Padişahların, sadrazamların ve anlı şanlı vezirlerin yaptırdığı ve onlar vasıtasıyla mahalle halkıyla kucaklaştıkları çeşmelere bakarsanız ağlıyor, çeşmeler ağlıyor gözyaşısız. Gözyaşı dökemiyorlar. Çünkü: gözyaşı olarak kullanabilecekleri suları da kesik. Kimi çöplük haline çevrilmiş, çöplük olarak kullanılıyor. Kiminin yüzü deforme olmuş. Kimisinin yanı yöresi işgal edilmiş. Kimisinin de kitabesi bozulmuş, yazısı okunmuyor.”
Sezai Karakoç, bir süre önce önce yayınladığı Diriliş Partisi bildirisinde tarihi çeşmelerin durumunu bu sözlerle anlatıyordu. İstanbul’un çeşmelerinin bazılarının durumu ne yazık ki Karakoç’un anlattığı gibi. Çöplerle kaplanmış, vandallık izleriyle dolu, terk edilmiş... Üstelik, belki de her gün önünden geçip gittiğimiz bu tarihi çeşmeler çok az sayıda insanın dikkatini çekiyor. O çeşmelerin önünden geçip gitmeyen, yanlarında duran, onları temizleyen, ilgilenen kimselerden nadir insanlardan biri de 15 Temmuz şehidi, Yeni Şafak Pazar’ın emektarı, çalışma arkadaşımız Mustafa Cambaz’dı. Cambaz, bu çabasıyla beraber vefat edene kadar İstanbul’un kıyıda köşede kalmış tüm tarihi çeşmelerini fotoğraflayarak kayıt altına almıştı.
Cambaz’ın diğer tüm çalışmalarını ve çeşmelere olan ilgisini arkadaşı, gazeteci yazar Mehmet Şeker de yakından takip ediyordu. Şeker, Cambaz’ın sadece ulu camiler üzerine değil, tarihi eserlerin tümü üzerine çalıştığını ve bunları bir bütün olarak gördüğünü söylüyor. Şeker, Cambaz’ın çeşmelere olan ilgisinin başlangıcını ise kendisine de atıfta bulunarak şu cümlelerle anlatıyor: “Evvel zaman içinde genç bir gazeteci, müdürünün yanında birkaç cümle kurar. “Osmanlı döneminden kalma çeşmelerin hâli perişan. Bugün onlar gibilerini yapamayız, hiç değilse suyunu akıtabilsek, yeter.” Müdürün tepkisini, aradan geçen yıllara rağmen hiç unutmaz. “Bu tür işlere kafayı takma. Boş ver. Bu konuyu unut gitsin.” Üçüncü şahıs olarak konuştuğuma bakmayın, bu ifade aslında ilk ağızdan. Gerçekten de Osmanlı muhteşem çeşmeler yapmıştır. Zira medeniyet anlayışı bunu gerektirir. Yol olacak, su olacak ki bir medeniyetten söz edilebilsin.”
Şeker, Cambaz’ın kendisini kayıt fotoğrafçısı olarak tanımladığını ve sanatçı nitelemesinden hoşlanmadığını hatırlatarak şunları aktarıyor: “Mustafa Cambaz, Ulu Camiler adlı eserini çıkardıktan bir ay sonra 15 Temmuz’da şehit oldu. Mustafa, yalnızca ulu camiler üzerine çalışmıyordu. Yalnızca camiler üzerine de değildi çabası. Tarihî eserleri bir bütün olarak görüyor ve her biriyle ayrı ayrı ilgileniyordu. Çeşme, köprü, hamam, ev, resmî yapı, medrese, imaret, hastane, kütüphane, kervansaray, mektep, medrese… Geçmişten bugüne sağlam kalmış, dimdik ayakta duran veya harap hâle gelmiş nerede bir eser varsa, peşine düşer, araştırır ve fotoğrafını çekerdi.
Çeşmeler konusu, kitap olarak ikinci sıradaydı. Büyük kısmını tamamladığını söylüyordu. En fazla bir iki ay uğraşsam tamamlarım diyordu.”
Bu kitabın özellikle İstanbul çeşmelerine odaklandığını hatırlatan Şeker, Cambaz’ın Prof. Dr. Semavi Eyice ile çeşmelerin sayısı hususunda şirin bir tartışma yaşadıklarını da söylüyor. “Sayısı üzerine rahmetli Prof. Dr. Semavi Eyice ile şirin bir tartışmaları olmuştu. Hoca en çok 800 civarındadır derken, Mustafa en az bin çeşme bulunduğunu söylüyordu” diyen Şeker, ikilinin bu tatlı atışmadan sonra anlaştığını da şöyle anlatıyor: “Sonunda anlaştılar. “Hocam, ben size bunu ispatlayacağım, kitap haline gelince de önsözünü siz yazacaksınız” demiş ve mutabık kalmışlardı. İkisi de sözüne sadıktı ama ömür vefa etmedi.”