1967’ye kadar ebrucu olarak pek tanınmıyordum. O tarihte Galatasaray Yapı Kredi Bankası Kâzım Taşkent galerisinde bir ebrû sergisi açtım. Bu sergi bankada şef olan arkadaşım Süha Tuna’nın teşvikiyle olmuştu. O zaman bankanın sanat müşaviri olan Vedat Nedim Tör özel alâka gösterip, bir İtalyan film şirketine yüz bin lira verip on beş dakikalık bir ebrû filmi çektirdi. O dönemin sinemalarında filmlerden önce kültür hizmeti olarak iki sene müddetince gösterildi. Banka bana filmin bir kopyası ile iki de halı hediye etti. Sergi büyük rağbet görüyordu. Çünkü bâkir bir sahaydı ve ilk defa gösteriliyordu. Böylece efkâr-ı umumiye ebrûnun ne olduğunu anlamaya başlamıştı. Çocuklarına ve işyerlerine ebrû ismini koymaya başlamıştı insanlar.
1940’lı yıllardan bu yana ebruyla ilgilenen dünyaca ünlü ebru sanatçısı Mustafa Düzgünman kendi hikayesini böyle anlatır. Ahmet Yüksel Özemre ise Üsküdar’da Bir Attar Dükkanı adlı kitabında Düzgünman’ın işlettiği küçük aktar dükkanını hatıralar eşliğinde okura açar. Kubbealtı Vakfı’nın kuruluşunun 50. yılı anısına yeniden basılan hem bu kitaptan hem de M. Zeki Kuşoğlu’na kendi ağzından anlattıklarından yola çıkarak doğumunun 100. yılı vefatının ise 30. yılı vesilesiyle Mustafa Düzgünman’ı anmak istedik. İşte onun ebruyla geçen ömründen derlediklerimiz:
1920 yılında Üsküdar Sultantepe’de doğan Mustafa Düzgünman ebru sanatına adeta ikinci baharı yaşatan sanatkar olarak bilinir. Babası Saim Efendi’den kalma dükkanda aktarlık yaparken bir yandan da ebruyla uğraşır. Kendi kendine ciltçiliğe merak saran, dini musiki alanında dönemin önemli hocalarından dersler alan, uzun yıllar Aziz Mahmud Hüdayi Hazretlerine türbedarlık yapan Düzgünman gençlik yıllarında ise elinde körüklü bir fotoğraf makinasıyla tarihi camileri gezerek eski tabloların fotoğraflarını çekerek önemli bir koleksiyona imza atar. Büyük dayısı olan (annesinin dayısı) hattat Necmettin Okyay’ın teşvikiyle Güzel Sanatlar Akademisi’ne öğrenci olarak başlayan Düzgünman’ın sanatçı kimliği 1942 yılında okulda açılan sergide ilk dikkatleri üzerine çekmesiyle öne çıkar.
Düzgünman, Prof. Dr. Zeki Kuşoğlu’na ebruya başlamasını şöyle anlatacaktır:
“1940 senesinde ebrûya başlamıştım. İkinci Dünya Savaşı sıralarında olduğumuz için ebrûda kullanılacak kâğıt bile bulamıyorduk. Gazete kâğıdına ebrû yaptığım olmuştur. Bir ara her çeşit ebrûdan bir tomar yapıp Toygar Tepesi’ne hocamın evine gittim. Mevsim yazdı, hoca bahçede atkestanesi altında oturuyordu. Tesadüfen mürşidim Hafız Eşref Efendi de oradaydı. Ebrûları açtım, baktılar ve bana aferin verdiler. Hocam içinden bir tanesine ‘Bu harika olmuş’ dedi. Çiçekli ebrûda Hoca’nın açtığı çığır takdire şayandır. Ben de bu çığırı geliştirmekle müftehirim.”
Uzun yıllar sessiz sedasız ebru yapmaya devam eden Düzgünman 1967 yılında Yapı Kredi Bankası Kazım Taşkent galerisindeki sergiden sonra bütün dikkati üstüne çeker. Bu sergiden sonra ülkemizde ebru sanatına ilgi de artar. Dünyada ilgi görmesi de yine o yılalra rastlar. Düzgünman şöyle anlatır: “Amerikan Kültür Merkezi’nde Meral Selçuk Hanım’ın isteğiyle bir sergi daha açtım. Ardı geldi. Harbiye’de Akbank galerisinde Uğur Derman’ın teşvikiyle bir sergi daha açtım. Azade Akar Almanya’da bir sergi açmıştı, bu karma sergiye de iştirak ettim. Böylece dış memleketlerde de bizim ebrû tanınmaya başlamıştı. Amerika’dan, İngiltere’den, Almanya’dan, Fransa’dan, Hollanda’dan gelen meraklılar yaptığım ebrûlara büyük ilgi gösterip, alıp memleketlerine götürüyorlardı. Alman Profesör Antes bana yüz elli tane ebrû sipariş etmişti, gönderdim. Bana çok sitayişkâr bir mektup yazdı. Ama bu şeref hiç şüphesiz ecdadımıza aittir. Bazı mecmualarda, sanat dergilerinde röportajlarım yayınlandı. TRT üç defa ebrû filmi yaptı ve yayınlandı. Kırk seneden beri ecdad yadigârı ebrû sanatına hizmet ettiğim için hocama minnettarım. “
Artık dünyanın dört bir yanından misafirleri vardır. Ebrunun nasıl yapıldığını görmek için ustayı çalışırken izlemeye gelirler. Bu geleneği yeniden ayağa kaldıran Düzgünman aynı zamanda bu sanatı devam ettirecek önemli sanatçılar da yetiştirir. Babadan kalma attar dükkanı ebruya meraklı gençlerin gidip geldiği önemli bir adrestir artık. 1990 yılında 70 yaşındayken vefat eden Mustafa Düzgünman Karacaahmet’te toprağa verilir. Sayısız öğrenci yetiştiren ve ebruyu dünyaya tanıtan Düzgünman’ın sanatıyla ilgili sözleri ise şöyledir: “Tasavvuf terbiyem kendimi beğenmişliğe müsait değildir. Beni takdir edenler usta diyorlar. Bana sorarlarsa, ben hâlâ Necmeddin Hoca’mın çırağıyım, böylece malûm ola. “
Üsküdar’da Hakimiyeti Milliye Caddesi üzerinde 104 numaralı küçük dükkanın hikayesini ayrıntısıyla Ahmet Yüksel Özemre Üsküdar’da Bir Attar Dükkanı kitabında anlatılıyor. Yazılanlar bir küçük dükkan üzerinden bir dönemin hikayesi aslında. Esnaf ahlakını, dini ve sanat sohbetlerini, tasavvufu, devrin önemli adamlarının dostluklarını, İstanbul geleneklerini çoğumuz bu kitaptan ilk kez okuduk. 1934 doğumlu olan Ahmet Yüksel Özemre hatıralarını babasının arkadaşı olan dükkanın ilk sahibi Saim Efendi’yle başlayarak anlatmaya başlar. Kendisinden yaklaşık 15 yaş büyük olan “ağabey” dediği Saim Efendi’nin oğlu Mustafa Düzgünman’la Özemre’nin dostluğu çocuk yaşta bu dükkanda başlar.Attar dükkanının ikinci kuşak sahibi olan Mustafa Düzgünman ile Özemre’nin dostlukları ömür boyu devam etmiştir.
Mustafa Düzgünman’ın 1979 yılına kadar yaptığı türbedarlıkla ilgili hatıralarını ise şöyle anlatır: “12 Şubat 1954’te Aziz Mahmûd Hüdâyî’ye türbedar oldum. Kırk beş lira aylığım vardı. Türbe haraptı, aldığım aylıklarla türbeyi onarmaya muvaffak oldum. Fakat bu süre içinde hadiseler de eksik olmadı. Türbenin kurşunları çalınır, karakollara giderdim. Vakıflar masraf etmez, ben adam bulur çatıyı yaptırırdım. Çoğu kere masrafları dükkânımızdan karşılardım. Dergâhın aşağı sokağındaki Cennet Efendi türbesine de ben bakardım. Ahşap ve haraptı. Orayı da yaptırdım ama yandaki evde çıkan yangınla 17 Şubat 1961 Ramazanında orası da yandı. Buna çok üzülmüştüm. Türbe yeniden yapılmayınca orayı da açık hazire olarak tanzim ettim ve ağaçlandırdım. Beni türbeler müdürlüğüne ‘O ticaretle uğraşıyor, ne işi var türbede’ diye şikâyet etmişler. O da yetmiyormuş gibi bu insanlar beni huzursuz ediyorlardı. Yine müdürlüğe ‘Orası ham sofular karargâhı oldu’ diyorlarmış. Baskılara dayanamadım, istifa ettim. İçim kan ağlamıştı.“
“1986 Ramazan Bayramı’nda dergâhı ziyarete gittim. Bir de ne göreyim, türbeyi mahvetmişler. Hz. Hüdâyî’nin sandukası etrafında çevrili altın varaklı özel parmaklığına, vurmuşlar kurşuni soba yaldızını. Sandukalar üzerindeki kıymetli şallar, Kâbe örtüleri, el işlemeli yazılı kıymetli peşkirler, örtüler yok olmuş. Yerine Kapalıçarşı usulü neftî çuha çekmişler. Perdeler sökülmüş ve yerlere makine halısı döşemişler. 135 senelik Abdülmecid yapısı âsâr yok olmuştu. Kıymetli mumluklar yok olmuş,levhalar çalınmış.”