Önce Mekki Yassıkaya ağabeyle tanıştım. Sonra oğlu Sernur’la Yeni Şafak’ta arkadaş olduk. Bir gün Sernur’a bir misafir geldi, elinde kitaplar. Sohbete başlamışlardı ki, “Abi tanıştırayım, arkadaşım Onur. Toplantımız var. Misafir sana emanet” dedi ve gitti. Onur Caymaz’ı ismen biliyordum. Sernur sayesinde de tanıştık. Caymaz, sohbetimiz sürerken yeni yayımlanan eseri Düşün Bihter Seni Deliler Gibi’yi (Kırmızı Kedi Yayınevi, Mayıs 2024) imzalayarak hediye etti.
İstanbullu Caymaz. 1977 doğumlu. Marmara Üniversitesi’ni bitirmiş. Şiir ve yazıları Adam Sanat, Adam Öykü, E, Varlık, Öküz ve Virgül gibi dergilerde yayımlanmış. Çoğunluğu şiir olmak üzere on kitaba imza atmış. Romanı Sıfır’la Attilâ İlhan Roman Ödülü’nü almış ve diğer dallarda da ödüller kazanmış. Şiirleri, yabancı dillere çevrilmiş.
Altbaşlığı ‘Hayat-Sanat Üzerine Doksan Dokuz Parça’ olan kitap, sekiz yıl önce Hatırla Barbara Yağmur Yağıyordu’yla başlayıp Söyle Juliet Sana Ne Yaptım’la devam eden üç kitaplık deneme serisinin son kitabı.
Caymaz, eserde yer alan kısa ve fakat ayrıntı zengini metinlerle iki işi bir arada yapıyor. Bir yandan okuruna seslenirken diğer yandan da kendi okuma yürüyüşünden kesitler sunuyor. Okuma bittiğinde dimağımızda kalan tadı ayrıca zikretmeli.
Rahat okunan denemelerden oluşuyor kitap. Fragman romanlar gibi. Kısa metinler, çarpıcı detaylar. Burada yazarın yazı dili önem kazanıyor. ‘Konuşuyormuş’ gibi yazıyor, edebiyat dünyasında dolaştırıyor okuru. Olaylar, kişiler, durumlar.
Selim İleri ve Attilâ İlhan gibi şair ve yazarlarla yakın ilişkileri olan Caymaz’ın yazma serüveni İleri’nin kendisine hediye ettiği bir torba kitapla başlıyor. Şöyle diyor: On beş yirmi adet kitap … Bunları yazmam gerekiyordu (s. 17).
Ayrıntılar ambarı diyebilirim eser için. Hayat, edebiyat, kitap, rakamlar, duygular.
Mesela, 1993-1994 kayıtlarına göre Irak'ta 113 kütüphanede toplam 82.258 el yazması olduğunu öğrenince çok şaşırdım. Başka? Korkunç Tan Gazetesi Baskını'nda, Karaköy’de bulunan Tan Şarküteri sahibinin saldırıdan kurtulmak için tabelâsındaki T’yi Ç yapması; ‘kan ağlamak’ deyiminin Şaman Türklerin törenlerinden geldiği; 20. yüzyıl başında bol sigaranın astıma iyi geleceğinin düşünüldüğü, Nazım Hikmet’in 'Ran' soy ismini ‘kan’lı soy ismi seçenlerle dalga geçmek için aldığı; Sunay Akın’ın 12 eylülde doğduğu için doğum günü kutlamadığı gibi onlarca ayrıntı.
Sistemi basit. Önce olayı ayrıntılarla bezeyerek naklediyor, sonra metni kendi görüşüyle, tavsiyesiyle bitiriyor. Can alıcı sorular soruyor, “İnsanlarımız nerede edebiyatımızda?” (s. 47) gibi.
Nobel’li Orhan Pamuk’a değinmeden yapamıyor. İfadesi şöyle: Orhan Pamuk Bey’in ilk romanında, kahramanın cenaze namazı, caminin içinde secdeye varılarak kılınıyordu (s. 120). Pamuk’un kitabındaki söz konusu ifadeye baktım. Cami içinde kılınan namaz vakit namazı, cenaze değil. Cenaze namazı vakit namazının ardından caminin bahçesinde kılınıyor.
‘Türkçe edebiyat takımı’na laf etmekten sakınmıyor. “Sıkıcı romanlarına ‘kurmaca’ adı takmış, boğuntulu Türkçe edebiyat takımı tümden birleşse o saflıkta (Yılkı Atı) yazamaz” (s. 122) iddiasını dillendiriyor. Ekim başlıklı metinde de, “Anlatacak şeyi olmadan roman yazıp adına da anlatı etiketi yapıştıranlar” (s. 164) diyor. Örneklendirseydi iyi olurdu zira çok var böyleleri.
“…özgürlükler şeysi Amerika” (s. 54) tanımlamasıyla bazılarının gitmek için fırsat kolladığı Amerika’yı (dolayısıyla Avrupa’yı) nazikçe gömüyor.
Vatan hainlerini sevmiyor. Ahmet Altan’dan bahseden satırları (s. 271) ele veriyor bu yönünü. Çoğu şair ve yazarın dillendiremeyeceği şeyler söylüyor: … konu Türkiye (Türk) düşmanlığı olduğu vakit, bu ülkenin Kürtçüsü de, radikal solcusu ve sağcısı da her zaman buluşacak bir yer bulur” (s. 271).
“Karakoç, (Abdurrahim) ‘aşk kâğıda yazılmıyor’ buyurur; biliyor şair… Bu dizesi, bunca sevilir de solcu olmadığından belki adı geçmez hiç. Entelektüelimiz sadece rakı arkadaşlarının iyi şair yazar olduğunu sanıyor olsa gerek” (s. 208) diyerek kitabın ortasından konuşuyor. Zarif adam, “olsa gerek” diye bitiriyor cümleyi. Bu konuda hiçbir yorumda bulunmayacağım.
Kitabın başlarındaki Mönüde Çekirge Var bahsini herkes okumalı. Belki ‘açlıkla boğuşan dünya’ gerçeği biraz olsun kafamızda şekillenir.
Bir şairin kaleme aldığı kitapta altı çizili satırlar olmadan olmaz: “İstanbul masal gibi akıyor yokuşlardan” (s. 13), “Kâğıt da zaman gibi akıl almaz” (s. 14), “Yazmak, yazıda akmak isterdim ben” (s. 16), “Gün ışığı tozlanıyor kenarından köşesinden” (s. 18), “Örtülmüş battaniye gibi sessiz” (s. 51), “Şairler, … şiirlerinde uğuldayan ata binip uçarlar göklere” (s. 63), “Örtü, bazen en açığıdır” (s. 253) gibi…
Bitiş cümlesini şaire bırakayım: Tamamlanırsa, eksik kalır (s. 388). “Eksik kalırsa insanîdir” cümlesini ekleyerek.
BU KIŞ ÇOK ÜŞÜDÜM /
ELBET GEÇER, BAHAR OLUR BİR ŞEYLER /
KÜÇÜK OYUNCAKLAR SANAYİ SİTESİ /
KIRGINLIKLAR DEFİLESİNDEKİ MANKEN /
BABAM İÇİN YİNE BİRKAÇ SATIR DÜŞÜRDÜM /
BİR KADINA TEK CELSEDE YİTİK İNCELİKLER
HEPSİ BİR VAPUR DUMANI DİYORDUM GELİP GEÇER /
ELLERİMİ İSTASYONDAKİ YAŞLI ADAMA UZATIRKEN
İYİ DE BİR VAPUR DUMANI NEREYE GİDER…
Kitabı ne zaman kitaplığıma kattığımı hatırlamıyorum. Kapağı ilginç gelmişti sanırım. Dergâh Yayınları ve böyle bir kapak!
Fatma Şengil Süzer’le (şiiri ve nesriyle) tanışıklığımı yanlış hatırlamıyorsam Mustafa Uğur Başer’e borçluyum. Üniversiteden arkadaşımdı Başer, bizim için bir hocaydı, selâm olsun.
Şiiri üzerine çok konuşulan ve yazılan biri olmamasına rağmen edebiyatla irtibatı kuvvetli şairin. Yazmasına imkân tanıyan platformlardan kalemini sakınmıyor.
1970 doğumlu Şengil. İlk şiirleri 17 yaşındayken Dolunay’da yayımlanmış. Şiir, masal, anlatı türlerinde kitapları bulunan şair, evli ve dört çocuk annesi.
Bir konuşmasında “Şiir sadece söylenip yazılan değil, görülen ve dinlenendir” diyen şairin Uçsun Varsın’daki adımlarını takip ederek gördüklerimi, dinlediklerimi, anlayıp not aldıklarımı nakledeceğim.
Yaratan’ın güzelliği ile başlıyor şair: Bana bir kalp verdin / Sığarım dedin oraya … Yaktın mı / Ne güzelsin (s. 11). Can verip, var edenle münasebetini hiç koparmıyor. “Sana mahsus değil miydi yalnızlık / Bana verdiğin böyle” (s. 49) diyerek.
Çağını, kendini olduğu kadar olmasa da sorgulayıp eleştiriyor. “Naylondan yalandan” veya, “Yoğurt mayalardı kalaylı bir tas bulsa” (s. 12-13) gibi dizelerle.
“Duvarlar hazır mezar. Yıkıldığında / Üstüne çocukların / Kurumuş süt damlası / Ağızlarında” dizeleriyle Filistin’de bir asra yakın zamandır yaşanan mezalimi resmediyor. Ardından duâsı geliyor: “Yâ Kâhhar! / Hepsine / Yırtıcıların” (s. 36-37).
Söyleyişi ne kadar basit olursa olsun yalın ve güzel dizeleri var şairin. Not aldıklarımdan bazıları: “Issızın en ıssızına bir zambak gömeceğim” (s. 19), “Sevdim mi, sevdimse kurtuldum” (s. 22), “Bozkırı bir yay sesinde taşımak” (s. 41). Tablo gibi dizeler de dikkat çekiyor: “Ellerini açsa çınar yaprakları” (s. 55), “Gelinlik kız gibi salınan ekinlerin” (s. 65), “İnanmak istiyorum bir gelinciğe / Kırmızısı kırmızı, yaprakları kelebek” (s. 77).
Süzer, önce şiir yazmış, sonra nesriyle görünmüş ve dönüş tekrar şiire. Boşuna dememişler: Şiirden kaçılmaz! Kaçamamış ve lunaparkta bir yönden bir yöne koşuşturan kalabalık yerine ‘şiir’e dahil olmuş.
‘Dergilerin ablası’ diye anılan Fatma Şengil Süzer’i bir kitapla anlamak mümkün değil. Diğer eserlerine, dergilere, söylediklerine bakmalı. O, dört çocuklu bir ailenin ferdi olarak en muntazam şiiri yazmış zaten.
Dizelere bırakayım sözü: “Dünyaya değmedim mi, dünya bana değdi / Yazması telli / Entarisi gül desenli / Bir masal bitti” (s. 71).