Gazali, “akıl yaratılış itibari ile hata yapmaz, şayet karar verirken doğru sebepleri doğru bilgi ve dokümanlarla önüne konulmuşsa" diyor… Erol Göka, çetrefilli konulardan diyebileceğimiz etnik kimlik, sekülerleşme ve sekülerleşme karşısında din, tüm bunları izah ve tespitlerde bulunurken sizi yormuyor ve bir çırpıda bir nedensellik şeması çiziyor. Nasıl mı? İşte size bir örnek: “Modernite ile birlikte ortaya çıkan bazı problemeler diğer toplumlarda bireyselleşmeye toplumu götürürken Selçuklu ve Osmanlıdaki farklı kültürleri bir arada yaşatma güdüsü şükür ki kendi toplumumuzda meyvesini vermiş olacak ki, böyle bir ayrışma toplumda mümkün olmuyor. 15 Temmuzdaki duruşu, bu kültürel kodlara bakarak cevabını verebiliriz. Fakat dünyanın en büyük militan ezoterik (batîni) topluluğunun spiritüel cinnet örgütünün de bu topraklardan çıktığını söylemek çok da izah edici ya da cevabı şıp diye verilecek bir şey değil."
Açıkçası ilk itikadı ayrılığa alev topu olacak olan Haricilik fikri Medine'de, yalancı Peygamber Yemame'de, Şia düşüncesi İran'da, Selef Istilahçı anlayış Hint alt kıtasında, Ğulam Ahmet'in fikirleri Amerika ve Avrupa'da İslam'ın kalbine saplanan bir ok vazifesi görüyorken, yüzyıllarca İslam'a sancaktarlık yapmış bu topraklarda bugüne değin İttihat-ı İslam'ı sarsacak hiçbir fikir ve düşünce temayüz etmemiştir… Yazarın değindiği bu noktada önemli ki, FETÖ, yapılanma ve etki alanı ile tarihteki bu gruplar arasında öncelikli sırayı almış ve bununla da kalmayıp Anadolu topraklarına da necaset bulaştırmıştır.
Prof. Dr. Erol Göka, “Mutedil Müslümanların Günümüzdeki Düşmanları" adlı kitabında Türkçenin kendi anlam alanı üzerinden “aydın" kavramını irdelerken açıkçası kanamaya biran önce müdahale etmek isteyip, akan kanın durması için kalıcı çözüm getiren bir cerrah gibi. Kavramlarla oynamadan yani aydının karşısına arifi, arifin karşısına entelektüeli çıkarmadan ihtiyacımız olanı ya da toplumun ihtiyacı olanı sınırlarını kendi tecrübe ve birikimi ışığında çizdiği aydın kimliği altına koyduğunu görüyoruz.
Yazar, kendisini de içine alarak Türk aydınının toplumun ihtiyaçlarından uzak, kendi ilgi alanı dışında kelam etmesi uygun olmayan bir sınıf olduğunu ve kendi ifadesi ile “siyasi tercihimizi ancak oy olarak sandıkta gösterebilir, maneviyatla ilgili tavrımızı İsmet Paşa gibi kimsenin görmediği yerlerde saklı gizli sergileyebilirdik." Sözüyle, çerçevesini çizdiği ve bu tanım içerisinde kalmakta ısrar edenleri bir mührü ezeli gibi kayıt altına alıp, sonraki neslin yazacağı tarihin, takdirine bırakıyor bu meseleyi…
Paranoid Derebeyleri! Daha önce duymuş olabilir misiniz? Ben hiç duymadım. Yazar, “geçmişin büyük liderlerinin, aile reislerinin kâmil insanlarının yerini şimdi bu çağdaş derebeyleri dolduruyor" diyor. Hangi bağlamda mı bunu söylüyor? Hemen hemen her bölümü ciddi klinik sonuçları ve yol anahtarlarıyla dolu olan kitap için belirli sayfa adresleri göstermek diğer bölümlerin luzumuyetini hafifletebileceği için açıklamayı sakıt bırakmak uygun olacaktır.
Profesör, kitabında umumun nesnelliğini yerelin özneliğine yediriyor. Kitabı okurken Bauman ne demiş, David Duke ne demiş, ya Charles Taylor… Peki, Werner Gross, Oliver Roy, Mustafa Şerif ve daha diğerleri… Kitabı okurken tüm bu şahsiyetlerin ne dediği, o kadar bir önemsediğiniz durum olmuyor. Çünkü yazar alabildiğine milli ve her köşe başını tutmuş kalp doktoru gibi; toplumun kalp atışlarını duyuyor ve belli ki bu yüzden kendi anlatım diyalektiğini merkeze koyarak, okuyucuya, ayağını sabitlediği o yerden sesleniyor.
Kitabında Mehdilik konusuna da yer veren yazar, öncelikle Mehdiliğin tarihçesiyle ilgili bazı bilgiler verdikten sonra sosyopsikolojik boyutu üzerine daha geniş bir şekilde ele alınması belki de gerekli olan bu konuyla ilgili, bu alanı yeteri kadar doyurucu bir çıkarım ve tespitte bulunuyor.
Zaman zaman kitapta kendi içresine had bildiriyor ve bildirdikçe okuyucu ile arasındaki duvarları yıkıyor. Mehdilik konusunu işlerken ki tavrı bunu açık açık gösteriyor. Bazen okuyucudan yardım istiyor. Çıkmazlarından korkar bir hali yok, onlarla hallenip bir samimiyet çiti örüyor. Bu çiti örerken de, “Bilmeyenlerin sorup araştırma cehdi olmayanların işleri kolay. Hayatın zor soruları hiç yokmuş gibi yapar. Küçük dünyada her şeyi biliyormuş üstelik en haklı da senmişsin pozları takınırsın. Beğenmediğin kimselere siyasi muarızarına bir akıl hastalığı teşhisi yapıştırışın olur biter." Diyerek, samimiyet çitinin dışında kalanları ise bu şekilde kayıtlı bir kayıtsızlıkla sobeliyor.
Kitabında millet olarak son dönem yaşadığımız olaylardan bahisle, karşımıza çıkan bu FETÖ'nün nasıl bir yapı olduğunun parametrelerini ortaya koymak kâbilinden, ilk Haşhaşiler ve akıbetleri ile ilgili dikkat çekici aktarımlarda bulunuyor.
Bu arada Spiritüel cinnet ve Militan Ezoterizm, muhtemel ki psikiyatrinin alt başlıkları arasında tanısal bir durumun ismi. Yazarın bu kavramlar üzerinden FETÖ lideri ve örgütünün psikanalizini yapması ve Mesih ve Mehdilik kavramları üzerinden bir şema çiziyor olması oldukça dikkat çekici… Bu arada yazar Göka, “Gerçek İnsanın Yüzünde Yazar Mı" adlı bir eserin sahibi. Bu yüzden kitabı okurken yazarın FETÖ ve DAEŞ mensuplarının görüntü ve tepki tarzları ile de ilgili dikkat çekici tespitlerde değerlendirmelerde bulunduğuna şahit olmanız size yazarın havas kitaplarını kendisine mürşit edindiği algısına neden olmasın çünkü ilgili kitabında bu bilimselliği fazlasıyla ortaya koyuyor.
Bu arada bu yazarı okurken kafa konforu yaşıyorsunuz. “Süte su katma ihtimali yok" denecek kadar samimi bir dili var. Kitabının başında ortaya koyduğu ilkelerle pazar tezgâhı satın alma gibi bir niyeti olmadığı aşikâr. Uğraşı, değişen dönüşen toplumun ana sabiteden kopmaması için sürekli surette toplum hafızasının ve kodlarının tomografisi çekmek. Zaman zaman da ihtiyaç gördükçe gördüğü tablo karşısında reçete yazmak…
İslamofobia ile ilgili birkaç makale okumuş bazı konuşmalara da kulak kabartmıştım. Ayrıca İslamofobia ile ilgili algılarımızı bir sonraki platforma taşımak istiyorsak bu kitabı elzem ki adres göstermek gerekiyor.
Göka, kitabının son bölümü olarak ayırdığı makalelerinde kitabın sair yerlerinde satır arasında beyan ettiği üzere “ÇARE: Demokrasi, Hoşgörü, Değerler Eğitimi" diyor.
Müslümanların Demokrasi ile olan ilişkilerinin tarihi süreçlerinden günümüze gelinceye değin ki değişim ve dönüşümden bahseden yazar, “Sahih Muhafazakârlık" kullanımıyla, sessiz bir çoğunluğun her zaman akli selim üzere olduğu ve sahih anlayışın ana yolda hiç sarsılmadığını sadece siyasi muhafazakârlığın bir karmaşayı doğurduğunu salık veriyor. Ve yazar “Değer'li miyiz" sorusunun altını doldura doldura okurla kitap aracılığı ile veda ediyor.