İslam mimarisi alanındaki çalışmalarıyla tanıdığımız dünyaca ünlü mimar Prof. Dr. Gulzar Haider geleneği koplayarak onun yaşatılamayacağına dikkat çekiyor ve ekliyor: “Geçmişi kopyalamak kolaydır ama anlamak zordur, emek ister. Neyin Osmanlı olduğunu anlamak, özünü kavramak için çalışmak lazım. Yoksa Muhteşem Yüzyıl dizisini izleyip onu Osmanlı sanabilirsin!”
Aslen Pakistanlı olan Gulzar Haider dünyaca ünlü bir mimar. İslam mimarisi üzerine yaptığı çalışmalarla dünyada tanınıyor. Şehirlerin Ruhu kitabı bundan yıllar önce Türk okuruyla da buluşmuştu. Mimariyi kent, inanç ve insan ekseninde yeniden yorumlayan Haider, geleneksel ve modernizm arasındaki ilişkiye kafa yoran biri. Haider’la Süleymaniye Camii avlusunda buluştuk.Ardından da Süleymaniye Kütüphanesi bahçesine geçtik. Burada İLEM Yaz Okulu’nda 14 ülkeden gelen 36 genç bilim insanıyla birlikte sohbetimize devam ettik. Haider, uzun yıllar Kanada’da yaşamış 2004’te emekli olduktan sonra da ‘benim şehrim’ dediği Lahor’a yerleşmiş. Fırsat buldukça farklı ülkelerdeki mimari eserleri inceleyen Haider en çok Mimar Sinan’ın yaptığı Sokullu Paşa Camii’den etkilenmiş. Bunun sebebini de şöyle açıklıyor: “Benim favorim Sokullu Mehmet Paşa Camii. Küçük bir cami. En beğendiğim olmasının sebebi ise çok eğimli bir arazide yapılmış olması. Gerçekten çok zor bir iş. Ayrıca bulunduğu yerle çok uyumlu. Aptullah Kuran, ‘ Sinan deneyler yapmayı seviyor’ derdi. Gerçekten de büyük bir iş yapmadan önce küçük bir denemesini yapıyor.”
Bunları konuşurken Süleymaniye Camii’nin iç avlusunda oturuyoruz Haider oturduğumuz avludan sütunlara, kapılara, dışardaki yemyeşil bahçeye bakarak anlatmaya başlıyor: “Bu cami İslam mimarisinin en iyi örneklerindendir. Avluya giriş kapısındaki kemerlere bakın. İki kemer eşit boyda, bir yanındaki biraz daha yüksek, kapının üzerindeki dördüncü kemer ise ondan az daha yüksek. Bu yükseklik geçişleri kolay işler değil. Caminin giriş kapısındaki kemer ise karşısındaki kapının üzerindeki kemerden biraz daha yüksek. Avlu giriş kapısıyla caminin girişi arasında bir aks çiziyor böylece. İnançla dünyevi olan arasında kademeli bir geçiş var.Her bir yüksek kemerden girişte, bir şeyin değiştiğini, farklı bir dünyaya adım attığını kademe kademe hissetmeni sağlıyor. Ve elbette en yüksek kemer caminin girişindeki. Çünkü artık Allah’ın evindesin. Plana baktığınızda alanı özellikle böyle böldüğü çok belli. Yine bahçe ve avludan geçerek caminin içine geçiyorsun. Allah’ı anmaya üç kademede geçiyorsun. Kıble duvarından bahçeye bakan o pencerelere dikkat ettiniz mi? Dünyada çok nadir ama Türkiye’de yaygın bir şey kıble tarafında pencere olması mesela. Oysa namazda insanın dikkati dağılır diye düşünülür genelde. Ayrıca bahçede mezarlar var. Ağaçlarıyla cennet gibi bir bahçe ve o bahçede Kanuni Sultan Süleyman bile gömülü! Pek çok mesajı aynı anda taşıyor.”
“Peki gelenek bugünün insanına neler söylüyor, geçmişle ilgili nasıl ipuçları veriyor?” diye merak edip soruyorum Haider’a. “Gelenek meselesi yanlış anlaşılıyor. Tarihi kopyalamak ve pazarlamak gelenekçilik olamaz” diye söze başlıyor şunları anlatıyor: “Geleneğe günümüzde pazarlamacı bir bakışla yaklaşılıyor çoğunlukta. Görünür bir şeymiş gibi algılanıyor. Oysa gerçek gelenek görünür bile değildir kolaylıkla. Yine tarihin kopyalanması geleneği sürdürmek demek değildir. Geleneksel olanın bugünde bir devamlılığı vardır. Öğrencilerime öğretttiğim beş şey çok önemli: yer çekimi, ışık, ses, zaman ve hafıza. Hafıza kurgudur. Herkese okuması için Italo Calvino’nun Görünmez Kentler’ini tavsiye ederim. Tüm şehirler büyür eskir. Mesele nasıl büyüdükleri, nasıl eskidikleri, nasıl tekrar tekrar kurulduklarıdır. Bu yüzden kurguyu ve hafızayı önemsiyorum. Gelenek tekrar keşfedilmelidir. Kopyalamak kolaydır ama anlamak zordur, emek ister. Neyin Osmanlı olduğunu anlamak, özünü kavramak için çalışmak lazım. Yoksa Muhteşem Yüzyıl’ı izleyip Osmanlı sanabilirsin!
“Osmanlı’nın yeni bir tarz getirdiğini görüyorum” diyen Gülzar Haider, Osmanlı’yı sık sık gündeme getiren Erdoğan’ın söylemlerini bu yüzden önemsediğini dile getiriyor ve ekliyor: “Osmanlı’nın İslam medeniyetine çok katkıları var bu yüzden Erdoğan’ın söylemlerini önemsiyorum ve cesareti sebebiyle de beğeniyorum. Bugüne kadar Oryantalist kategorilere çok fazla maruz kaldık, belki de sevgim ondan. Onu izlerken boks maçı izler gibi oluyor insan hani favori adamın rakibini yumruklarken yaşadığın his gibi...” (gülüyor).
Kadınların camideki yeri meselesiyle alakalı tartışmalarla ilgili fikirlerini de merak ediyorum Haider’in. Bu tartışmanın batıdada yaşandığını belirten Haider şöyle diyor:“Kanada’da bir imam mesela şöyle bir uygulama başlatmıştı Kanada’da, camiyi ortadan bölüp bir taraf kadınlar, diğer tarafta erkekler olarak namaz kıldırıyordu. Bu gerçekten çözülmesi gereken bir sorun çünkü kadınlar artık camileri daha çok kullanıyor, böyle bir yeniden düzenlemeye ihtiyaç var.”
Gulzar Haider Türk mimari eserlerinden ve mimarlarından fikir anlamında beslenmiş. Türkiye’yle ilgili şu hatırasını paylaşıyor: “Bir mimar olarak ve bir mühendis olarak yetiştim. İslami mimariyi kendi kendime öğrendim. Kitaplar okudum. Pek çok insan bana yardımcı oldu. Türkiye ve İran akademik anlamda bu alanda çok iyi, çok iyi akademisyenleriniz var. Mesela Aptullah Kuran bana çok yardımcı oldu yine Doğan Kuban, Turgut Cansever benim için çok önemli mimarlar onlardan çok şey öğrendim. Bir dönem IRCICA’nın İslam Kültür Mirası Koruma Komisyonu’nda görev aldım. Kanada’dan toplantılara gelip gidiyordum. O dönem benim şöyle bir önerim oldu: Bir yarışma yapalım ve mimarlık alanında öğrenciler yarışsınlar. Çünkü insanların pek çoğunun İslam’ı bilmediği yahut yanlış bildiğini görüyorduk. Dini açıdan pek çok farklı kesimin bir arada yaşadığı yerlerde İslam’ı temsil eden bir yapı kurmak ise zor bir işti. İşte bu yüzden İstanbul’da yaptık.Uluslararası bir jüri kuruldu. Bütün bu süreçlerde ben hem İstanbul’u tanıdım, hem buralardaki hocaları tanıdım. İkinci yarışma da profesyoneller arasında yapıldı. Harika işler çıktı.”
Haider’a göre mimari zor bir alan çünkü mimaride koplayama tekniğinin olamayacağına inanıyor. Çünkü bir eserin o kentle, yapıldığı çağın ruhuyla bütünleştiğini söylüyor Haider ve devam ediyor:”Eğer Süleymaniye’yi Washington DC’ye kopyalasaydık, bu olmazdı. Çünkü Süleymaniye belli bir yüzyıla ait ve alanı buna göre bir alan, şehir buna göre bir şehir. Tüm bu kompozisyonun içerisinde güzel. Sultanahmet Camii’nin bir kopyasını görmüştüm altı minareli bir cami ve çok garip duruyordu.” Söz dönüp dolaşıp İstanbul’a geliyor. “İstanbul çok özel bir şehir” diyen Gülzar Haider şöyle devam ediyor: “Bir dönem hristiyanlığın merkeziydi ve o dönem Ayasofya yapıldı. Roma gibi yedi tepe üzerine kurulu bir kent. Bu tepelerden birinde işte Ayasofya var. Ayasofya tüm İslam mimarisini etkiledi. Ortalama bir Müslüman kubbeyi İslam medeniyetine has sanır oysa öyle değil. Ama kubbe İslam mimarisinin bir sembolü haline gelmiştir. Bu anlamda İslam medeniyetine has sanmakta haklılar tabi.”
Günümüze gelince artık minarenin bir sembol olmaktan çıktığını söyleyen Haider batıda pek cok caminin artık minaresiz yapıldığını belirtiyor ve gerekçesini şöyle açıklıyor: “Artık saatlerimiz var kollarımızda minareye ve dolayısıyla ezana ihtiyacımız yok diye düşünen mimarlar var. Ama minarenin en etkileyicisi Sultanahmet’te diye düşünüyorum ben. Altı tane, her birinden birer müezzinin koordineli olarak ezan okunduğunu hayal ediyorum da harika bir şey. Minareler hakkında enteresan sorular alıyorum özellikle batıda. Mesela ‘niçin var bunlar, birilerini onların tepesinden atıp cezalandırıyor musunuz’ gibi sorular soruluyor. Bu sorular aslında oryantalist bakışın izleri. Müslümanlar şiddet yanlısı gibi düşünüyorlar. “