Geçtiğimiz ay Ayşe Şasa’nın kitapları Ketebe Yayınları arasında yeniden okurla buluştu. Çocukluğundan başlayarak “arayış” hikayesini anlattığı Bir Ruh Macerası kitabı Karagümrük Dergahı’nın son şeyhi Tuğrul İnançer’i bir kez daha anmamıza vesile oluyor.
Bazı insanların hayatı baştan sona ibret, baştan sona derstir. Hele bu insan, hayatının bütün kılcal damarlarında olup biteni anlatmış, çocukluğuyla birlikte gençlik yıllarının bütün iniş-çıkışlarını kaleme almış, geçirdiği yoğun bunalımların sebeplerini seneler sonra –kınayanın kınamasından korkmadan- bir bir tahlil etmişse konu tam bir “ibretlik” sahneye dönüşüveriyor. Bu sahneyi bütün detay ve dekorlarıyla anlatan ise altmışlı, yetmişli yıllar Türkiye’sinin ünlü senaristi Ayşe Şasa olursa daha farklı yorumlarla karşılaşacaksınız demektir.
Onu önce gıyaben tanıdım, yazılarını/ ruh macerasını anlatan röportajlarını okudum. Vicahen ilk defa nerede ve ne zaman karşılaştığımı tam olarak hatırlayamıyorum. Bu Karagümrük Dergâhı veya Dergâh Yayınları olabilir. Ama zaman zaman telefon açtığını ve sorduğu sorular sebebiyle uzun uzun konuştuğumuzu hatırlıyorum. Hafif bir sesle, arayış içinde biraz da yorgun olan tatlı bir ses tonuyla sorularını soruyor, cevapları dikkatle dinliyor, söylediklerimden yeni sorular çıkarıyor tekrar soruyor... Hediye olarak gönderdiği ilk kitap Muhyiddin İbn Arabî’nin hizib/düa kitabı. Oxford İbn Arabî Derneği’nin 1981 tarihli bir yayını. Orijinal yazma nüshası Topkapı Sarayı Kütüphanesi’nde bulunan metnin transliterasyonu da var. Muhyiddin İbn Arabî ile zaman içinde öyle bir gönül bağı kurdu ki İngiltere’de yayınlanan bu kitabı dostları için de getirtiyor ve onlara armağan ediyor. İkinci imzalı kitap ise 2010 tarihini ve kendisiyle yapılan röportajları ihtiva ediyor: Bir Ruh Macerası. Önünüzdeki yazıda iktibas edilen bütün cümleler bu kitaptan alınmıştır.
DERS BAŞLIYOR
Öncelikle para kazanmak, spor yapmak ve eğlenmenin dışında bir ideali olmayan zengin bir anne babanın, çocuklarını mürebbiyelere hem de gayrimüslim mürebbiyelere teslim edişi... Batı dilini ve kültürünü öğrensin diye Protestan misyoner okulu Robert Kolej’in kollarına teslim edilişiyle birlikte oluşan büyük bir başka “boşluk”... Lise çağlarında hümanist, egzistansiyalist, sosyalist bir çizgi... Kırklı yıllarda yaşayan ve dinî değerlerlerle herhangi bir alışverişi olmayan anne babanın çocuğu olmak da başlı başına bir çıkmaz sokak… O yıllarda insana lazım olan bazı “şeyler” ailede yok, okullarda da yok. Olan tek şey hümanist eğitim... Yıllar sonra kurulan cümleler şöyle: “Altmış sekiz yaşındayım. Tasavvuf edebiyatının büyük ürünlerine göz gezdirirken esef ediyorum. Yetişme çağımıza bu büyük ihtişamın bir katresi bile ulaşmadı. Mesela şimdi elimde Ahmed Gazalî’nin Aşkın Halleri adlı olağanüstü bir eseri var. Bunu okurken hayranlık içinde kalıyorum.” (s.81)
“İslâm bizi geri bıraktı, Batı karşısında yenilgilerimizin sebebi İslâm’dır hükmü giderek bir inanç bir yaşama biçimi halini aldı. Bunu da modernlik kisvesi altında hınç ve taassubla dolu telkinler halinde yaydılar. Bu tür ideolojilere ve akımlara neredeyse meşruiyyet kazandırıldı... Bu yanılgıların ortasında doğdum ve yetiştim. Gerçeğin ise tam tersi olduğunu pek çok bedel ödeyerek idrak ettim”(s.158)
Dayısı Rauf Orbay, ailenin büyüğü. İstiklâl Mücadelesi’nin en büyük komutanlarından biri. Mustafa Kemal ve Fevzi Çakmak’tan sonra ülkenin üçüncü başbakanı. Fakat ilk muhalefet partisi Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın kurucularından olması hayatının en büyük “günah”ı. Bundan dolayı “gerici” damgası hatta idam cezası yemiş bir zat. Bu partinin gerici olarak isimlenmesi ve Şeyh Sait olayından sonra apar topar kapatılmasının ana sebebi parti tüzüğünün altı kelimelik altıncı maddesi: Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası itikâdât-ı diniyyeye hürmetkârdır” Genç Şasa, dayısının fikirleriyle de aklınca dalga geçiyor. “Ben karşısında oturur dayımı kızdırmak için çiğ çiğ solculuk numaraları yapardım. O ise büyük bir ümitle, büyük bir şefkat ve merhametle bakar tebessüm ederdi. Hiçbir şey empoze etmeye çalışmazdı… Bu kez ben öfkelenirdim. Karamsarım ve nihilistim… Onu ancak şimdi anlıyorum” (s. 156-157)
Senaristimiz, lise son sınıfta ilk oyununu yazıyor: Yaşadığımız Odalar “Aynı dönemde Selahattin Hilav ve Atilla Tokatlı adında iki arkadaşım beni Kemal Tahir diye adını bilmediğim bir yazarın evine götürüyorlar. Konuşması ilk andan başlayarak çok ilgimi çekiyor. O güne kadar hiç bilmediğim sorunlardan bahsediyor. Yerli olmaktan bahsediyor ve Batıcı okumuşlarımızın züppece eğilimlerini alaya alıyor. Onun tarif ettiği züppelikler kendimin ve entelektüel çevremin haliyle örtüşüyor. Arkadaşlarım ona oyun yazdığımı söyleyince bana ‘Maskaralık yaptığın sürece seni alkışlarlar, ciddi bir şey yaptığında kimse suratına bakmaz, yolunu ona göre seç’ dedi. Bu sözler müthiş bir etki yapıyor üzerimde” (s.76)
Senaristlik dolayısıyla Yeşilçam “takım”ıyla çok yakından tanışıyor. Türkan Şoray’dan Yılmaz Güney’ine kadar. İlk evlilik Atilla Tokatlı ile sonra Atıf Yılmaz ile, son evlilik Bülent Oran’la... Fakat arayışlarına bir türlü cevap bulamıyor. Korku ve endişelerini yok edemiyor. Lise yıllarından beri çok hoşuna giden hakikat kelimesinin hakikatine bir türlü ulaşamıyor. Kemal Tahir ve çevresi ile tanışması, onun yakın dönem ile ilgili çarpıcı değerlendirmelerine kulak kabartmasına sebep oluyor. Bugüne kadar duymadığı farklı sesler duymaya, farklı şeyler hissetmeye başlıyor. Kemal Tahir ile diyaloğu olan Şerif Mardin’in Boğaziçi’ndeki sosyoloji derslerine katılıyor. “Thomas Kuhn’un, Bilimsel Devrimlerin Yapısı diye bir kitabını sosyoloji dersinde bize okuttu Şerif Hoca. Bu çok önemli bir ufuk açtı benim için. Marksist düşüncenin etkisiyle oluşan bilim putu yıkıldı. Bilimin ideolojik bir şey olduğunu bu ders neticesinde iyice kavramış konu üzerine yoğun tefekkür etme fırsatı bulmuştum. Bilim putu da paldır küldür yıkılınca büsbütün afallamış ve boşlukta kalmıştım. Tutunacak bir put da yoktu.” (s.113)
AMA BİR EKSİK VAR
“Kemal Tahir o yıllarda yani 1964 sonrasında iyice Osmanlı tarihiyle meşgul ve Osmanlı tarihinden çıkardığı fikirlerle Türk insanının psikolojisini tespit etmeye çalışıyor. Kemal Tahir bakış açısıyla, kuramsal yaklaşımlarıyla sinemacıları da etkiliyor. Tarihi bilmenin gerekliliği, kendi kültürümüze dönük araştırmaların yapılması konusunu sık sık vurguluyor. Fakat büyük bir eksiklik var: İslam’a yeterince atıfta bulunmaması... Bu medeniyetin temelinde malümdur ki güldür güldür İslam var. İslam’ı çekince, İslam’ı bilmeyince, İslam’a atıfta bulunmayınca tamamen seküler bir planda Türk tarihini tahlil yetersiz kalıyor. İslâm medeniyetinin derunî akışıyla tam bir bağ kurulamıyor” (s.99-100)
Yetmişli yıllarda şizofren teşhisiyle birlikte tedaviler başlıyor. Yurt içinde, yurt dışında doktorlar, doktorlar... İlaçlar, ilaçlar. Bir müddet sonra uyku haplarına bağımlılık problemi başlıyor... Anne ve babanın ilgi ve yakınlığı ise aynen eskisi gibi...
VE MUHYİDDİN ARABİ
“Bir kitap kataloğunda Muhyiddin İbn Arabî’nin ismine rastlıyorum. Bunun bir İslâm büyüğünün, velisinin eseri olduğunu anlıyorum. Fusûsu’l-hikem, benim o güne kadar bu konularla ilgili kitaplar okumadığım malüm. Sebeplendiremediğim bir arzuyla bu kitabı İngiltere’den getirtmeye karar veriyorum. Başlığı beni cezbediyor. Kitabı getirtince bir kenara koyuyorum.Fusûs ismini hiç duymamışım. Türkiye’de bu kitaba ulaşmam bulmam mümkün değil. Bu tarz neşriyattan tamamiyle habersizim. Ne islâmî bir referansa sahibim ne tasavvufla bir bağlantım var ne deTürkiye’de bu tip faaliyetlerin varlığından haberdarım…” (s.120)
“81 veya 82 yılı… Hayatımdaki büyük değişim vukubuluyor. İdrakimin diri olduğu bir zamanda Fusûs’u okumaya başlıyorum. Fusûs çok ağır bir eser, kolay bir eser değil. Az çok bir felsefe temelim olduğu için o derinlikli kavramları birazcık idrak edebiliyorum. Fusûs’u okumaya başladıktan bir müddet sonra mantıkla akılla izah edilemeyecek bir olay vukubuluyor. Önümde sanki büyük bir sevinç ışığı, bir aydınlık deniz beliriyor. İçimden ‘Ayşe, bugüne kadar hiç bilmediğin bir kaynakla karşı karşıyasın, bu okuduğun hiçbir şeye benzemiyor’ diyorum. Hazret, Fusûs’ta hep Allah’ın Rahman sıfatını öne çıkararak kâinatın, âlemlerin tasvirini yapıyor, manâlandırıyor. Ve orada tasavvuf adamlarının çok sevdiği o meşhur hadisi zikrediyor: “Ben gizli bir hazineydim, bilinmeyi sevdim” Bu hadis-i kudsi sarıp sarmalıyor beni. Kendi kendime ‘Ayşe bugüne kadar okuduğun,öğrendiğin, sana yapılan her türlü telkin, öğretilen her şey yanlıştı. Şimdi yepyeni bir şey var, gözünü dört aç, bu kapıdan girmeye çalış. Bugüne kadar taşıdığın bilgileri toptan sil” diyorum.
“Öğrendikçe İslâm’ın bana söylendiği gibi olmadığını anlıyorum. İslâm, gençliğimde bana seyrettirilen ‘Vurun Kahpeye’ filminden ibaret değilmiş. Benim bütün bilgim orada gördüğüm yobazlar ve softalara dayanıyor çünkü. Çocukluğumda içinde yaşadığım muhitin dinle diyanetle pek ilgisi yok. İslam, müstahdemin dini gibi telakki ediliyor. Bu telkinlerde dışladığım dinin ne kadar muhteşem bir din olduğunu Muhyiddin İbn Arabî’nin muhteşem eserinden öğrenirken kendi kendime ‘İslâm müthiş bir şey ama Müslümanlar nasıl kimseler acaba? Diye sormaya soruşturmaya başlıyorum… Müslümanlar kafamda halâ bir soru işareti...” (s.133)
İsmet Özel’in Mataramda Tuzlu Su şiirini okuduktan sonra onunla hemen irtibat kurmaya çalışıyor. Telefonla onu ararken Sezai Karakoç’a ulaşıyor, İsmet Özel’i ondan soruyor. Görüşmek talebine İsmet Bey, bizzat Ayşe Şasa’yı evinde ziyaret ederek karşılık veriyor. İsmet Bey’in namaz kılışları başka bir soruyu gündeme getiriyor: Ben neden namaz kılmıyorum? “Bu çok acaip bir süreç. Bülent benimle alay ediyor. Çünkü Namaz Hocası kitabını adeta bir nota defteri gibi (haşa) tutarak namaz kılıyorum, abdestimi de o şekilde alıyorum.”
Daha sonra ikinci soru: Namaz kılıyorum, peki başımı niçin örtmüyorum?
Özkul Eren, Mustafa Kutlu derken Mahmut Erol Kılıç... Sorular... Sorular...Sohbetler, sohbetler... Bir gün Mahmut Erol ona şöyle dedi: “Tasavvufa çok meraklısınız, sorular var kafanızda. Galiba sırası geldi. Siz bir Allah dostu ile tanışın... Filan yerde bulunur kendisi”
Ve Karagümrük ve Sefer Efendi…
Ve Muzaffer Baba... Ve dervişliğe kanat çırpma...
“Mürşide, insan-ı kâmile rastlamadan önce ihtida etmiştim. İslam’ı kabul bir devrim... Ama bu devrimin büyüklüğünü insan-ı kâmile rastladığımda idrak ettim. Kâmil insana rastlayışımı anlatmak, tarif etmek çok zor… Mükemmel bir ayna var karşınızda, sonsuz bir merhamet kaynağı var. Mürşidlerin, insan-ı kâmillerin en büyük özelliği Allah’ın ahlakını ve Peygamber’in sünnet-i şerifelerini yansıtıyor olmaları. Yani feyiz çok yüksek bir kaynaktan geliyor. Onlar Allah için konuşuyor, Allah için davranıyorlar. Özel bir nur var üzerlerinde. Bu nuru tarif etmek; yaşamayanlara tarif etmek çok zor”(s.141)
“Mürşidle karşılaşmamla beraber adeta yeniden sıfırdan başladım. Zaten kabul edilmek büyük bir lütuf, o kapıdan girmek lütufların en büyüğü… Ama, mürşidimle, Muhibbî Efendi ile tanışmamı satırlara aktarmak mümkün değil” (s. 144)
Safer Dal Efendi’nin âlem-i cemale intikalinden sonra ikinci mürşidi Muradî mahlaslı Ömer Tuğrul İnançer.
Safer Dal’ın vefatı 21 Şubat 1999
Ayşe Şasa’nın vefatı: 16 Haziran 2014
Ömer Tuğrul İnançer’in vefatı: 04 Eylül 2022
Ayşe Şasa kitapta anlattığı mürşidlerinin adını vermiyor. Safer Efendi yok, mahlası Muhibbî Efendi var. Ömer Tuğrul İnançer yok,mahlası Muradî var. Bu onun tercihi mi mürşidlerinin tavsiyesi mi şimdilik bilinmiyor.
Tuğrul Efendi ile ilgili cümleler:
“Hazret, memuriyeti de olan bir zattır. Onu zaman zaman memuriyetini sürdürdüğü makamda ziyaret ederim. Küçük bir odası vardır. Orada bir vakfa ait hesaplarla uğraşır.Kimsenin hakkı kalmasın diye küçük küçük kağıtlara yazılmış notları tek tek elden geçirir. Daima yoğundur. Ama ‘zaman içinde zaman vardır’ der dervişler. Zaman içinde zaman açarlar. Orada o hesap yaparken ve ben konuşmayı beklerken o sessizlikle kalbime müthiş bir feyz dolar. Karşıda bir pencere vardır. Sağ tarafta o oturmaktadır ve pencereden onun ekmiş olduğu bir gül fidanı gözükmektedir. Sanki zihnimdeki videoda o gül fidanı kayda geçmiş, korku anlarında gül fidanı karşımda duruyor ve endişelerimi kaldırıyor. Müthiş bir şey... Sanki o odada oturuyorum ve o gül fidanı üstümdeki korkuyu kaldırıyor. Sanki gül konuşuyor, sanki telkin yapıyor, irşad ediyor... Birilerine tuhaf gelebilir ama sıradan olayların çok üstünde bir hal... Zaman zaman yaptığımız sohbetlerde, zamanında sosyoloji ve felsefe yüzünden karışmış kavramları kafamda sadeleştirdi. Mesela modernitenin vazgeçilmez ve zamanüstü bir yenilik ideolojisi olmadığını, benzer asırların tarihte çokça yaşandığını bugün moderm denilen şeylerin de öncekilerden baskın hiçbir özelliği olmadığını anlatmıştır. Bu büyük bir sadeleşme.” (s. 150-151)