Sermet Muhtar’ın büyük bir yekûn tutan ve hemen hemen tamamı İstanbul’la bağlantılı olan yazıları ve romanlarının arkasında özellikle dedesi Osman Âbid Paşa’nın Saraçhanebaşı’ndaki kışlık, Göztepe’deki yazlık konağında geçen yıllarına ait hayat deneyimleri, orada edindiği görgü ve bilgi bulunmaktadır.
Özellikle 1930’lu yıllardan itibaren, İstanbul’un eski yıllarına ait kaybolmaya yüz tutan hayatlar özlemle anılmaya, eli kalem tutanlar tarafından yazıya geçirilmeye başlanmıştır. Geçmişe duyulan bu özlemin temelinde Harb-i Umumî denilen I. Dünya Savaşı’nın yaşattığı büyük yıkım ve şok (yeni zamanlarda yaşanan bir “tûfan”) sonrasında insanlığın adeta küllerinden yeniden doğması yatıyor olabilir mi? Bir kopuşun ardından hafızayı geçmişe yeniden bağlama ihtiyacı! Bizim insanımız açısından düşünürsek Harb-i Umûmi’nin ardından verilen bir varlık-yokluk savaşı ve onun sonrasında, kaybedilen Büyük Devletin yerine kurulan yeni Cumhuriyet söz konusudur. Devrimlerle gelen “yeni hayat”, geride bırakılmış olan bir “eski hayat”tan söz açma gereğini doğurmuştu. Aynı aile içindeki dede ile torunun hayat deneyimleri arasında bir köprü kurma gayreti!
Halbuki yeni hayat Cumhuriyet’le de başlamamıştı bu topraklarda. Onun yüz, belki de iki yüzyıl kadar geriye götürülebilecek kökleri söz konusuydu. Meşrutiyetler ve Tanzimat birer duraktır bu açıdan bakıldığında; yüz yıl öncede II. Mahmud, iki yüzyıl öncede ise III. Ahmet dönemleri (Yahya Kemal’in adlandırmasıyla “Lale Devri”) bulunmaktadır.
1930’lu yılların başından itibaren gazetelerde eski İstanbul hayatına dair yazdığı yazı ve romanlarıyla beliren isimlerden biridir Sermet Muhtar. Onu, aynı dönemde ortaya çıkan Nahit Sırrı, Abdülhak Şinasi, Yahya Kemal ve Ahmet Hamdi Tanpınar gibi yazarların İstanbul hayatına dair yazdıklarından ayıran en önemli yön, üslubudur. Daha doğrusu daha edebî bir yazışları bulunan adını andığım şair ve yazarlara göre Sermet Muhtar’ın daha külfetsiz ve halka dönük bir yazış tarzı bulunmasıdır. Bu açıdan baktığımızda o, Osman Cemal Kaygılı ve eskilerden Ahmet Rasim, Hüseyin Rahmi ve Ahmet Midhat çizgisine daha yakın durur. Ancak Osman Cemal kadar folklora da düşmez.
KÜLTÜRLÜ BİR AİLENİN ÇOCUĞU
Sermet Muhtar, 1887 yılında Fatih Saraçhanebaşı’nda dünyaya gelir. Babası, Osmanlı’da müze kurma çalışmalarını başlatan ve ilk müzeyi (Askerî Müze) kuran Ferik Ahmet Muhtar Paşa’dır. Anne tarafı da en az babası kadar kültürlü bir ailedir. Annesi Osman Âbid Paşa’nın kızı Fatma Kevser Hanımdır; Hanımlara Mahsus Gazete’de F. K. imzasıyla yazılar yazmış ilk kadın yazarlardandır (bir muharriredir). Asıl adı Osman Sermet olan yazarımız (“Sermed” kelimesi ebced hesabına göre doğum tarihini vermektedir) eğitimine Sultanahmet’teki Firuz Ağa Camii’nin imamı Mustafa Efendi’den aldığı özel derslerle başlar ve Muhacir Arif Efendi’yle devam eder. Eğitiminin “dinî” cephesine dair bilgimiz bu kadar. Bundan sonrasını ise Galatasaray Mekteb-i Sultanisi’nde (1906’da mezun olur) ve Mekteb-i Hukuk’ta tamamlar (1910). Başarılı bir öğrencidir, Hukuk’tan birincilikle mezun olur. Avrupa’da hukuk doktorası yapma arzusu gerçekleşmeyince babasının Müdürü olduğu Askerî Müze’ye imtihanla Umûr-ı Fenniye ve Târihiyye kâtibi olarak girer. Babası Ferik Ahmet Muhtar Paşa’nın 1926’daki vefatına kadar bu görevini sürdürür. Geçimini 1930’dan sonra gazetelerde yazdığı yazılarla sağlamaya çalışır.
Sermet Muhtar’ın büyük bir yekûn tutan ve hemen hemen tamamı İstanbul’la bağlantılı olan yazıları ve romanlarının arkasında özellikle dedesi Osman Âbid Paşa’nın Saraçhanebaşı’ndaki kışlık, Göztepe’deki yazlık konağında geçen yıllarına ait hayat deneyimleri, orada edindiği görgü ve bilgi bulunmaktadır. Dönemin “konak hayatı” başlı başına bir “okul” işlevini yerine getiriyordu. Ayrıca Sermet Muhtar, çocukluğundan itibaren tiyatroya merak sarmış, İstanbul ve Kadıköy yakasındaki kışlık ve yazlık tiyatrolarda çok sayıda oyun seyretmiştir. Dönemin birçok genci gibi Servet-i Fünûn yazar ve şairlerine hayrandır (İlk evliliğinden bir kızı dünyaya gelince Cenap Şahabettin’in “Elhan-ı Şita” şiirine bir gönderme olarak adını Elhan koyar). Edebiyat ve tiyatro kadar müziğe ve resme de merakı vardır. On yedi yaşındayken (1904) evlerine gelip giden Ressam Hoca Ali Rıza Bey’le bazı alıştırma çalışmaları yapar. 1843 yılından beri çıkmakta olan L’Illustration dergisinin tüm sayılarını edinmiş olması onun dünyaya açılan bir görsel hafızaya sahip olduğunu gösterir. Ayrıca fotoğraf çekmeye olan merakı evlerinde bir karanlık oda düzeni kurmaya kadar götürür. Zamanla İstanbul içinde şehir fotoğrafları da çekecektir.
YENİDEN OKURLA BULUŞUYOR
Üslubunun sadeliğinde, eserlerini gazete okuyucusuna göre yazma düşüncesinin de etkili olduğunu söyleyebiliriz. Ancak romanları dışında onun İstanbul hakkındaki yazıları, başta Akşam gazetesi olmak üzere dönemin süreli yayınlarında kalmıştır. Çoğu seri halde devam eden bu yazılar uzun bir aradan sonra 1990’lı yılların ortalarına doğru kitap olarak tek tük ortaya çıkmaya başlar. 2005 yılına kadar farklı yerlerde 5 kitabı çıkar. Ancak bu buz dağının görünen ucudur. Büyüyen Ay Yayınları köklü bir girişimde bulunarak bu sene Sermet Muhtar külliyatının yayımına girişti. Yazarın gazetelerde kalmış yazılarını yeni bir anlayışla bir araya getirerek kitaplaştırmaya başladı. Böylece 2023 yılında Mustafa Kirenci’nin özverili gayretleriyle, Eren Yavuz’un katkılarıyla on kitap okuyucuya ulaştı: İstanbul Sözlüğü, İstanbul Söyleşileri/25 Yaşında Olsaydınız, Masal Olanlar, Eski Daha Eski, Eski İstanbul’da Tipler, İstanbul Kazan Ben Kepçe, Eski İstanbul’dan Hikayeler, Eski İstanbul’da Matbuat, Eski İstanbul’da Okullar... Onuncu kitap ise Mustafa Zahit Öner tarafından hazırlanmış; Yeniçeriler ve Eski Türk Ordusu.
Aslına bakılırsa Sermet Muhtar’ın kitaplarında dile getirdi eski İstanbul hayatı, XIX. yüzyılın sonu ve 1900’lerin başındaki hayattır (Kendi tanık oldukları kadar başkalarından duyduklarını da yazılarına katar). Yakın geçmiştir yani. Ancak onun bu yazıları kaleme aldığı 1930-1952 dönemine göre o hayat sahneleri “eski”miş, “kaybolma”ya çoktan yüz tutmuştur artık. Yazımızın başında ortaya koyduğumuz perspektife göre değerlendirdiğimizde Osmanlı hayatının bir hayli dejenere olmuş son yüzyılı. Bu dönem bütün “zenginliği” içinde, yazarın “iyimser” ve “yargılamayan” tutumuyla ele alınmıştır. Yine de metinlerin sevecen ön yüzünün arkasında bir hicvedişin yattığını görmemek mümkün değil. Dinî hayatın bir kültür düzeyine inmesi, aristokrat ailelerin hayatındaki konfor, eğlence düşkünlüğü, içkinin bu hayatın içinde neredeyse doğal denilecek bir hale gelmesi, II. Abdülhamid idaresine karşı gelişen tutum bir halita halinde gözler önüne serilir. Kendisi dönemin en iyi okullarında eğitim almış, iyi yetişmiş bir entelektüel portresine sahiptir. Hem anne hem de baba tarafıyla soyu toplumun seçme ailelerine dayanmaktadır. Kibar, zeki, nüktedan, alçak gönüllü ve cömerttir. Sohbetleriyle toplum içinde aranan biridir. Ait olduğu üst tabaka insanları kadar -belki onlardan da fazla- halktan insanlara meyletmiş, sonradan görmüş harp zenginleri arasındaki iltimas ve ahlak zaafları yanında halktan insanların çeteleşmelerini, ortaya çıkan zorbalıklarını da aynı yumuşak ve hicvedici dille yansıtmıştır. Dıştan parıltılı görünen, içten gittikçe çürüyen bir tablo onun eserlerine dikkatle bakanlar tarafından kolayca fark edilecektir
Sermet Muhtar’ın resme ilgisi zamanla karikatüre doğru kaymıştır. Yazıları kadar dönemin mizah dergilerindeki çizgileriyle de öne çıkar o. II. Meşrutiyet’in ardından arkadaşlarıyla Elüfürük adlı kısa ömürlü bir mizah dergisi çıkarma girişimi yanında 1943’te bir ara, Cemal Nadir’in yayımladığı Amcabey’in imtiyaz sahibi olarak da görünür. Bir bakıma karikatürde çizgiyle yaptığını yazılarında mizah ve nükteyle yerine getirir.
Osmanlı ile Cumhuriyet arasında köprü vazifesi gören aileler (buna Sermet Muhtar’ın ailesi de dahildir) Cumhuriyet sonrasının yeni şartları içinde kendilerini biraz “terk edilmiş” bir psikolojik atmosfer içinde bulmuşlar, özellikle 1930’ların başında dünyada yaşanan büyük ekonomik krizin de bir yansıması olarak eski varlıklı hallerini kaybederek kendilerini yeni bir geçim mücadelesi içinde bulmuşlardır. Babasının 1926’daki ölümünden sonra kızı Elhan ve annesiyle yeni bir aile düzeni kuran Sermet Muhtar’ın geçim sıkıntıları içine düştüğü anlaşılıyor. Annesi dönemin başbakanı İsmet İnönü’ye bir mektup yazarak ailenin Göztepe’de bulunan köşkünün sanatoryum yapılmak üzere satın alınmasını talep etmiştir. Bu ailelerin aldıkları terbiye, maddi sıkıntılarını dışarıya belli etmemeyi esas alan eski Osmanlı terbiyesidir. Bu mektuptan, ne kadar büyük sıkıntılar içine düştüklerini anlamak mümkündür. Sadece onlar değil, İstanbul’daki kalburüstü ailelerin çoğunun durumu budur o yıllarda.
Sermet Muhtar’ın eserlerinin külliyat olarak ortaya çıkması, İstanbul hayatının bir yüz yılını (1850-1950) birçok açıdan görünür kılacaktır. İçerden ve birinci elden yazılmış bu yazıların herkesin okuyup anlayacağı bir dille yazılmış olması geniş okuyucu kesimleri bakımından bir avantajdır. Arkadaşlarından Refik Halit Karay’ın ifadesiyle Sermet Muhtar büyük bir “İstanbulist”tir; yani İstanbul uzmanı.
Sade ve eğlenceli yönleri bulunan diliyle bir yazarı daha, tam portresiyle gün yüzüne çıkarma yolunda bir hayli mesafe katetmiş olan Büyüyen Ay Yayınları’nı tebrik ediyoruz.