Adnan Özyalçıner Edebiyat dünyasında 50 kuşağının temsilcilerinden. Sur kitabıyla 1964 yılında Sait Faik Hikâye Armağanı Ödülü’nü, Yağma ile 1972’de Türk Dil Kurumu Hikâye Ödülü’nü almış. Ama ben onu çocukluğunun geçtiği Karagümrük kitabından ve İstanbul üzerine yazdığı yazılarla tanıyıp takip etmeye başladım. Babıaili’yle ilgili yazılarını, verdiği röportajları ise dikkatle not ettim. Öykücü kimliği yanında gazeteci, dergici ve sendikacı kimliği de öne çıkıyor. Bu yıl 38. Uluslararası İstanbul Kitap Fuarı’nın onur yazarı. Bu vesileyle bir süredir devam ettiğim Babıali söyleşilerimi Özyalçıner’le yapmak istedim. Farklı fikir, düşünce ve siyasi yapıların buluşma noktası olan Babıali’de siyasi olayların yansımaları da hep farklı olmuştur.Özyalçıner’le Babıali’de, Gazeteciler Cemiyeti’nde buluştuk. Babıali’yi kendi hikayesi üzerinden uzun uzun konuştuk. Özyalçıner’le yaptığımız bu keyifli söyleşiden sayfamız ölçüsünce burada paylaşıyoruz.
Evet, benim Babıali ile yani Cağaloğlu ile ilk tanışmam 1950’li yıllar. Eyüp Ortaokulu’nda okuyordum, liselere öğrenciler o yıllarda oturdukları semtlere göre seçiliyordu. Eyüp’te lise olmadığı için İstanbul Erkek Lisesi bizim lisemiz oluyordu. Ben Eyüp’ten Haliç vapurları ile köprüye geliyor oradan yavaş yavaş yokuşu çıkarak okuluma gidiyordum. Hiç bilmediğim bir yokuşla karşılaştım. Bir kitap cennetiydi o yokuş adeta.
Yokuşun en altında Semih Lütfi Kitabevi vardı. Ucuz romanlar satardı orası. Ben ilk hevesle oradan Refik Halit Karay, Yakup Kadri Karaosmanoğlu gibi yazarların kitaplarını almaya başladım. Refik Halit’in Sürgün romanı ilk aldığım romandır. Ve çok ilginç geldi bana. Refik Halit Karay’dan ders kitaplarımızda yer alan Eskici öyküsünü okumuştuk. Reşat Nuri’nin Acımak romanını hiç unutmuyorum. Yakup Kadri’nin de Bir Sürgün romanı vardı onu okumuştum. Böyle böyle okumamı geliştirdim.
Aslında biz İstanbul Erkek Lisesi’nden üç öğrenci Edebiyat Fakültesi’ne yazıldık: Kemal Özer, Konur Ertop ben. Doğan Hızlan’ı da tanıyorduk. Konur Ertop’un mahalle arkadaşı olduğu için.
Yok Konur ile Doğan Kocamustafapaşa semtinden arkadaşlar ben ise Karagümrük’teydim.Biz Konar’dan dolayı lise yıllarından Doğan’ı da tanıyoruz. Fakültede ise öyküleri yayımlanan yazarlarla karşılaştık. Demir Özlü, Onat Kutlar, Erdal Öz, Hilmi Yavuz, Ergin Ertem. Hepsi ayrı bölümlerde ama onları da görüyoruz. Mesela Yılmaz Güney İktisat Fakültesi’ndeydi. Doğan Hızlan, Onat Kutlar, Önay Sözer, Hilmi Yavuz ise Hukuk’taydı. Ama her gün Çınaraltı’nda buluşur hep birlikte otururduk. Zaten Çınaraltı akademi gibiydi.
Küllük’e yetişemedim. O daha eski. Meseret de vardı ama ona da yetişemedik.
Çınaraltı’na Yusuf Ziya Ortaç gelirdi. Abdülbaki Gölpınarlı, İsmet Sungurbey geliyordu. Böyle bir ortam. Yine tarihçiler, ünlü edebiyatçılar falan çok geniş bir ortamdı.
Başka yerler de vardı elbette. İkbal Kahvesi vardı mesela. Orası Orhan Kemal’in kahvesiydi. Ama aynı zamanda Çınaraltı’na da gelirdi. Bizden bir önceki kuşakla çok içli dışlıydık bu mekanlarda. Haldun Taner biz öğrenciyken fakültede öğretim üyesiydi. Oktay Akbal da… Hep bir aradaydık ama. Yine bizim 50 kuşağının buluştuğu Yenikapı’da Kemal Bey’in Kahvesi diye bilinen bir kahve vardı. Yenikapı’nın sahili olduğu bir dönemdi, kahve de tam denize bakıyordu. Oranın önemli bir özelliği de sadece yazarlar değil; Müjdat Gezen, Ali Poyrazoğlu, Savaş Dinçel, Yaman Tüncet, Gülsen Tuncer gibi konservatuvarlılar da gelirdi. Kahvenin arkasında bir marangozhane vardı orayı tiyatro yaptı Ali Poyrazoğlu ve ilk olarak benim bir öykümü orada canlandırdı. Sonra Ağzı Çiçekli Adam kendi çevirisidir Luigi Pirandello’dan Ali’nin. Onu oynadı orada. Yıl sonlarında eski yılın kitaplarını tanıtmak üzere Memet Fuat gelirdi kahveye.
O zaman mesela 60 kuşağından Sennur Sezer, Aynur Hatipoğlu, Eray Canberk, Avşar Timuçin de kahveye gelirdi. Hep bir aradaydık o yıllar. Ressam arkadaşlarımız Komet ile Mehmet Güleryüz ile de bir aradaydık. 1960’ın getirdiği bir kültür patlaması vardı tabii. Nazım Hikmet’in yasağı kalkmış, Sabahattin Ali’nin yasağı kalkmış. Bir sürü Marksist kitaplar çıkmaya başlamış böyle bir ortam. Edebiyatçısı, tiyatrocusu, ressamı, müzisyeni herkes bir arada. Akşamları meyhanelerde de buluşulurdu. Şimdi Yakup olan yerde Nil Lokantası diye bir lokanta vardı akşamları orada buluşurduk. Edebiyat sohbetlerimiz olurdu. Ya da yeni şiir yazmış olan Hilmi Yavuz veya Edip Cansever cebinden şiirini çıkarıp okurdu masada. Böyle bir ortam bir daha olmadı. Bir kültür patlaması ve birlikteliği diyorum ben.
a Dergisi’ni çıkarıyorduk. 1956’nın Ocak ayında başladık. Harçlıklarımızla çıkarmıştık cepten 10’ar lira veriyorduk.
Biz önce bu dergi bürolarında diğer yazarlarla tanışık. Mesela Yeditepe dergisi Nuruosmaniye’ye giden yolda bir hanın üst katındaydı. Biz oraya gittiğimizde Hüsamettin Bozok gençlere yakın bir editördü ve bizim öykülerimizi hemen basıyordu. Varlık ise pek yüz vermiyordu. Gençler olarak Yeditepe’ye gittiğimizde Haldun Taner, Melih Cevdet, Oktay Rifat, Orhan Kemal ile karşılaşırdık. Onların karşılarına oturur dergide sohbet ederdik. Okurlar gelip kitap alırlardı. Yazarını görünce orada imzalatıyorlardı. O zamanlar böyle fuarlar olmadığı için kitap imzalatma etkinlikleri diye bir şey yoktu. Yazarı bulunca imza alınıyordu. Dergilerin ortamı bir sohbet, edebiyat ortamıydı. Edebiyatın, sanatın, gerekirse siyasanın, politikanın tartışıldığı bir yerdi, bir panel gibiydi.
Biz a Dergisi’ni cebimizden para vererek çıkardık fakat satışından para da kazanıyorduk. Ama (1970’lerde yeniden çıkardığımız) Yeni a Dergisi’ne cebimizden para vermedik çünkü beş bin bastık beş bini de satıldı. Bir sanat edebiyat dergisi düşünün ki beş bin satmış olsun. Ama başka da yayın yoktu o yıllarda.Kitapların toplandığı ve yazarların hapse atıldığı o dönem millet bence satır aralarını okuyordu. Şiirde öyküde kendine göre siyasal bir şeyler okunuyordu. Bir de en çok şunu önemsiyorum eylemsiz okurdan eylemli okura diye bir sayfa açtık. Kim oraya ne isterse gönderiyordu. Dergi hakkında eleştiri ya da kendi öyküsünü, şiirini gönderiyordu. Okurlar arasından da yeni yazarlar çıktı.
O Ülkü Tamer’in başının altından çıkan bir şey. Aramızda organizasyonlar yapan, doğa gezileri düzenleyen hep Ülkü Tamer’dir. Biz de onun peşinden giderdik. Memet Fuat Altunizade’de oturuyordu orada bir futbol sahası vardı. Biz de pazar günleri giderdik oraya. Orada kendi aramızda futbol oynardık. Sonradan Ülkü böyle bir şey çıkardı. O zaman Gülriz Sururi-Engin Cezzar tiyatrosuyla ilişkisi vardı Ülkü’nün. Böyle bir organizasyon yaptı. Büyük bir maç oldu tabi. Hakemimiz Halit Kıvanç’tı düşünün artık o maçı.
Evet, Orhan Kemal en fazla golü atandı. Bir de Ülkü Tamer. Zaten bir baktık Haldun Taner Galatasaray’dan forma ve ayakkabı almış, onları getirdi tam takım futbolcu gibi giyindiler. Sahaya çıktık ama bizim ayaklarımızda lastik ayakkabılar yani bildiğin normal ayakkabılar var onlarla oynadık maçı. Karşı tarafın ise spor ayakkabıları vardı.
Haldun Taner kaptandı. Engin Cezeri vardı Gülriz Sururi’nin eşi. Bizim grupta ise Mehmet Seyda, Şükran Kurdakul, Feridun Metin Aksın, Nurer Uğurlu Egemen Berköz vardı. Maçta Halit Kıvanç’ın yaptığını anlatayım. Tiyatrocuların arasında Bedri Koraman vardı, karikatürist. Bir penaltı verdi Halit Kıvanç. Penaltıyı Bedri Koraman atıyor ben kaledeyim, o attı ben çıkardım. Halit Kıvanç “kıpırdadın” dedi penaltıyı yeniden attırdı. Bu sefer top auta gitti. Yine bana “kıpırdadın” dedi. Üçüncü penaltı gol oldu tabii. Sonra Halit Kıvanç maçın bitiminde dedi ki “Aslında ben maçı berabere bitirmek istiyordum ama olmadı.” Yani Kıvanç’ın verdiği penaltı kararları beraberliği sağlamak içinmiş meğerse.
3-3 oldu sonra 5-3 oldu ve biz kazandık. Halit Kıvanç dostluk kazansın istiyormuş. Ama olmadı. Halit Kıvanç da bu olayı bir iki kere yazdı gazetede.
Benimki Mehmet Seyda’ydı, Sennur’unki Behçet Necatigil’di. Sernur Varlık dergisinde çalıştığı için Necatigil ile yakındı. Tabi bizimle de arası iyiydi hocanın Yenikapı’daki kahveye bizimle sohbete gelirdi. Hiçbir yere gelmeyen Fazıl Hüsnü Dağlarca bile bizim nikahtaydı. Daha birçok yazar vardı. Kitap fuarı gibi olmuştu nikah dairesi. Yaşar Kemal vardı mesela.
Evet, yazı masam var. Masamın bir hikayesi yok, üstünde üst üste duran kitap yığınından başka. Ben ilk andan beri evde masada çalışıyorum. Ama benim dış ortamlarda da yazı yazdığım çok olmuştur.
Onlardan biri Sirkeci Garı’dır. Yani ben dışarıda da gürültüden etkilenmeden yazarım. Kendi öyküme daldığım zaman istediğim gibi yazıyorum. Eskiden garlar çok güzeldi. Oralarda roman bile yazabilirdiniz. Sadece lokantası değil, bekleme yerleri de vardı. Sınıf sınıftı. Birinci sınıf salonlar muşamba koltukluydu. İkinci sınıf salonlar da öyleydi. Bir de tahta olan üçüncü sınıflar vardı. Trenler ve vapurlar da öyleydi. Hatta vapurlarda bir de lüks sınıf vardı. Kahvede, İkbal’de çok yazıp çizmişimdir. Orhan Kemal de İkbal’e gelirdi sabahları. Hikayelerini Sennur’la birlikte seçerlerdi. Sennur’a Orhan abi “Al bunu Varlık’a götür, bunu da Hüsamettin’e Yeditepe’ye “ falan derdi. Orhan abinin mektupları da o kahveye gelirdi. Orası Babıali ortadan kalkınca kapandı, turistik bir yer haline geldi. Kahvenin hemen bitişiğindeydi Yeditepe’nin bulunduğu han. Şimdi orası da halıcı mı oldu bilmiyorum.
Benim Cumhuriyet’e girişimin tek nedeni Türkoloji’de okuduğum için eski yazı biliyor olmaktan. Cumhuriyet’te o zaman Nadir Nadi, Doğan Nadi, Burhan Felek, Hamdi Varoğlu hepsi eski yazıyla yazıyorlar yazılarını. Ama Cumhuriyet’in dizerleri hepsi eski yazı bildiği için şakır şakır diziyorlar. Ama okuyan gerek. Onun için biz eski yazı bildiğimiz için alındık. Ben, Kemal Özer ve Konur Ertop. Asıl metinden latin harflerine çevrilen yazıları karşılaştırmak için işe alındık, görevimiz bu metinleri okuyup karşılaştırmak, hata varsa düzeltmekti.
Muharrem Ergin mesela benim dilbilgisi hocam. Mehmet Kaplan hocamdı. Tanpınar bir yıl dersimize girdi.
Çok iyi bir hocaydı. Ders anlatmazdı, öykü anlatırdı. Yaşamı, yaşanılanları. Edebiyattı anlattıkları. Bizim için müthiş bir şeydi. Can kulağıyla dinlerdik. Diyelim ki Kartal’dan geçerken gördüğü bir leyleği anlatırdı bir ders boyu. Düşenebiliyor musun böyle bir güzelliği?
İlk Etap Marmara alt katında açıldı. Karanlık, basık bir bodrum katıydı. Demirtaş Ceyhun o zaman fuarın düzenleyicisiydi. O bakımdan ilk olarak da güzel oldu ve çeşitli imzalar yapıldı. Ama şunu söyleyeyim bu fuardan önce biz Yazarlar Sendikası olarak İzmir Fuarı’nda bütün yayınevlerinin katıldığı geniş bir kitap fuarı yaptık. Aziz Nesin abinin ben genel sekreteriydim, Demirtaş da vardı. İzmir’de iyi sonuç alındı. Birçok yerde imza günleri yapıyorduk. Taksim’de Gezi Parkı’nın altındaki galeride yine imza günlerini ilk biz yapmıştık. Çetin Altan’dan başlayarak, Yaşar Kemal, Orhan Kemal v.b... O dönemin en ünlü yazarlarını getiriyorduk. Sonra Demirtaş bu çalışmaları kolayca kitap fuarına dönüştürdü, dönüştürmesi kolay oldu aslında.
Onur konukluğu güzel bir şey ama bana asıl coşku veren 1950 kuşağının da benimle birlikte anılması. Tek başıma değil arkadaşlarımla birlikte anılacağım fuarda. Yanı başımda Sennur’u da anacağız hem. Onun da anılması benim için çok özel ve güzel bir şey olacak.
İlk kitaplarımı önce kendime imzalıyordum. İlk kitaplarımda o imzalar vardır sonra vazgeçmişim. Panayır’ı imzaladığımda H. Montherlant’tan bir alıntı yapmışım. Yani o an aklıma gelen bir yerden bir alıntı yapardım. Panayır’da Rilke’den bir alıntı vardır. Çıkmazda diye bir öyküm var Aradakiler kitabımda 61’lerde yazılmış bir öykü. Ona da Rilke’nin sözünü aldım. Orada yaklaşık olarak diyor ki:“Şimdi tutuklusunuz, ama her günkü işinize devam edeceksiniz, sabah gidip akşam geleceksiniz, ama tutuklusunuz” . Memur ya da yönetmen gelip bunu söylüyor. Her zaman yaptığınız işinize devam edebilirsiniz, asıl tutukluluk bu değil mi zaten? Tabi bir de kitaplarımı eşim Sennur Sezer’e imzalamışımdır.
Ben o yıllarda Cumhuriyet gazetesinde çalışıyorum. Kayhan Sağlamer ve Erol Dallı da Cumhuriyet’te. Bunlar ayrılıp Yeni İstanbul’a gittiler. Oranın tirajını artırma derdindeler çünkü sallanıyor gazete. Bir gün Kayhan bana geldi dedi ki: Brigitte Bardot bir roman yazsa nasıl olur? Harika olur ortalık toz duman olur, dedim. Peki Türkan Şoray yazsa nasıl olur dedi? İyi olur, yazsın dedim. Yok, o yazmayacak sen yazacaksın dedi. Kayhan ne diyorsun ben neden yazayım dedim. O zaman Rüçhan Adlı, Türkan Şoray ile beraber. Rüçhan’ın da amacı Türkan’ı parlatmak bizimkilerin isteği de tiraj yükseltmek. Ben de arada böylece gölge yazar oldum işte.