gitmek (…) sisler arasında kaybolmuş annemi bulmak / ve yeniden doğmak istiyorum”
Anne onda sığınaktır, şefkattir, merhamettir, duadır, çiçektir, göçmen kuştur, yağmurdur, yalnızlıktır, ıssızlıktır, ovadır, dağdır, hüzündür, en çok da acıdır. Bu yönüyle, Kâmil Aydoğan şirini, Aydoğan gibi annesini erken yaşta kaybeden Ziya Osman Saba şiiri ile duygudaş buluyorum. Ziya Osman Saba da: “Son günümde olsaydım ufak, o kadar ufak / Ki yavaşça en tatlı bir masala dalarak, / Ve bir anne dizinde büsbütün uyusaydım.” (Geçen Zaman, s.56) demez mi? Ziya Osman Saba’nın şiiri gibi, Kâmil Aydoğan’ın şiirinin de gücü ve tılsımı çocukluğunda gizlidir.
İKİNDİ YAZILARI VE ANDIRIN
Kâmil Aydoğan’ın şiir yolculuğunun ikinci durağı Andırın’dır. Buraya dair pek çok değerli anıları vardır. Kahramanmaraş Büyükşehir Belediyesi’nin tıpkıbasım olarak hazırladığı İkindi Yazıları Nedim Ali ve Kâmil Aydoğan’ın eseridir. Aydoğan’ın şiir yolculuğunun bir hatırası olarak kitaplığımızın başköşesinde yerini aldı. Bu durakta da inci değerinde anılara rastlamak mümkün. Onun şiirlerinde bu anıların da izleri var: “bize bırakılmayan hayattan, bir ben bilirim neler çektiğimizi / neler çektiğimizi, yalnızlığımız üstüne yakılan ağıtların, / zifiri karanlık gövdelerine yaslayınca yüreğimizi / diyorum ki / örneğin ben, yani, düpedüz KA olan ben, / bütün yalnızlıklar bizim yanımızdadır / bütün aşklar, bütün şarkılar ve bir bıçak gibi batan, kanatan hasretler / aynı kasabanın yağmurlarında ıslandığı halde, mektuplarla konuşan / iki insan olarak, iki dost; / -böylece yazacak gelecekte kitaplar-“
ANKARA VE EDEBİYAT DERGİSİ
Üçüncü durak Edebiyat ve Ankara. Ankara’yı bilinçli olarak sona aldım. Çünkü bizim için önemli olan Ankara değil, Edebiyat’tı. Ankara’ya değil, Edebiyat’a geliyorduk. Çünkü Öğreti’ye bağlılığımızın, kimliğimizin adıydı Edebiyat dergisi: “tutarak kalbinizi / omzunuza dokunuyordu bir el / “geldiniz” / şimdi bir sınav önünde / yalnızsınız” Evet, bir sınav önünde olduğumuz bir mekân, bir ruh, bir bilinçti Edebiyat. Tüm yeryüzüne çevirmiştik yüzümüzü; yerelden evrensele bir sorguyu başlatmıştık Ustamız Nuri Pakdil’in yol göstericiliğinde. Zulmü, yoksulluğu, yok edilmiş geçmişimizi, evrensel değerlerimizi sorguluyorduk. Mekke, Medine, Kudüs yazıyordu kalemlerimiz: “kuşların onarırlar sabahı / dökülür öğleye vaktin gizi / çöl açar kucağını yüzünde bölünür ay / gece / başını kaldırır yağmur / görünür Kudüs’ün ışıkları” deriz, Kâmil Aydoğan gibi.
Alın terinin karşılığını alamamış, emeği sömürülmüş yoksullarla yürürüz kol kola: “akşamı çeker ocaklara / pişer acını aşı / uzakta / tepeye ve kalbime / serili / gecekondu evleri” ve çağı sorgularız: “Toprak damların ıssızlığı / kıpkırmızı bir alev olarak vuruyor / Bu çağ, o çağ değil sevgilim / Bu çağ, o çağ değil”
“Soylu bir vakti vurdu” yüreğimiz. O’nun adıyla oturup kalkmanın soylu vakitleriyle çarptı yüreğimiz: “diz çöküp sofraya / andığımızda adını / genişler gönlümüz / atların koşması denli”
Kâmil Aydoğan’ın hüzünle örülü şiirlerinde Türkçe, bir dağ gözesinden çıkan, taşların, otların, çiçeklerin arasından şırıl şırıl akan sular gibidir. Dönemin şiir tarzlarından uzak, kendi sesini kendi bulmuş bir şiir. Sıcacık bir gözyaşı gibi, iç çekmek gibi, dağ başında tek başına kalmak gibi, rüzgâra bağrını açmak gibi, için için ağlamak gibi, hepsiyle birlikte bir dua gibi samimi, özlemek gibi, derin bir hüzün gibi…
“bırak onların olsun Mehmet / hüzün dışındaki her şey” demesi bundan. Kâmil Aydoğan, “Bir ağaç gölgesinde dinlenmek gibidir hayat / Oyun ve eğlenceden ibaret” dedi ve gitti, bize “Hüzün Saatleri” bırakarak.