Çağın en büyük iddiası özeleştiri olmakla beraber bunu deneyen yapımlar genellikle eleştirdiği bataklığa düşüyor. Eleştirmenlerin çoğunun başyapıt olarak nitelendirdiği ‘Cevher’ gerçekten şaheser mi?
Yılın en çok konuşulan filmi “Cevher” (The Substance)… Coralie Fargeat’nın ikinci uzun metraj filmi özellikle Hollywood’un temsil ettiği ‘ışıltılı hayat’ın arka planını ifşa etmesi ve erkek egemen toplumda kadının var olma mücadelesini ele alması bakımından takdir gördü. Filmin esas meselesi ise isminden mülhem olarak hayatın verdiğimiz kararlarla şekillendiği ve sonuç ne olursa olsun sorumluluğun kendimize olduğu vurgusu…
Cannes Film Festivali’nde en iyi senaryo ödülünü alan filmi yere göğe sığdıramayanlar çoğunlukta. Atilla Dorsay gibi nefretini ifade eden ya da beğenmeyen ise çok az. Feminist şaheser olarak görenler çoğunlukta. Az da olsa eleştirdiği ‘kadın bedeni üzerinden sömürü’yü kendisininin yaptığını düşünen var.
Biz kanaatimizi en sonda söyleyelim. Tüme varalım, sebepleri sıralayalım… Ve en baştan belirtelim; filmi izlemediyseniz yazı ipucu (spoiler) içerecektir.
TÜRLER ARASINDA KENDİNİ KAYBEDİYOR
Öncelikle filmin hikayesi türler arasında gelip giden bir girdaba yol açıyor. ‘Body Horror’ denen, insanın vücudunu kullanan ve komedi ile korku arası bir alt tür olan yöntemin yanı sıra komedi, gerilim, fantastik ve bilim-korku ögeleri de barındırıyor. İyi ya da kötü diyemeyiz ama bir yerden sonra çorbaya dönen bir çaba söz konusu.
Hikayesine bir göz atalım…
Gençlik günlerini mumla arayan, gözden düşen bir Hollywood yıldızına (Elisabeth Sparkle) bilinmeyen bir kaynaktan gençleşmek imkanı sunulur. Yapması gereken basittir. Kendisine sunulan aletlerle gerekeni yapmak. Ve Sue olarak yeniden doğmak. Artık çift kişiliklidir. Ancak bu sadece psikolojik değildir. Fiziksel olarak da iki insan vardır. Her ikisinin de kurallara uyarak birer haftayla hayatta kalma şansı vardır. Ancak Sue, Hollywood’un ışıltılı cazibesine kapılarak kuralları bozar. Sonrasında da Elisabeth ile Sue arasında savaş başlar.
FİLMİN SÖZÜ, ŞOVUNUN ALTINDA KALIYOR
Elisabeth ile Sue elbette aynı kişidir. Film açıkça insanın kendi ile olan mücadelesine ve sistemi eleştirse de kendi kararlarımız sebebiyle istenmeyen sonuçlara ulaşacağımıza işaret eder. Eleştirilerde bu noktayı pek göremedim. Odaklanılan nokta nedense hep Hollywood’un temsil ettiği haz sistemidir. Oysa film diyor ki: “Hollywood ya da başka yer fark etmez. Kararlarınız, sistemi var eder. Ve sistem sizsiniz.”
YÖNTEM, ELEŞTİRDİĞİ ŞEYİ YAPIYOR
Filmi tartışmalı kılan şey hikayesi değil yöntemi. Fazlasıyla detaya giren, görüntü ile sesi rahatsız edici derecede yakın ve fazla kullanan yönetmen, kapitalizmden doğan modern zaman eleştirisi yapsa da eleştirdiği şeyi yaparak çelişkiye düşüyor. Zira popüler anlayışın kadın bedeni başta olmak üzere hazzı hedefleyen arzu nesnesi olgularını kullanması ne kadar insanlık dışı ise yönetmenin filminde böylesine sınırsız şekilde pornografi ve şiddet kullanması da sinema dışıdır.
Evet, evet. Biliyorum. İlk kez yapılıyor bu. Birçok isim sayılabilir bunu yapan. Haneke’den Cronenberg’e modern sinemanın auter yönetmenleri de bunu yaptı. Daha çok isim sayabiliriz. Ama emin olun o yönetmenlerin filmleri kendi içerisinde daha tutarlı ve eleştirdiği şeyi yapmanın sınırından kaçarak kendiyle çelişmiyor. Ya da benzeri varsa da durum değişmez.
Film zaten atıflarla dolu. Hikayenin sonundaki, yılbaşı gecesi sahnesinde ortalığı kan revan götürürken, sahnedeki yaratık ile salondaki seyirci bir şeyle yüzleşiyor. Esasında evrimi tanımlayan bir dönüşüm ya da tersi… Tıpkı Kubrick’in Uzay Yolu Macerası: 2001 filminde bulduğu kemiği havaya fırlatan maymun sonrası insana geçerek evrim vurgusu yapıldığı gibi. Sahnedeki müzik de zaten Kubrick’in o sahnede tercih ettiği müzik.
‘ABJECT’, ‘KITSCH’ VE DAHASI…
Filmin yöntemi üzerine söylenecek çok şey var. Ancak kısaca bazı kavramsal yönelimleri işaret etmek gerek. Öncelikle filmi izlerken ‘abject art’ denen, ‘iğrenç sanat’ olarak çevirebileceğimiz bir çağdaş sanat yaklaşımı aklımıza geldi. Zira bu sanat kadın sorunları, annelik, cinsiyet rolleri, beden gibi konulara provokatif bir dille yaklaşır ve neredeyse sınır gözetmez. Zaten postmodern dönemin en bariz belirtisi de sınır gözetmemek değil midir?
Diğer taraftan Cevher’in en çok övülen noktası sinematografisi ve sanat tasarımındaki başarısı. Makyaj ve görsel efektlerin yanı sıra renkler ve yapım tasarımı da çok başarılı. Peki, bir sanat eserinin nicelik açısından çok başarılı olması kafi mi? Öyle olmadığı için ‘kitsch’ (okunuşu kiç) denen bir kavram var. Yani görsel olarak çok iyi. Ancak bir şeyin kopyası, taklidi ya da bayağı parçası… Filmin son kısmına kadar kitsch kavramına gidip geldim ancak son kısım tam olarak bunu hak etti.
TEKNİK OLARAK ÇOK İYİ…
Gerçekten filmin teknik yönü çok başarılı. Hatta son dönemde çok az filmde bu denli başarılı bir tarz gördüm. Ancak tercih ettiği yöntem, anlatmaya çalıştığı şey ve hikayenin geldiği nokta büyülü dumanı kaldırıp altından başka bir yaratık çıkmasına sebep oldu. Tıpkı filmde Elisabeth’in içinden Sue, Sue’nun içinden Elisabeth çıkması gibi.
Ele aldığı şaşaalı alemi vurgulamak için kullanılan renkler, psikolojik etkiyi zorlamak için kullanılan yakın planlar ve geniş açı çekimler filmi pornografik bir yapıya vardırıyor. Pornografi derken kastettiğimiz sadece cinsel göstergeler değil. Öylesine yakın ve ayrıntılı çekimler var ki, yakın seslerle de desteklenen bu durum, kadın bedeni üzerinde etkili olan eril yapıyı eleştiren kadın yönetmenin eleştirdiği şeyi yapmasına yol açıyor.
Zaten yönetmen Coralie Fargeat’nın önceki filmi İntikam’ı izlerseniz neden bahsettiğimi anlarsınız. İlginç şekilde İntikam’da da yine erkek faşizmine karşı direnen bir kadının mücadelesi anlatılıyor. Erkek karakterin ağzından dökülen son cümle “Kadınlar her zaman mücadeleye devam etmek zorunda” oluyor. Cevher’i düşününce ne kadar da tanıdık. Zira orada da “Güzel bir kız her zaman gülümsemeli” ifadesi sloganlaşıyor.
YÖNETMENİN İKİ FİLMİ DE AYNI YÖNTEME SAHİP
Ayrıca İntikam ile Cevher arasında çok benzer bir hikaye yapısı var. Her ikisinde de kadın bedenine odaklanan kamera ile cinsel vurgu üzerinden başlayan anlatı, sona doğru kana dönüyor ve her iki filmin de sonunda ana karakterler kan revan içinde kalıyor. Yani sizin anlayacağınız, yönetmen, ilk filminde karşılık bulduğu yöntemini ikinci filmine de taşımış.
Netice olarak yere göğe sığdırılamayan Cevher’e karşı takınılan genel tavır, eleştiri dünyasının da sinema algısının da çağın postmodern faşist yapısı altında manipüle olduğunu gösteriyor. Teknik olarak çok başarılı, bütün olaraksa yeni bir şey söylemeyen ve birçoklarına göre ‘iğrenç’ olan bir yapıya sahip.
Son olarak…
Demi Moore’un yıllar sonra neredeyse kendi kariyer yolculuğunu anlatan bir filmde yer alıp yeniden gündeme gelmesi sinemacılar için anlamlı. Margaret Qualley de rolünün hakkını veriyor. Tıpkı Dennis Quaid gibi…