Ferit Edgü, Elli Kuşağı Öykücüleri diye anılacak olan bir öykücüler kuşağına dahildir. Tek aidiyetinin bu kuşağa olduğunu söylemekten gurur duyar Edgü. Türk edebiyatında gerçek yeniliğin bu kuşak eliyle gerçekleştirildiğini düşünür.
22 Temmuz 2024’te kaybettiğimiz Ferit Edgü, çok yönlü bir sanatçıdır. Öykü ve roman ana uğraş alanıdır onun. Resim sanatına olan yakın ilgileri de süreklidir hayatında. Koleksiyoner, reklamcı, sergi danışmanıdır aynı zamanda. “Resim okuma”yı iyi bildiği gibi pusula kullanmanın, deniz haritaları okumanın da ilmine sahiptir. Ada Yayınları ile sanatsal boyutları içinde, üstün bir yayıncılık örneği koyar ortaya. Sinemaya ilgisi de ömürlüktür (Paris’te ne okuduğu sorulduğunda hep aynı yanıtı verecektir: “Sinematek mezunuyum”).
1936 yılında İstanbul Beykoz’da bir memur çocuğu olarak dünyaya geliyor. Tam adı İsmail Ferit Edgü. Ailesi ve çocukluğu hakkında bildiklerimiz çok sınırlı. Birkaç defa tekrar ettiği bir söz var: “Yalnızlıkların en dayanılmazı çocuk yalnızlığı.” Bu sözün açılımı yok. Ancak, II. Dünya Savaşı yılları çocuğu olduğunu da zaman zaman dile getirmiştir. Bir de şu, yalnızlığını paylaşacak kimse olmadığı için çocuk yaşta kitapların dünyasına sığınmıştır. On dört yaşında (1950) sarılıktan kaybetmiştir babası Mehmet Nuri Beyi. Bu hastalık ve ölüm sürecinin üzerinde bıraktığı etkiyle başlar yazmaya. Bir hafta içinde yetmiş-seksen şiir yazar.
BABASININ SANDIKTAKİ KİTAPLARI
Babasının bir sandıkta duran kitaplarından, zaman zaman onlardan birini çıkararak okuduğundan söz ediyor. Bu kitapların neler olduğunu bilmiyoruz. Ancak “Şiir, roman okunan bir ev değildi bizim evimiz” diyor yine kendisi. Ailenin bir tarafı Eğribozludur. Bir Bektaşi şairi olan ve 1842’de gelip Tekirdağ’a yerleşen Eğribozlu Mehmed Emin Sırrî Dede anne tarafından büyük dedesidir. Babasını erken yaşta kaybetmesine karşın annesi 1988 yılına kadar yaşar. Asker ressam bir dayısı vardır Edgü’nün; çocukluğunda ona resimli kitaplar getiren..
Beyoğlu Atatürk Lisesi’nde okur. “Daha lisedeyken aramızda muhbirler vardı” dediğine göre daha o yıllarda siyasî bazı eğilimlere sahip olduğunu söyleyebiliriz. Edebî bir çevre içine girmesi de bu yıllardadır. Liseden sonra Güzel Sanatlar Akademisi’ne gider.
Sonradan Elli Kuşağı Öykücüleri diye anılacak olan bir öykücüler kuşağına dahildir. Tek aidiyetinin bu kuşağa olduğunu söylemekten gurur duyar Edgü. Türk edebiyatında gerçek yeniliğin bu kuşak eliyle gerçekleştirildiğini düşünür. Bu kuşağın arkasında Sait Faik öykücülüğünün ve Garip şiirinin bulunduğunu belirtir. Dildeki başarılarını ise Ataç’a bağlar. Sait Faik ismini, bilmeden kuzenine hediye olarak aldığı Şahmerdan (ikinci baskı, 1951) kitabıyla öğrenir. Şahmerdan’ı önce kendisi okur ve gözünün açılışı bu kitapla olur: “Demek böyle sıradan insanların, günlük yaşamları da yazılabiliyormuş!”
İCAZETİNİ SAİT FAİK’TEN ALIR
1953’te Vedat Günyol ile tanışır; ilk öyküsü Ocak 1954’te Günyol’un yayımladığı Yeni Ufuklar dergisinde çıkar. Sait Faik’le yüz yüze tanışması ise Bedri Rahmi’nin Narmanlı Han’daki atölyesinde olur. Alemdağda Var Bir Yılan henüz çıkmıştır (1 Nisan 1954). O gün o atölyeye Sait Faik de gelir. Edgü’nün, yağmurluğunun cebinden çıkararak uzattığı Alemdağda Var Bir Yılan’ı büyük usta, “Hikâyeciden hikâyeciye/sevgi, selam..” diye imzalar. Yıllar sonra şunu söyleyecektir Edgü: “O kitabı elime aldığımda hâlâ heyecanlanırım ve derim ki, ben icazetimi o gün aldım.”
Alemdağda Var Bir Yılan, Elli Kuşağı öykücülerinin el kitabıdır, dense yeridir. 1956 yılını da kendisi için önemli görüyor Edgü. Kafka, Camus, Sartre, Rembaud gibi yazar ve şairleri okumaktadır. II. Dünya Savaşı’nın ardından, öncelikle bir felsefe akımı olarak ortaya çıkan varoluşçuluk, edebiyatı da sarmış, yaşamın anlam ve amacının sorgulanması, hiçlik duygusu ve karamsarlık hikâye ve romanda da belirleyici hale gelmiştir. “Benim de aralarında olduğum birkaç arkadaşım bu akımın öğrencileri olduk” diyor Edgü. 1958’de Önce Almanya’ya oradan Paris’e gider. İlk kitabı Kaçkınlar, 1959 yılında Vedat Günyol tarafından, Çan Yayınları’nın ilk kitabı olarak basılır. Paris’te Sartre ve Kafka’nın eserleri üzerinde yoğunlaşır. (Sartre, yirmili yaşlarında bir ara, kendisine idol olarak seçtiği yazar olur: Ya Sartre gibi olmak ya da hiçbir şey! Sonra bu duyguyu aşar: Hiçbir zaman bir düşünür, bir felsefeci olamayacağını anlar.) İkinci kitabındaki (Bozgun, 1962-Çan Yayınları) öyküleri de bu sıralarda yazar. O ilk dönem öykülerinde pis koku, tiksinti, bulantı, bunaltı, karabasan, çığlık temel kelimelerdir; bunlar onun öykücülüğünün içeriklerini oluşturur.
PARİS YOLCULUĞU VE FİKRİ DÜNYASI
Paris’e giderken politik bir kimliğin de sahibi olduğu anlaşılıyor yazarın (kendi durumunu eski Jön-Türklerin durumuna benzetir). O açıdan bakıldığında Paris’e gidişinde, asıl rolü eğitimden önce, bu meselenin oynadığı, Türkiye’de yaşadığı bir tutunamama psikolojisinin ağır bastığı (Akademi’de öğrencisini ihbar eden hocalar bile bulunmaktadır) da söylenebilir. Kendini “bugünkü olduğu gibi solda tanımlamakta, sosyalist görüşlerinde anarşist felsefe ögeleri, hatta inançları ağır bas”makta, “anarşist felsefede oloğanüstü bir oksijen” bulmaktadır. Aradığı hep “özgürlükçü sosyalizm” olur Edgü’nün. 27 Mayıs’ı Paris’te coşkuyla karşılar. O sırada orada Öğrenci Federasyonları Başkanıdır.
YAPMAK VE YIKMAK ARASINDA BİR YAZAR
Yeni Ders Notları kitabının bir yerinde (kitabın kapağına da almıştır) şöyle diyor Edgü: “Bende iki kişilik var/Biri yaratmak istiyor, öbürü yıkmak/Yaratıcı olan hangisi bilmiyorum.” Bu sözü, hem ideoloji hem de sanat anlayışları bakımdan, 1950 kuşağı öykücülerini ifadeye kavuşturan veciz bir ifade olarak görmek mümkündür. “Yaratı”nın temelinde “yıkıcı”bir taraf vardır. Edgü, Garipçilerin “temizleyici” bir işlevleri bulunduğunu düşünmekte, o sebeple kendi kuşağını onlara bağlamaktadır. Kendileri, yeni bir edebiyat inşa ederken tüm yerleşik değerlere (dine, ahlaka, devlete); edebiyatta tüm eski içerik ve şekillere, -hatta bazı yazarlarda dilin yapısına kadar- bozucu ve yıkıcı bir tavrı benimserler (Arkadaşlar arası mektuplaşmalarda ortaya çıkan küfürlü dili de hatırlayalım burada). Bireysel varoluşun temelinde yer aldığı düşünülen “Cinsel özgürlük” roman ve hikâyelerde (başka sanatlar ve şiirde de) en çok yer tutan bir olgu halinde varlığını uzun yıllar sürdürür.
Yazımızın başlığına da aldığımız “aidiyet duygusunun bulunmaması”, böyle bir perspektiften baktığımızda bireysel bir durum olmanın ötesine geçmekte, açıklamaya çalıştığımız temel hayat felsefesiyle bütünleşmektedir.
Ferit Edgü, 1964’te, askerliğini yedek subay öğretmen olarak yapmak üzere döner Paris’ten yurda. Biraz da siyasal tutumları sebebiyle olsa gerek, Hakkari’ye, onun da ancak at sırtında ulaşılabilen bir dağ köyüne bir çeşit “sürgün” gibi gönderilir. Hayatındaki en büyük kırılma, bir kış boyunca kaldığı bu dağ köyünde gerçekleşir. Orada kendini, bir deniz kazasında teknesi bir dağ zirvesine oturan Nuh gibi hisseder. Yokluk, yoksulluk, hastalık, çocuk ölümleri, içine yuvarlandığı yalnızlık, aşılmaz doğa şartları, bilmediği bir dili konuşan insanlarla anlaşma zorunluluğu adeta bir şok yaşatır.
Sonradan bu “hayat”ı Hakkari’de Bir Mevsim adıyla romanlaştırırken (1976) bireysellikle toplumsallığın iç içe geçtiği yeni bir anlatım dili kurar. O insanları anlamaya çalışan, onlarla arasına bir mesafe koymayan bu dil ile yazar, döneminin enstitü çıkışlı köy romancılarından ayrılır. Elli Kuşağı öykücüleri dediğimiz Edgü ve arkadaşları, baştan itibaren, politik olarak kendilerini “sol”da görmelerine rağmen köy edebiyatını kıyasıya eleştirmişlerdir. Bir yerde şöyle diyor: “Biz bu yazarların dünya görüşüne karşı değildik ama roman anlayışını yeterli bulmuyorduk. Bunun ilkel bir edebiyat olduğunu biliyorduk.”
Kafka’dan ve belli bir dönemden sonra değerini anladığı Çehov’dan kendine çıkardığı derslerle anlatımda metafor ve benzetmeler içermeyen, yalın kelimesiyle anlatılabilecek sade bir dil inşası onun edebiyatta ulaştığı son nokta olur (Geldiği son noktadan ilk öykülerine dönüp bakanca şöyle der: “Öylesine uzaklaşmışım ki.. Ve öylesine, hiç değilse yazış açısından benden uzak bir kitap ki..”) Herkes tarafından anlaşılacabilecek ama bir anlam zenginliği de içerecek bu dil, baştan beri örneklerini verdiği yeni minimalist metinlerine de ayrı bir biçim kazandırır. O, öykü ve romanı psikolojiden ve betimlemeden kurtarmak istemektedir. Yazmayı bir rahatlama hali olarak görmeyen Edgü kendi kendisiyle yüzleşen, hesaplaşan bir yazar olagelmiştir baştan itibaren. Belli bir döneminde politikanın içinde olmasına, bir ideolojisi bulunmasına rağmen angaje bir edebiyattan yana olmamıştır hiçbir zaman.
Onun dikkat çeken sözlerinden biri de şudur: “Yazı sanatında karşılaştığım sorunların büyük bir bölümünü resim sanatındaki bilgimle çözümledim.”
Kişisel olarak kendini karamsar bulan, dostlarına yazdığı mektuplarında hep yaşadığı bunaltılardan söz eden Ferit Edgü, 1988 Haziran’ında yazdığı bir mektubunda, yazmanın kendisine bir denge sağladığını belirterek: “Dengemi korumak. Korumaya çalışmak. Alkol denizinde boğulmamak ve çıldırmamak için yazdım” der. Bazı kitapları (Hakkaride bir Mevsim, Ders Notları, Yazmak Eylemi, Eylülün Gölgesinde Bir Yazdı) yüksek sayılabilecek satış rakamlarına ulaşsa bile toplum tarafından anlaşılmamaktan şikayet etmiş, toplumun hiçbir zaman kendilerine kulağını açmadığını ifade etmiştir.