Dünyayı şiirle kavramak: Oruç Aruoba

04:0015/06/2020, Pazartesi
G: 15/06/2020, Pazartesi
Yeni Şafak
Oruç Aruoba
Oruç Aruoba

“Kişi, ölümden sonra geri kalandır.” 31 Mayıs’ta aramızdan ayrılan şair, akademisyen ve felsefeci Oruç Aruoba, tam da şiirinde dile getirdiği gibi adından ve eserlerinden çok daha fazlasını sığdırdı yaşamına. Dünyayı şiirle kavrayan us’uyla ölümün yok edemeyeceği fikirler ve hisler bıraktı okura.

KAAN DEMİRDÖVEN

Onunla ilk tanışıklığım, 2010 yılında Bodrum’daki Gümüşlük Akademisi felsefe, şiir ve edebiyat seminerlerinden çok önce olmuştu. 15-16 yaşlarımda rahmetli amcam Nurettin Demirdöven’in büyülü kütüphanesinde merak zokasını yutarak düşünce tarihinin 1001 seraplı çölünde dolanmaya başladım. Bu okumalar ya da dolanmalar beni, 20’li yaşlarıma geldiğimde imgelem ile us’un birleştiği bir alana taşımıştı: Dilde biçem özgürlüğü ve imgenin kavramsallaşması bağlamında çağdaş şiir sanatına... Cumhuriyet sonrası modern ve çağdaş şiirde hakikat arayışları ve nihayetinde ‘De Ki İşte’ (1990) isimli bir kitapla, bu dolanma ‘durma’ evresine geçti. Evet, değerli şairimiz Ahmet Oruç Aruoba’dan söz ediyorum. Lise yıllarımda (90’ların başına tekabül ediyor), hafta sonları Beyoğlu’na iner, mutlaka Simurg Kitabevi’ne uğrardım. O günlerden birinde, kedilerden birinin üzerine kurulu kitabı ‘De Ki İşte’ ile Oruç Aruoba yolculuğum başlamış oldu.

ŞİİR İMGE VE KAVRAM ARAYIŞI

Onu okumak, metaforik olarak dil-söz-ses-anlam çerçevesinde tutulan bir imgeleme orucu gibidir. Bu durma evresinde Oruç Aruoba’nın sözcükleri, matematikselliği içeren duygu halleriyle kıyasa girer, düşünen insanın yaşadığı fildişi kulesinin kapımızın ardında -bir an meselesi- olduğunu hissettirir, vurguyu sözcükten alıp sözcüğün kesin bir biçimde uyandırdığı düşün-hali’ne kaydırır. Dili sözcük ve imla ile bir bütün olarak ele alır, aşkı, özlemi, kavgayı en yalın haline sıyırıp, insanın en ihtiyaç duyduğu kavramı, çıplak ve savunmasız özgürlüğü, sözcükler arası boşluklara sıkışmaktan kurtarıp hür bir geometrik figüre dönüştürür. Onda şiir, imgeler arası bir kavram arayışı olur adeta.

Türkiye’de 80 kuşağı bir genç, her ne kadar ‘kayıp kuşağa’ ait olsa da Star Wars’ı veya Michael Jakson’ı ne kadar biliyorsa, Nâzım Hikmet, Özdemir Asaf, Murathan Mungan ve 31 Mayıs 2020’de kaybettiğimiz sevgili Oruç ağabeyi de o kadar iyi bilir. Fakat ben biraz şanslıydım sanırım. Edebiyat öğretmenim Cengiz Erengil, (nam-ı diğer Hayalsiz Galip) eski İstanbul edebiyat ruhunun kulağı kesik tilmizlerindedi. O ve dostları (avukat Alpay, gazeteci Celal, teşbihçi Ömer, Epikür Turgut) önce Simurg’da buluşur, o günün tartışılacak konularına ait kitaplar alınır, Büyükparmak Kapı’da dürümcü İrfan ustaya uğranır, Sıraselviler Caddesi üzerinden Cihangir’e gidilirdi. Ben de peşlerinden… Soluğu Firuzağa Camii’nin altında, avlusunda musalla taşının bulunduğu kıraathanede alırdık. Çaycı Mustafa ağabey kahve ve çaylarımızı tazeler, bu sırada edebiyatın ustaları, tilmizlerin dilinde konuşur, çıraklar da yansının yansısını not alırlardı (çay ve kahve paralarını daima çırak öderdi. Böylece bugün olduğu gibi bilgiye öyle kolay değil, ancak bir feragat ile ulaşılabileceği çırağın belleğine çapalanırdı. Oradaki sohbetler her zaman belirli bir edebiyat zeminine otururdu. Bu akşamlardan birinde, konumuz sadece Oruç Aruoba ve onun felsefi şiirleri olmuştu. Yıl 1995 ya da 1996.

Bu ismi, Türkiye’nin şiir ve düşün edebiyatı içinde yer alan diğer değerli şair ve kalemşörlerimizden ayrı bir yerde tutarım. Sade Türkçe biçemi, düz yazıyla buluşan şiirsellik gücü ve insanın kendi başılığında, kendisi ile ilişkileri, bu ilişkilerin soyutlamalarına dayanan imgelem dünyası ile biçimsel yenilik ve deneysel cümle yapıları, modern edebiyat sonrası ortaya çıkan yapısökümcü bir karaktere de sahiptir.

ŞİİR VE FELSEFE İKİLİSİ

Bu yazımda rahmetli ustanın hayatı ve eserleri bağlamında biraz da bu yönüne değineceğim. Ama önce kendisini kısaca tanıtmak isterim.

“1948 yılında Karamürsel’de doğdu. TED Ankara Koleji’ni bitirdikten sonra Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Psikoloji Bölümü’nde lisans ve yüksek lisansını tamamladı. Yine Hacettepe Üniversitesi’nde çalışmalarına devam ederek felsefe bilim uzmanı oldu. 1972 ve 1983 yılları arasında Hacettepe Üniversitesi’nde öğretim üyesi olarak görev yaparken[1] felsefe bölümünde doktorasını tamamladı. Bu süreçte, Almanya’da Tübingen Üniversitesi’nde felsefe semineri üyeliği ve 1981 yılında Victoria Üniversitesi (Wellington) (Yeni Zelanda) konuk öğretim üyeliğinde bulundu.” (Wikipedia)

Aydınlanmacı ve modern felsefenin konuları başlıca ilgi alanıydı. Bilgi, etik, duyular, a priori (doğuştan sahip olduğumuz) kavramlar, ayrıca kaygı, hiçlik, emek, etimoloji ve dilin matematiği… Şiiri, daha çok poetik-felsefe bağlamında ele alıyordu. Ona göre şiir insanın özünün açılımıydı. “Şiir ile felsefe, ikisinin de bulunmadığı yerde buluşurlar.” (Hani, 1993)

Çünkü insan bir dil varlığıydı ve bu varlığı dilin sınırlarını aşan şiirde buluyordu. İnsan, dünyayı tüm halleriyle ancak soyutlamacı bir şiirle kavrayabilirdi, bunun için de sözcüklerin nicel-nitelerine yani şiirleşmiş matematiğine ihtiyacı vardır ve bunu da üzerine düşünme ile yapabilirdi.

Aruoba, birçok filozof ve şairin de eserlerini Türkçeleştirdi. Wittgenstein’ın eserlerini ilk kez Türkçeye o kazandırdı, ayrıca Japon Haiku şiir sanatının da Türkçedeki ilk örneklerini yine kendisi kaleme aldı.

“Sipsivri minare --

ne istiyorsun:

yeri mi, göğü mü? ...”

10 Haziran’95, Eskişehir

(NE Kİ HİÇ Haikular kitabından)

Ayrıca Aruoba, şiirlerinde noktalama kurallarının dışına çıkarak edebiyata yeni bir boyut kazandırdı.

“Özlem, dilektir :-“ örneğinde olduğu gibi, imlayı anlam yaratan bir araçsallık olma özelliğinden çıkarıp onu içerik haline getirdi ve imla işaretlerini anlamın içine kattı.

Firuzağa Camii’nin altında yapılan sohbetten hatırladığım Aruoba’nın, felsefe için ayrıcalıklı bir sanat olarak gördüğü şiire yöneldiğiydi. Felsefe ile harmanladığı şiirleri ile 90 sonrası Türk edebiyatında kendine özgü bir çizgi yakaladı. Ayrıca Cemal Süreya, Edip Cansever ve Haldun Taner gibi isimlere adanmış tümcelere yer verdi. Bu onun felsefe geleneği imgesinden ileri gelir çünkü felsefe, kişisel bir uğraş olsa da geleneğine bağ kurularak icra edilen bir etkinliktir.

İnsan, bir konunun ustası ile karşılaştığında, onunla hasbihal ettiğinde bir ikileme düşer. Önce, ustanın yalınlığı kişiye o işi yapabileceği motivasyonunu verir, sonra o yalınlığın yüksekliği ya da derinliği aynı kişiye, o işten alıkoyma güdüsünü bahşeder.

İşte, ben de ne zaman Oruç Aruoba ustanın tümcelerini okusam, beni bu dilemmanın ortasında bırakır. Ama yine de “Dokunamadığın noktalardan gelir yaşamın anlamı” diyerek ikilemin yine ikilemle aşabileceği bir dilde-bilincine-varma yolculuğuna davet eder. O halde:-

Seyriniz hoş olsun!..

#Nurettin Demirdöven
#Oruç Aruoba
#Firuzağa Camii