
Türkiye'nin önemli bir sorunu olan başörtüsünün beyaz perdeye yansıtılması gerekirdi. Ama sinemamız gerçek sorunlara pek eğilmiyor.
Atilla Dorsay'la görüşmek için haftanın dört günü film izlediği sinemaya gittik. Biz fuayede beklerken Dorsay içeride mesaideydi. yani film izliyordu. Birkaç dakika sonra kapı açıldı ve sinema zevkini tatmin eden kalabalığın arasında 'işini yapan' Dorsay belirdi. Beyaz perdenin sanal kahramanlarının arasından çıkıp gerçek insanların arasına karıştı. Sakin bakışları, ağır yürüşüyle yanımıza gelip selam verdi. “Film nasıldı” diye sorduk. “mükemmeldi”dedi. Yani filmi izler izlemez işini yapmaya başlamıştı. Artık sinemadan konuşabilirdik. Konuştuğumuz şey ne kadar 'gerçek dışı' olsa da biz ve sorularımız gerçektik.
BÜŞRA
KÜBRA
Çok sıradan ve normal olmayan, hayatını görselliğe adamış, sinemanın etkisini diğer insanlara göre çok genç yaşta hissetmiş kendine özgü bir adamdır. Film görmeden geçen gününüz olmaz ve filmler sizi realiteden daha çok etkiler.
Öyle olduğunu düşünmüyorum. Çünkü her şeye rağmen sinema hayatın içinden bir yansımadır. Ne kadar çok film görürseniz o kadar fazla hayata tanıklık etmiş oluyorsunuz. Kendi adıma sinemadan hayata dair çok farklı şeyler öğrendim.
Zaten tümüyle gerçekliği yansıtıyorsa o bir belgesel olur. Dramatik bir film olduğunda dolayısıyla hayal gücü ve kurgu devreye giriyor, o zaman sanat oluyor. Kurgusallığı olan filmlerden de bir şeyler öğrenebiliriz. Fantastik sinemalar da bize çok şey öğretebilir.
Bir Süpermen filmi bize aşağı yukarı her insanda iki farklı yön olduğunu, içimizde adeta iki ruh taşıdığımızı ve zaman zaman bu iki yönümüzün de ortaya çıktığını görürüz. Mesela çok ezik görünen bir insan kendisine haksızlık yapıldığında çok güçlü bir insana dönüşebiliyor.
İyi bir yerde bulunuyor. Dünyada kendi ulusal sineması yabancı sinemadan daha çok gelir getiren tek sinemadır Türk sineması. Fransa, İtalya, Japonya gibi sineması bizden daha gelişmiş ülkelerde bile milli sinemanın payı yüzde 50'nin üzerinde değil.
Beni uzun zaman kendi filmlerimize çifte standart uygulayan bir eleştirmen olarak gördüler. Bunu çok bilinçli olarak yapmadım ama bunu bilinçaltımda yapmış olabilirim. Ama benim eleştirmenliğe başladığım 70'li yıllarda Türk sineması çok güçsüzdü. Korunmaya muhtaçtı. Dolayısıyla korunması gerekiyordu.
Uzakdoğu ve Kore filmlerinden çok uzağız. Minimalist bir anlatımları var Amerikan sinemasından etkilendik. Bize duygusal açıdan yaklaşan sinemalar tabi Akdeniz ülkelerinin sinemalarıdır. İtalyan komedileri ve dramlarından çok etkilendik.
Amerika çağın en büyük gücü. Üstelik Amerikalılar sinemayı çok ciddiye alıp çok büyük yatırım yaptılar. Eğer Hollywood'da karşı bir şeyler yapmak istiyorsanız çok özgün olmanız gerekiyor. İran, Japon sineması, uzak doğu sineması bir ölçüde bunu yaptı.
Irak savaşını ciddi bir biçimde ele almaya başladılar. Irak üzerine şu anda 10'a yakın film çekildi. Bütün dünyanın ilgisini çeken bir savaş ve sıcağı sıcağına bunu beyaz perdeye aktarmak isteyecekler.
Aslında Irak savaşını eleştiren filmler bunlar. Bir de Amerikalıların Irak'ta ne aradığını sorgulayan filmler de var. Hollywood'da şimdi radikal bir akım da var. George Clooney'nin de öncülük ettiği Amerikan filmleri de ciddi bir biçimde eleştirecek.
Başörtülü kadını neden modern bir karakter olarak göremiyoruz filmlerde?
Son derece haklısınız. Bir ülkede hangi sorunlar varsa perdeye aynı sorunların yansıması lazım. 12 Eylül sonrası Türkiye'nin önemli bir sorunu olan başörtüsü sorununun da beyaz perdeye yansıması lazımdı.
Türk sineması çok uzun bir süre iki gösterim yapıldığı 60'lı yıllarda bile gerçek sorunlara çok az eğildi, hatta hiç eğilmedi diyebiliriz. Güldürmeye, ağlatmaya ve duygulandırmaya yönelik filmler olmuştur.
Ama tabi bazı filmler yapıldı bu sorunlarla ilgili. 12 Eylül ile ilgili birçok film yapıldı. En son "Babam ve Oğlum" insanları çok etkiledi.
Öyle diyorlar. Aslında ben de pek itiraz etmiyorum. Markalık önemli değil. Beni son zamanlarda mutlu eden bir hadise yaşadım. Ankara'da bir sinema salonu açmışlar ve adına “Atilla Dorsay” sineması demişler. Bu benim hayalimdi, rüyalarımda görürdüm.
Düşünüyorum tabi. Çünkü popüler sinemadan geldiğim ve popüler sinema sevgisiyle büyüdüğüm için seyirciyle bu bağı kurabildim. Çok entelektüel Avrupa sinemasını öven eleştirmenlerden olmadım. Amerikan sinemasını da Fransız sinemasını da iyi yapımlarıyla sevdim.
Eleştirmeyi biz hep negatif anlamda algılıyoruz. Halbuki Batı'da bir sanat eserini eleştirmek iyi ve kötü yanlarını belirtmek demektir. Bunun dışında ben şunu fark ettim; sanatçı her ne kadar hoşlanmaz gibi gözükse de eleştiri istiyor ve bekliyor.
Benim kalemimin şiddetli olduğu dönemlerde bazı filmleri yazmazdım. Yönetmen bana doğrudan ya da dolaylı olarak haber yollardı. Benim filmimi yazmayacaklar mı? diye. Çünkü güvendikleri bir kalemse eğer onun tepkisini bekliyorlar. Sanatçı mutlaka eserinin değerlendirilmesine muhtaç.
Benim için zor bir tanım ama şunu biliyorum; ilk eleştiri Fransa'da çıkmıştır. Sinema yedinci sanat deyimi bir Fransız eleştirmenin ortaya attığı bir deyim. O eleştirmen daha o zaman sinemanın bir sanat olduğunu görüp tespit etmiş. Demek ki eleştirinin bu anlamda sinemaya katkısı olmuş.
Kavga etmeyi, bağırmayı seven bir toplumuz. Her yerde kavga çıkar. Biz eleştiriyi de söylediğim gibi sürtüşme olarak algılıyoruz. Oysa eleştiri çok saygın bir şey. Ben gerçek anlamda eleştiriyi bildiğimizi sanmıyorum.
Çok fazla hobim var aslında. Müzik hastasıyım. İnanılmaz bir müzik arşivim var. Seyahat etmeyi çok severim. Eşim de arkeolog. Biz çeşitli ülkelere gider oradaki tarihsel kalıntıları, anıtları müzeleri gezeriz. Yemek başka bir hobim. Türkiye'deki ilk yemek yazılarını ben yazdım diyebilirim. Ayrıca mimar olduğum için İstanbul'u da çok sevdiğimden İstanbul ile ilgili yazılar yazdım. İstanbul üzerine kitaplarım var.
Benim gönlüm tabi 20. yüzyıl pop müziğinde kaldı aslında. O müziği dinliyorum ve arşivimde o müziklerden oluşuyor. Ama eski yeni diye ayırmak o kadar da doğru değil. Çünkü günümüzün müziğinde de çok iyi eserler çıkıyor ortaya.
Teoman, Duman, Mor ve Ötesini beğeniyorum. Bu sanatçıların albümleri çok başarılı. Ama eller havaya türü şarkılar ve şarkıcılardan da nefret ediyorum. Sırf ritme dayalı müzikten hiç hoşlanmıyorum. Ben müzikte melodi ve armoni arıyorum.
Hayır ben bir yazarım. Bunu çok küçük yaşlarda keşfettim. Ama sinemaya bulaştım sinema yazarı oldum. Hep kafamda romansss projeleri dolaşır. 'Beyoğlu Hikayeleri' adında hikaye yazmıştım. Film çekmenin kahrına, zahmetine hiç katlanmak istemiyorum. Ama fotoğrafçılığı seviyorum.
Bir albüm çıkardım geçen yıl. Ama çok kötü dağıtılmıştı. 40 yılda çektiğim oyuncu portrelerin toplamı bir albümdü.
Yok içgüdüsel çekiyorum o fotoğrafları. Fotoğrafçılık dersleri de almadım. Sadece git gide düzeyi artan kameralarım oldu. İyi bir makine aldıktan sonra fotoğraf çekmeye başladım. Çektiğim kişilerden bazı olumlu tepkiler aldım.
Haftada 4 veya 5 gün sabahları film izliyorum. Öğleden sonra genelde yazı yazarım. Akşamda yine DVD izliyorum veya çeşitli sosyal etkinlikler var. Tiyatro, müzik galaları… Yani ne çok abartılı ne de çok sade bir yaşamım var, ama egemen olan şey kültür tüketimi.
Stanley Kubrick
İngrid Bergman, Humphrey Bogard
2001 Uzay yolu macerası.( Stanley Kubrick)
Şerburg Şemsiyeleri filminin ana teması
Kazablanka'da Humphrey Bogart'ın yağmur altında İngrid Bergman'ın veda mektubunu okuduğu sahne. Yani mektubu görürüz, yağmur düşer, yazılar yavaş yavaş silinir ve kadının kendisini terk ettiğini anlar.
Merhaba, sitemizde paylaştığınız yorumlar, diğer kullanıcılar için değerli bir kaynak oluşturur. Lütfen diğer kullanıcılara ve farklı görüşlere saygı gösterin. Kaba, saldırgan, aşağılayıcı veya ayrımcı dil kullanmayın.
İlk yorumu siz yapın.