17 Mayıs 2013'te Beyaz Saray'daki bu masada nelerin konuşulduğu hala sırrını koruyor.
Ülke genelinde günlük ölüm ortalamasının 100’lere ulaştığı 2012 yaz aylarında ‘Özgür Suriye Ordusu’ adı altında örgütlenen muhalifler, rejim ordusuna büyük kayıplar verdiriyordu. Esed, artık başkent Şam’da bile kendini güvende hissetmiyordu. ÖSO, buradaki havaalanının da kontrolünü ele almış, İran destek birlikleri göndermeye mecbur kalmıştı. Muhalif grupların ülkenin yarıdan fazlasına hakim olmasıyla Şam’dan kaçışlar başlamış, hatta Rusya’dan “Esed görevini medeni bir şekilde bırakmaya hazır” çıkışı gelmişti. Rejim giderayak Türkiye’ye karşı terör kartını devreye sokmak istemiş ve özellikle Kamışlı, Haseke, Dırbesiye, Ayn el-Arab gibi yerlerdeki kamu binalarını bir süredir ABD-Barzani desteğiyle örgütlenen PKK/PYD’ye devretmişti. Esed’in devrilmesi emareleri artınca “Sonraki lider kim olacak?” soruları arttı. Rejim ordusunda görev yaparken Fransa’ya kaçan Tuğgeneral Menaf Tlas, Avrupa’nın Suriye için düşündüğü başlıca isimdi. Başbakan Erdoğan ise Esed sonrası dönemde Muaz el-Hatib’i destekleyeceğini duyurdu. Suriye’de sokakların ‘Erdoğan’ sesleriyle inlediği bir dönemde halkın Türkiye’nin desteklediği isme evet demesi kaçınılmazdı. Yani yönetim, Birinci Dünya Savaşı sonrasından beri ilk kez ‘Sünnilere’ geçmek üzereydi. Bu durum hem ABD hem Avrupa’yı, bilhassa da İsrail’i ürküttü. İşte tam o günlerde (2012 Temmuz) Amerikan New York Times gazetesi, ‘Irak-Şam İslam Devleti’ adında bir oluşumun ‘lansmanını’ hazırladığı geniş bir haberle yaptı. Sonraki aylarda ‘IŞİD’ ya da ‘DEAŞ’ kısaltmasıyla adını sıkça duyacağımız bu grup, “Bütün Müslümanlar için İslam devleti kurup sonra da İran ve İsrail’e savaş ilan edeceğiz” diyordu ama Suriye’de ABD-İsrail çıkarlarına direnen kim varsa karşısında er ya da geç bu örgütü bulacaktı.
Afganistan’dan Taliban üyelerinin bile gelip “Cihad yapmak için şartlar müsait mi baktık” dediği Suriye’de tuhaf şeyler olmaya başlamıştı. Esed’e karşı önemli mevziler kazanan muhaliflere karşı bir yandan DEAŞ ‘kafirler’ diyerek saldırıyor, bir yandan da PKK/PYD aynı tutumu sergiliyordu. Suriye’nin ikinci büyük şehri ve ticari başkenti Halep, işte böyle bir zamanda Esed-ÖSO-DEAŞ-PYD çatışmaları eşliğinde iç savaşa dahil oldu. Esed, İranlı milislerle birlikte her cephede zor anlar yaşıyordu. Üstelik kendi atadığı başbakanı Riyad Hicab, bazı kabine üyeleriyle birlikte ülkeyi terk etmiş, sonraki günlerde buna yardımcısı Faruk el-Şara da dahil olmuştu. Hicab, kaçtığı Ürdün’de gazetecilere şöyle diyordu: “Esed ülkenin ancak yüzde 30’una hakim...” Ülkenin ancak yüzde 30’u, evet. Esed düşmek üzereydi ama birileri onun yönetimde kalmasını istiyordu. O günlerde Ankara’da diplomatik trafiği yürüten kritik bir isim, gazetemiz Yeni Şafak’a şu bilgiyi vermişti: “Bu savaş ABD istediği için uzuyor. Washington, Esed sonrası Türkiye’nin şekillendirdiği ve Müslüman Kardeşler’in hakim olduğu yeni Suriye istemiyor.”
Öyle ya, ABD Türkiye’ye, “Suriye’yi istiyorsan İran’la savaşmalısın” demiş olmalıydı. NATO’dan da hemen her gün gelen mesajlar, “Her durumda Türkiye’yi koruruz” şeklindeydi. Oysa İslam dünyasının güç kaybetmesi amacıyla çıkarılacak bir Sünni-Şii savaşı, en başta küresel soygun çetesinin işine gelirdi. Bu nedenle Ankara -Suriye’deki her türlü provokasyona rağmen- bu oyuna gelmedi. İsteklerinin karşılanmadığını gören Obama ise elinde beyzbol sopasıyla fotoğraf servis ediyor ve “Erdoğan’la konuşuyorum” diyordu. Kontrolünü kaybeden Washington, Ankara’ya daha komik tekliflerle gelmeye başlamıştı: “PKK’ya ilişkin istihbarat verelim; siz de Afganistan’da Taliban’la savaşın. Suriye’de El-Kaide örgütüyle de mücadele etmelisiniz.” Zaten Obama’nın hiçbir zaman Esed’i devirmek gibi bir hedefinin olmadığını emekli CIA ajanı Douglas Laux’tan 2016 yılında öğrenecektik: “2012 yılında görevdeyken, Suriye’de Esed’in devrilmesi için 50 ayrı plan hazırladık. Siyasi irade bunların hiçbirini kabul etmedi.”
Şii Lübnan Hizbullahı binlerce militanını muhaliflerle savaşmak üzere Suriye’ye gönderirken, İran ve Rusya destekli rejim ise varil bombalarıyla şehirlerin üzerine ölüm kusmaya başlamıştı. Halep, Hama, Humus, Dera ve İdlib’in büyük bölümü, Şam’ın da ‘Sünni mahalleleri’ harabeye dönüştü. Sembol camilerin yerlebir edildiği süreç, tarihi eser hırsızlarına da kârlı macera kapısını açtı. Artık cuma namazı sırasında camilerin, içindeki cemaatle birlikte bombalanması, yaralıların tedavi edildiği sağlık merkezlerinin yatalak hastalarla beraber yakılması, ekmek fırınlarının, okulların enkaza çevrilmesi insanlar için tanıdık manzaralar haline geldi. Her şeye rağmen sokaklarda rejime karşı direniş sürüyordu. Ancak Suriye’nin çoğunluğuna hakim durumdaki muhalifler 100’ü aşkın gruba bölünmüştü. Bu, Esed’in iktidarda kalmasını ve bölgede kaosun sürmesini isteyenlerin işine geliyordu. Zira her muhalif grubun ajandası, onu destekleyen ülkenin durumuna göre farklılık gösteriyordu. Rusya ve İran’la sürekli temas halinde olan Ankara, tüm çabalarına karşın bu iki ülkeyi Esed’den vazgeçiremedi. Tahran-Bağdat-Şam-Beyrut hattı ile Akdeniz’e ulaşan Şii Hilâli, İran için hayati önemdeydi. Rusya ise ‘sıcak denizde’ Lazkiye ve Tartus’taki üslerinin tehlikeye girebileceği endişesi taşıyordu.
Mısır’ın seçilmiş ilk cumhurbaşkanı Muhammed Mursi’nin davetiyle bu ülkeye giden Başbakan Erdoğan’a yönelik Kahire’deki büyük sevgi gösterisi, Rusya-İran’ın dışında ABD ve İsrail’i de Esed’in kalması gerektiği konusunda iyice ikna etti. Çünkü İslam dünyasının lideri olarak görülen Erdoğan’ın Esed sonrası Suriye’yi tamamen kontrol eder hale gelme ihtimali, bölgesel denklemde Mısır ve Katar’ı da düşününce İsrail için kabus anlamı taşıyordu. “Esed kalsın, Erdoğan ve Mursi gitsin” şeklinde özetlenebilecek tasfiye planı 2013 yılında yürürlüğe sokuldu. Suriye muhalefetinin Türkiye ile bağlarını güçlendiren ve Türk istihbaratının etkinlik ağını genişleten MİT Müsteşarı Hakan Fidan, ocak ayının ilk günlerinde FETÖ’ye bağlı savcılarca PKK/KCK soruşturmasına dahil edildi. Bu, 7 Şubat sonrası FETÖ’nün ikinci denemesiydi. Aynı günlerde Esed, ÖSO gruplarıyla temas kurdu ve “Uzlaşma sağlanırsa çekilirim” mesajını verdi. Ardından bomba yüklü araçlar önce Cilvegözü’nde patladı, sonra da Şam’ın merkezinde. Mayıs ayında ise MİT’in uyarılarına rağmen harekete geçmeyen FETÖ’ye bağlı savcı ve emniyet birimleri, Reyhanlı’nın kana bulanmasına kapı araladı. THKP-C/Acilciler adlı terör örgütünün patlattığı bomba yüklü araç 51 kişinin canına mâl oldu. Saldırının şoku sürerken Başbakan Erdoğan, Dışişleri Bakanı Davutoğlu ve MİT Müsteşarı Fidan, Suriye toplantısı için Washington’a gidiyordu. 17 Mayıs 2013 tarihinde Beyaz Saray’da ABD Başkanı Obama ve ekibiyle yapılan o kritik toplantıların hayli gergin geçtiği, tarafların restleştikleri iddia ediledursun, Arap Baharı’nı Türkiye’ye taşıma denemesi olan Gezi olayları bu görüşmeden sadece 13 gün sonra başgösterecekti. Türkiye planlı ve organize isyanı FETÖ unsurlarına rağmen püskürtmeyi başardı, ancak Mısır’da işler tam tersi yönde gelişti. Türkiye’deki isyan dalgasından sadece bir ay sonra Mısır ordusu, seçilmiş Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi’yi kanlı bir darbeyle devirdi.