DiasporaTürk’ün editörü Gökhan Duman, göç hikayelerinden oluşturduğu ikinci kitabı “11. Peron” okurla buluştu. Fotoğraflarla zenginleştirilmiş göç hikayelerin bizim insanımızın hikayesi olduğunu söyleyen Duman, “Bu hikayeleri okumak tavan arasında unutulmuş eski bir fotoğraf çerçevesiyle karşılaşmanın yaşattığı duygu gibi“ diyor.
57 yıl önce Almanya’ya başlayan işçi göçlerinde yaşanan hikayeleri DiasporaTürk isimli sosyal medya hesabından paylaşan Gökhan Duman, belgesel fotoğraf kitabı “Göçüp Kalanlar”dan sonra ikinci kitabı “11. Peron”u hazırladı. Çalışmak için Almanya’ya giden Türk ailelerinin orada yaşadığı sıkıntıları, sosyolojik değişimleri hatırlatan Duman ile yeni kitabını konuştuk. Duman, göç fotoğraflarıyla zenginleştirdiği kitap için "Bunlar bizim insanımızın hikayesi" diyor.
11. Peron bizim hikayemizi anlatıyor. 1961 yılında başlayıp 57. yılını geride bırakan ve sayıları 6 milyona ulaşan diasporamızın göç hikayesini anlatan bir kitap.
11. Peron’un çerçevesi daha farklı. 11. Peron’da bir yandan göçün tarihini, dönüm noktalarını, bilinmeyen ya da çok az bilinen yönlerini anlatırken bir yanda da gerçek yaşamdan alıntılar, anekdotlar, fotoğraflar ve öykülere yer veriyoruz. 1973’deki ekonomik buhran, işçi grevleri, siyasi krizler, göçmenlerin karşılaştığı sorunlar gibi toplumsal gelişmelerin insanlarımızı nasıl etkilediğini irdeliyor. Kaynak olarak çok sayıda gazete haberi, rapor, film, kitap, manşet, söylem ve fotoğraftan yararlandık.
Kitap 6 bölümden oluşuyor. İlk bölümün adı “Yolculuk”, son bölümün adı “Dönmeyen Hayaletler”. Onlarca yılın özetini 200 sayfada anlatmaya çalışmak zor bir iş. Bu nedenle bölümler arasında duygusal anlamda hızlı geçişler oluyor. Bir gece önce yurt odasında Ankara Radyosu’nun çaldığı türküleri dinleyip neşelenirken ertesi gün hayatını kaybeden işçi arkadaşlarının cenazesini memlekete göndermek için kapı kapı dolaşan işçilerimizin hikayesiyle karşılaşıyoruz. Ya da bir yaz tatilinde arabalarını hediyelerle tıka basa doldurup kornalar çalarak memleketlerine izne gidenlerin sevincine ortak olurken, ertesi gün Berlin, Paris ya da Brüksel doğumlu olan gurbetçi çocuklarının Anadolu’nun mahallerinde, sokaklarında nasıl yabancılık çektiklerine şahitlik ediyoruz.
11. Peron sembol bir yer.Yıllar boyu Sirkeci’den kalkan her tren Münih Tren İstasyonu’ndaki bu peronda durdu.İstasyonun hemen altında, depodan bozma, dehliz benzeri bir yapı olan işçi sevkiyat merkezi vardı. İşçilerimiz şehre karışmadan en kısa yoldan buraya indiriliyordu. Burada tekrar kontroller yapılıyor, ardından çalışacakları şehirlere dağıtımları yapılıyordu. Bir nevi ikinci gurbet diyebiliriz. Çünkü 3 gündür birlikte yolculuk yaptıkları yol arkadaşlarıyla burada vedalaşıp ayrılıyorlardı. Kimi Köln’ün otomobil fabrikasına, kimisi Essen’in kömür madenlerine gidiyordu. Yeni hayatlarına adım attıkları ilk yer.
Onlarca şey sayabilirim. Eşlerine sesli bant gönderenlerin hikayesi çok vurucu mesela. Bantlar o zaman ailecek, hatta komşularla birlikte dinlendiği için gönderen kişi eşine özel bir şey diyemiyor. Herkesin adını söylüyor, hal hatır soruyor ama ayıp olur diye eşinin adını anamıyor. En sonunda “kalanlara da hasretle selam ederim” diye bitiriyor. İşte “o kalan” eşi oluyor. Ya da eşine diyor ki “hanım bantın arkasını yalnızken dinle.” Çünkü orada ona olan özlemini, hasretini anlatıyor. Değerli ve mahrem bir tarafı var. Bazen de bir türkü söylüyor ona. "Seni özledim hanım" diyemiyor da Neşet Ertaş’tan "Gönlüm hep seni arıyor, neredesin sen"i söylüyor. Onların kendi aralarında özel bir dilleri var. Anlaşıyorlar bir şekilde. Bunlar bizim insanımızın hikayesi. Bu topraklardan çıkma. Şimdi bu hikayeleri okumak tavan arasında unutulmuş eski bir fotoğraf çerçevesiyle karşılaşmanın yaşattığı duygu gibi ya da uzun zamandır nerede olduğunu bilmediğimiz, bir anda ortaya çıkan anne, baba yadigarı bir hatıranın oluşturduğu hissiyat gibi.
11. Peron’da 50’den fazla göç fotoğrafına yer veriyoruz. Bazen anlatılan dönemi ya da hikayeyi destekleyen, onu doğrudan yansıtan, bazen de kendi başına başka bir şey anlatan fotoğraflar. Kitabın içerisindeki fotoğraflardan biri mesela. Bir tren kompartımanın camında birkaç işçi düşünelim. Tren onları bir yere ulaştıracak ama nereye bilmiyoruz. Fotoğraf o anda bize mutluluk ve umut veren bir imgedir. Ya tam tersiyse? Adamlar ailelerini geride bırakarak, dillerini bile bilmedikleri yabancı bir memlekete doğru gidiyorsa? Avrupa’nın bir köyünde, bir kömür madeninde gri bir tulum onları bekliyorsa? Bu artık bizi mutlu edecek bir an olmaktan çıkar. Fotoğraf artık hüzünlü bir imgeye dönüşmüştür. Trenin gittiği yön bizim duygularımızın yönünü de belirliyor. Kitaptaki fotoğraflara biraz bu gözle bakmak gerek. Bazen metinle, bazen metinsiz.
* Sosyal medya çok etkili bir mecra. Siz de bu zenginliğin içinde bildiğimizi sandığımız ama aslında bilmediğimiz gerçeklerle tutundunuz. Fakat yeri geliyor acımasız bir güç haline gelebiliyor. Herhangi bir olumsuz durumla karşılaştınız mı?
Biz bunları DiasporaTürk’ün sosyal medya hesaplarında yayınlandığımızda, genelde çok beğenildi, tanıdık, aşina olduğumuz bir duygu değildi, belki ondan. Ama bir kısım da neden eşlerine sevdiklerini söyleyemiyorlar diye eleştirdi. Sanırım bizim sosyal medyanın baş döndürücü gündemi içerisinde eski zamanların şartlarını, değerlerini, sevginin naifliğini anlamamız pek mümkün değil. O dönem öyleymiş, saygı duymalıyız.
Kitap Vadi Yayınevinden bir hafta önce çıkmasına rağmen yurtiçinden ve yurtdışından güzel geri dönüşler oluyor. Kitabı merak ettiklerini, annelerinin, babalarının, dedelerinin hikayesini okumanın heyecan verici olacağını söylüyorlar. Hayatı boyunca gurbetle hiç ilgisi olmadığı halde kitabı merak ettiğini söyleyenler de var. Bu arada çeşitli söyleşilere katılıyoruz. Elimizdeki eski fotoğrafları, tren biletlerini, gazete kupürlerini, belgeleri, haritaları, alışveriş fişlerini, radyo, saat gibi göç objelerini paylaşıyoruz. Bir yandan da DiasporaTürk’e fotoğraflar, hikayeler, objeler gelmeye devam ediyor. Üyeleri her geçen gün artan büyük bir aile olduk diyebiliriz. Tanışmıyoruz ama aynı hikayenin birer parçası olduğumuzu biliyoruz.
* “Eşim bant doldurup yollamış, bütün ev teybin başındayız. Eşim bantta iyisiniz inşallah diyor bütün ev ‘iyiyiz iyiyiz’ diyor, köye kar inmiştir diyor, herkes ‘indi indi’ diyor. En son anasını, babasını herkesi andı, kalanlara da hasretle selam ederim dedi. İşte o kalan bendim.“
* “Kızım mektuba bir ayakkabı çizmiş, annesi de “kesen müsaitse” diye not yazmış. Gidip bir saatte ayakkabısını aldım. Daha dönmeme 8 ay vardı.“
* “Mektupta müjdeli bir haber varsa herkese bir şey ısmarlanırdı. Ben mektubu bile açmadan iki demlik çay söylerdim. Hanım göndermiş sonuçta.”
* “Biz eşimize mektup yazamazdık. Anne babamıza yazar, herkes iyi mi diye sorardık. Onlar da herkes iyi, sana da çok selamı var diye yazardı.”
* “Bir gün nasıl olduysa TRT’yi denk getirdik. Bir daha bulamayız diye radyonun düğmesini tutkalla yapıştırdık. Sonra da o çaldı biz ağladık.”