Türkiye'nin din meselesinde duracağı yeri belirleyememe sorunu uzun süredir devam ediyor. 15 Temmuz olayları ise bizi bu konuda da kendimize getirdi. Görmez, duymaz bilmez numarası yapmaktan çıkıp din maskesiyle karşımıza çıkan çarpıklıkları konuşuyor-muş- gibi yaparak değil de gerçekten konuşmamız gerektiğini ortaya koydu. “Sözde iman kurtarıcısı olarak yola çıkan bir güruhun sayısız günahla dolu kırk yıllık hikayesinin kendi milletine kurşun sıkmak gibi emsalsiz bir alçaklıkla sona ermesi" bu konuyu kriminal olayların ötesinde zihniyet olarak da konuşmayı gerekli kılıyor. Prof. Dr. Mustafa Öztürk ilahiyat alanında bu tehlikeyi önceden görmüş ve bunu defalarca yazmış konuşmuş bir isim. Yaklaşık 30 yıldır buna dair tespitlerini söylüyor yazıyor. Bu grubu tarihteki haşhaşilere benzeten ilk isim. Bu röportajı yaparken çok öfkeliydi, verdikleri zararın görünen ve bilinenin çok ötesinde olduğuna inanıyor. Dini klişelere sığınmadan düz bir röportaj yaptık. Umarım sonrası için yol gösterici olur.
Belli ki "cemaat" derken FETÖ'yü kastediyorsunuz. Fetullah Gülen'in sevk ve idare ettiği örgütün din anlayışı, sanırım en kısa ve kestirme yoldan, Marx'ın "Din kitlelerin afyonudur" sözüyle açıklanabilir. 17/25 Aralık sürecinde FETÖ'cüleri "Haşhâşî" diye nitelemem de bir yönüyle bu sebeptendir. Bilindiği gibi afyon, haşhaş bitkisinin kapsülünden mamuldür. Fetullah özellikle Hz. Peygamber ve sahabe neslinin suretini kendi şahsına ve endoktrinasyon yoluyla mankurtlaştırdığı avenesine birebir tercüme ederek hipnoz etkisi yaratan bir tarih kurgusu oluşturuyor ve bu kurguda kendisini Hz. Peygamber'le, avanesini de "ikinci kutsiler" nitelemesiyle sahâbîlerle eşleştiriyor. Böylece mankurtlaşmış aveneler kendilerini sahabe gibi ilâhî-ulvî bir davaya baş koymuş kimseler olarak algılamaya başlıyor.
Fetullah, avenesinin sadakat ve bağlılık duygusunu perçinlemek için hem rüya, ilham gibi kişiye özel bilgi kanallarının hem de parapsikolojik imkânların kullanıma açık olduğu meselesini de sürekli olarak gündemde tutup, kendisinin sevimsiz sükseli tabiriyle nazara veriyor. Böylece avenesinin gözünde olağanüstü yeteneklerle mücehhez ve esrarengiz bir kült kişilik vehmi oluşturuyor.
Bu vehmi oluşturmanın ilk adımları Işık evleri ve dershaneler gibi kurumlarda atılıyor. Küçücük çocuklar ve körpe dimağlar bu kurumlarda Fetullah'ın insanüstü özelliklere sahip efsanevi bir kahramandan farksız olduğu yönünde endoktrine ediliyor.
Bu tür düzmece hikâyeler ve masallarla dumura uğratılan beyinler son kertede tamamen uyuşuyor ve sonunda Fetullah yine avenesinin gözünde metatron ya da Tanrı yardımcısı gibi algılanır hale geliyor.
15 Temmuz gecesi gözünü kırpmadan halka kurşun sıkan bir darbecinin sünnet-i seniyeyye ittiba adına suyu çömelerek üç yudumda içmesi ne kadar çarpık, sapkın ve patolojik ise FETÖ'nün din anlayışı da o kadar çarpık, sapkın ve patolojiktir. Bu çarpıklık ve sapkınlık ezoterik, ökültik ve mesiyanik hareketlerin vatan, millet, din gibi üst değerleri izafileştirici endoktrinasyon yöntemleriyle yakından irtibatlıdır. Kanımca, Fetullah ve mankurtlarına özgü din anlayışını İslam dairesi içerisinde mütalaa etmek “büyük günah" veya “İslam'a ihanet" kapsamında sayılmalıdır.
Fetullah'ın yurt dışına açılma hikâyesi, Amerika'da greencard talebi, oturma izni ve kendisine referans olan figürlerin derin kimlikleri bahis konusu misyonun mahiyeti hakkında az çok fikir verebilir. Özellikle 11 Eylül 2011 İkiz Kule hadisesinden sonra İslam ve Müslümanlar neredeyse tüm Batı dünyasında terörle özdeşleştirildiği halde, eşzamanlı olarak bu örgüte Türk-İslam kültür ve medeniyetini(!) bütün dünyaya yaymak adına 140-150 civarında farklı ülkede okullar açma ruhsatı verilmesi sizce de acayip bir paradoks değil midir? Bu tuhaf durum ancak ABD'deki neoconlar ile FETÖ arasındaki karanlık temaslar, kirli hesaplar ve pazarlıklar çerçevesinde izah edilebilir. Tarihî tecrübede Katolik dünyasının İslam ve Müslümanlarla ilişkisinin mahiyeti izahtan vareste olduğuna göre Fetullah'ın söz konusu ettiği misyon, olsa olsa genelde Hıristiyan Batı dünyasına, özelde Neoconlar ve Frankistler gibi karanlık yapılara taşeronluk ve gönüllü hizmetkarlıktır.
İlahiyat fakülteleri özellikle FETÖ örgütünün palazlanma ve devlet kurumlarına sızıp yuvalanma sürecine koşut olarak birçok dinî cemaat grubun tabir caizse arpalığı haline geldi. Başka bir ifadeyle, bu fakülteler belli ölçüde muhtelif dinî cemaatlerin yetişmiş insan devşirme müesseselerine dönüşüverdi ve maalesef devlet imkânlarının cemaat çıkarları uğruna heder edilmesi neredeyse gelenek haline geldi.
Bu sorunuz çok katmanlı olduğundan etraflı şekilde cevaplanması hayli zor. Ama yine de ilk katmandan başlarsak, kanımca FETÖ'nün “hizmet" diye ifade edilen kirli faaliyetleriyle ilgili kutsallık halesi bâtınî karakterli mesihçi ve mehdici hareketlerin temel özellikleri arasında yer alan lideri kutsama ve hareket mensuplarından her birinin kendine ulvi bir misyon biçme anlayışıyla irtibatlandırılabilir. Mamafih bu tür karmaşık ve karanlık yapıların karakteristik özelliklerini tek faktörle açıklamak yeterli olmadığı gibi isabetli de değildir. Ayrıca büyük dinî geleneklerdeki birçok önemli mesele ve doktrinin tek başına muayyen bir kültür ve geleneğe özgülüğünden söz etmek de pek isabetli olmasa gerektir. Sözgelimi, İslam kültür ve geleneğindeki mehdi, fiten, kıyamet alametleri gibi konularla ilgili anlayış ve inanışların benzerlerine Yahudilik ve Hıristiyanlıkta da rastlanabilir.
15 Temmuz hadisesi FETÖ nazarında vatan, millet ve devlet gibi kavramlar ve değerlerin ne kadar izafi olduğunu gösterdi. Bu örgüt nezdinde İslam dininin de aynı ölçüde izafileştiği şüphesizdir. Haliyle, dinlerarası diyalog adına kelime-i tevhidin parçalanması veya kelime-i tevhidden “muhammedün rasûlullah" kısmının hazfedilmesi gayet tabiidir. Bu bağlamda, FETÖ'nün yurtiçi dinî söylemlerinde ve bilhassa örgütün İlahiyat camiasındaki kolonilerinde İslam'ın belki de en dar Sünnî yorumuna sahip çıkılmasına mukabil yurtdışında dinlerarası diyalog gibi son derece geniş mezhepli ve sulandırılmış bir söylem üretilmesinde kendini gösteren çift dillilik ve iki yüzlülüğün yıllarca fark edilmemesi, hele hele İlahiyat camiasında bazı meşhur hocaların aslında bu yapıya mensup olmadıkları halde dinlerarası diyalog denilen inhiraf ve ilhad projesine katkı vermeleri en azından benim için çok can yakıcıdır. Bundan da vahimi söz konusu hocalardan bazılarının bugünlerde “Aldandık" ya da “Hangimiz Aldanmadık" diyerek bu büyük cürümlerin iştirakçiliğinden sıyrılmak adına zavallılaşmalarıdır.
Bu açıdan bakıldığında Frankistlerin ya da bu topraklardaki versiyonuyla Sebataycıların “gerçek imana ancak Tevrat ihlal edilince ulaşılır" düşüncesine benzer anlayış ve inanışların İslam geleneğinde de ortaya çıkmış olması sürpriz sayılmamalıdır. Nitekim FETÖ de Frankistler gibi kendilerince gerçek iman ve ubudiyet adına Kur'an'daki tüm ahlâkî ilkeler ve değerleri çiğnemek suretiyle sanki Tanrı'yı kıyamete zorlama gayretindedir. Maalesef hemen her dinî kültürde bu tür patolojik yapılar zuhur etmiştir. Nasıl ki her mahallenin bir veya birkaç delisi varsa, dinî geleneklerde bu tür şizofren yapılar hep varolmuştur. Arızalar onarılamadığı veya en azından rehabilite imkânı ortadan kalktığı zaman, bu yapılar mutlak surette bertaraf edilmelidir. Zira FETÖ örneğinde görüldüğü üzere bunlar din, millet, devlet, medeniyet, hatta tüm insanlık açısından hiçbir müspet değer üreten yapılar değildir. Bu yüzden de kurumsal düzeyde mutlaka itlaf edilmeleri gerekir.
Fetullah hiçbir zaman Said Nursi'yi adam yerine koymadı. Başka bir ifadeyle, mezbur alçak Said Nursi ve Risale-i Nur konusunda da münafıkça davrandı. Yolun başından itibaren tek tek adam devşirmek hayli zahmetli ve çok maliyetli bir iş olduğundan, sırtını Said Nursi'ye yaslayıp Risale-i Nur külliyatına sık atıflarla konuşarak hazıra konmayı ve ilk planda küçük çaplı bir cemaat oluşturmayı başardı. Fetullah bu evrede Said Nursi ve Risale-i Nurları bir nevi yem olarak kullandı. Çevresindeki insanları yemleme yoluyla endoktrine ettikten sonra kendine özgü bir dil kurarak Said Nursi'den uzaklaşmaya başladı ve zaman içerisinde tamamen bağımsızlaştı. Bununla birlikte hususen Işık evleri, yurtlar ve dershanelerdeki çocuklar ve gençleri mankurtlaştırma eğitiminde, Said Nursi ile ilgili bazı menkıbeleri kendine uyarlamak gibi kurnazlıklar da yaptı.
Öncelikle dinî düşüncede topyekûn bir aydınlanmaya muhtaç olduğumuzu söylemek durumundayım. Aydınlanma derken kastettiğim şey, her şeyden önce dinî bilgi, görüş, anlayış ve inanışların kaynakları konusunda sorup sorgulayan, araştıran bir zihin ve zihniyet inşasıdır. Bu yöndeki ihtiyacı giderme çabası, zihin konforunu bozmaya, belki uzun süre fikir çilesiyle birlikte yaşamaya yol açar. Toplumumuzda “ne kadar az emek, o kadar çok kazanç" düşüncesi yaygın bir hastalıktır. Bu hastalık dinî alanda da maalesef yaygındır. Hemen hiçbir fikrî ve zihnî emek sarf etmeksizin, tıpkı hizmet satın almak gibi, hazır dinî düşünceleri sorgusuz sualsiz kanıksamak, hatta sırf kişisel karizmaya ram olmak veya dost tavsiyesine uymak gibi yollarla belli bir dinî düşünceye yaslanmak gibi kötü huylarımız ve alışkanlıklarımız vardır. Dinî düşünce yapımızdaki bu yaygın hastalık eleştiri tarzımıza da yansımış durumdadır. Bu manzara maalesef bugünkü Türkiye'de temaşa ettiğimiz bir manzaradır. İmar, bayındırlık, ekonomi, sanayi gibi alanlarda ciddi mesafe aldığımız kuşkusuzdur; lakin eğitim ve öğretim alanında dibe vurmaya yüz tuttuğumuz da kuşkusuzdur. Bu yüzden, sorunuzun “Din eğitimi nasıl olmalı?" kısmına cevap verecek ne moralim ne de mecalim vardır. Kimbilir belki de eğitim alanıyla ilgili her şey yolundadır da ben yanılmışımdır. Dilerim, ben yanılmışımdır. Zira yeter ki millet ve devlet düze çıksın, ben batayım.