Prof. Dr. Ümit Meriç, Türkiye’nin son elli yılını mercek altına alıyor. Altı asırlık devlet geleneğine sahip ülkemizi değerlendirirken hem asırlık birikimi hem de Türkiye’nin diğer dünya devletleri arasındaki konumu göz önüne alınarak ancak bir değerlendirme yapılabileceğini ifade ediyor. Prof. Dr. Ümit Meriç, “Türkiye Kanatlarınızın Altında” kitabıyla okura bir şuur ve sorumluluk yüklediğini ifade ediyor. Meriç “Kanatlarınızın altında diyerek okuru ülkenin dünü, bugünü ve yarını hakkında düşünmeye davet ediyorum” açıklamasını yapıyor.
Prof. Dr. Ümit Meriç’in Türkiye’nin son elli yılının adeta sosyolojik bir fotoğrafını çektiği Türkiye Kanatlarınızın Altında kitabı 5. baskısı ile okuyucuyla buluştu. İlk baskısını 1997’de yapan kitap, dünü doğru değerlendirip bugünü iyi anlamak ve yarınlarımıza daha bilinçle sahip çıkabilmek için tüm Türkiye’yi kanatlarınızın altına almaya ve geleceğimizi birlikte düşünmeye bizleri davet ediyor. Meriç, kitabına verdiği isimle, okuyan her ferde bir sorumluluk ve bir aidiyet yüklüyor. Okuyucuyu kanatları altındaki Türkiye’ye dair düşünmeye davet ediyor. Prof. Dr. Ümit Meriç ile beşinci baskısı Ketebe Yayınları’ndan çıkan Türkiye Kanatlarınızın Altında kitabı vesilesiyle bir araya geldik.
Şimdi evveliyetle şunu ifade etmek lazım ki, Türkiye’nin sorunları var, ama dünyanın da sorunları var. Biz biraz fazla “kendi göbeğini seyreden Hintli ermiş” gibi sadece kendimize bakıyoruz. Dünyaya hiç dönüp bakmıyoruz. Her ülkenin, her bölgenin ve her kıtanın sorunları var. Dolayısıyla “Türkiye’nin sorunları” deyince Türkiye baştan sona sorun gibi anlaşılıyor. Peki, Güney Kore’nin hiç sorunları yok mu? Güney Kore, günümüzün en popüler ülkelerinden birisi. Özellikle müzik alanındaki gelişmeler dolayısıyla. Projektörümüzü Güney Kore’ye tuttuğumuzda oradaki sorunlar, birdenbire Türkiye’deki sorunlardan da daha fazla gözüküyor. Ekonomik gelişmişlikle bir ülkenin bütün sorunlarının çözümlenmiş olduğunu vehmetmemek lazım. Mesela, kadın cinayetlerinde -bakın Türkiye’de ne kadar gündemde tutulan bir konu- dünya birincisi Güney Kore. Nüfus azalışında yine Güney Kore ilk sırada. Güney Kore şu anda hızla yaşlanan ve yaşlanma konusunda Japonya’nın önünde olan bir ülke. Dolayısıyla nüfusun artması için bir takım tedbirler alıyor. Örneğin, her yeni doğan çocuk için aileye aylık 745 dolar bağlıyor. Buna rağmen Güney Kore’de nüfusun artması gerçekleşmiyor. Türkiye’de de nüfus azalmaya başladı, biliyorsunuz. Türkiye’de de yaşlı nüfus artıyor. İşte bu noktada demografik verilere daha yakından bakmak lazım. Türkiye’yi dünya geneline yerleştirerek, rakamlarla ifade edilebilecek konularda dünyanın diğer ülkelerine bakarak, onlarla karşılaştırarak değerlendirme yapmamız lazım geliyor. Bu itibarla her ülkenin sorunu var, Türkiye’nin de sorunları var. Bu sorunlardan bir kısmı 1970’lerden beri çözümlendi, bir kısmı halen çözülemedi. Bir de yeni yeni sorunlar ilave edilmeye başlandı. Şu halde zaten yaşayan her organizmanın sorunları olduğu gibi, yaşayan her toplumun da sorunları vardır. Üstelik bizim durumumuz dünyanın bir çok ülkelerinden farklı…
6 yüzyıllık bir devlet geleneğinden geliyoruz
Biz, bugün üzerinde sıcak savaşların olduğu bir bölgenin 6 yüzyıl idaresini sürdüren tecrübelerden gelen bir devlet kavramımız var P düşünün, ki gelecekle ilgili projeksiyonların oluşsun.” Biz her sene ürün alınan bir domates fidanı değiliz. Biz kökleri derinlere giden bir çınar gibiyiz. O kökleri bilmezsek o dalları yaprakları da yeterinde değerlendiremeyiz. Bu tarihi şuurun kazandırılması gerektiği kanaatindeyim. Eğitim sistemimiz de bu açıdan kanatlarını daha geniş açmaya ve öğrencilerimizi bu şuurla yetiştirmeye gayret etmesi konusunda bir teşvik. Hatta geçtiğimiz günlerde Acıbadem Türk Telekom Ortaokulu’nda bir konuşmam vardı. Ortaokul talebelerine konuştum ve öğretmenlerine dedim ki: “Çocuklara Anadolu Hisarı’nı gezdirin ve beraberinde o hisarın inşaatında çalışan vefatlarından sonra da Göksu kenarındaki bir mezarlık n Aslında siz “Türkiye Kanatlarınızın Altında” derken çok geniş bir kanat açıyorsunuz. Bugün insanların belki biraz da bakış açısıyla bu kanatlar daralıyor mu ne dersiniz? Ben “Türkiye Kanatlarınızın Altında” derken kitabın daha başından itibaren okura bir şuur vermek istiyorum ve bir sorumluluk yüklüyorum. Bu ülke, yine Cemil Meriç’in ifadesiyle “1789’dan beri su alan bir ülke mi?” sorusunu soruyorum ve “kanatlarınızın altında” demek suretiyle okuru da ülkenin dünü bugünü ve yarını hakkında düşünmeye davet ediyorum. Kitabın başlığı aslında aktif bir başlıktır. Dikkat ederseniz kapağında tarihi bir İstanbul resmi var. Neden bunu tercih ettim? Bu şu demek: “Tarih üzerinde devlet geleneğinden geliyoruz. Böyle bir imparatorluk Roma’dan beri görülmemiş. 20 milyon kilometrekarelik bir alanda 6 yüzyıllık bir hüküm… Kanuni’nin karısı Hürrem, bugün savaşın olduğu Litvanya’dan gelmiş. Litvanya ve Rusya şu an savaşıyor… Ya da güneyimize inelim; benim annem 1905 Beyrut doğumlu. Annem, Osmanlı İmparatorluğu zamanında dedem hakim olduğu için Osmanlı İmparatorluğu’nun bir şehri olan Beyrut’un kadısı Ali Haydar Bey’in kızı olarak orada dünyaya gelmiş. Filistin zaten bizim… Mısır, Libya, Cezayir, Tunus öyle… Dolayısıyla bizim bu asırlık tecrübelerden gelen bir devlet kavramımız var. Başta örnek verdiğimiz ülke olarak, Güney Kore’de böyle bir devlet kavramı yok. Sorunlarımızı düşünürken bu hususları da dikkate almalıyız. yatan Türkmen yörüklerini onlara anlatın. Onlar o hisarı inşa ettikleri için siz bugün Acıbadem Türk Telekom Ortaokulu’nda okuyorsunuz. Oradaki yörüklerle gönül bağınızı kurmanız onlara rahmet okumanız ve minnet duyarız gerekiyor.” Bu tarihi şuurunu milyonlarla gencimizi ve çocuğumuzu eğiten Milli Eğitim çerçevesinde verilmesi gerekiyor. Türkiye’nin geleceğinin de ancak bu şuurla tasarlanabileceğini düşünüyorum.
Ektiğim tohumlar filiz veriyor
Benim şu anda rektör olan, profesör olan belki lise öğretmenliğinde emekli olan pek çok öğrencim var. Örneğin ilk ve son asistanım Recep Şentürk’tür. Ben onu Cezayir’deki kongreye katıldığım günden hemen sonraki gün İslam sosyolojisi, ‘Ümmetoloji’ gibi o zamana kadar Türkiye’de duyulmayan yeni araştırma alanlarının elzem olduğunu ifade ettiğim sırada asistan olarak aldım. Çünkü Recep Şentürk, hem ilahiyattan mezundu. Hem İngilizcesi ve Arapçası çok iyiydi. Yüksek lisans tezi için Mısır’a gitti. Mısır’da sosyoloji üzerine yüksek lisans tezi yaptı. Dolayısıyla ben hakikâten ektiği tohumlar, kök salıp filiz vermiş olduğunu görerek fikri atmosferde Türkiye’deki gelişmelerin takibini yapan ve bundan izimde yürüyen isimler de olduğu için memnuniyet duyan eski bir hocayım. Ama her zaman talebeyim.
Cevdet Paşa ile tanışınca düşünce kıblem değişti
Kendimizi tanımamız çok önemli. Ben mesela şahsi hayatımda Cemil Meriç’in kızı olarak bir Fransız kültür dünyasının kütüphanesinde büyüdüm. Benim için tarihimle ilgili konular lisede okutulan ‘cüce tarih’ten ibaretti. Doktora tezi olarak Max Weber üzerine çalışacaktım. Biliyorsunuz Weber çok önemli bir Alman bir sosyolog. Weber’in Protestan ahlakı ve kapitalizm, antik Judaism, antik Çin’le ilgili çalışmaları vardır. Burada Cemil Meriç’in adını zikredelim: Meriç, “Oryantalizm, emperyalizmin keşif koludur” der. Batının emperyalizmle dünyaya açılmasının ilmi casusları var bir manada. Bunlar ilim adına değil, ülkelerinin maddi menfaatleri adına dünya toplumlarını inceliyorlar. İşte bu Batılı sosyologlar arasında dünya toplumlarına, dünya medeniyetlerine en çok açılan Weber idi. Ben de onun için Max Weber’i doktora konusu olarak seçtim. Aslında amacım; nasıl Weber Protestan ahlakı ile kapitalizm arasında bir bağ kuruyorsa, “Acaba İslam ahlakı ile kapitalizm arasında bir bağ kurulabilir mi?” Ya da “İslam ahlakı kapitalizmin kurulmasına mani midir?” Bu gibi sorulara yanıt aramak için Weber üzerinde çalışıyordum. Fakat sonra hocam konuyu Cevdet Paşa’ya çevirince ben, Batı’dan vazgeçmeden ama kendimle ilgili derinleşmek mecburiyetinden dolayı yeni bir alana girmiş oldum. Ve Cevdet Paşa bana Emin Oktay’ın lisede okuduğum Tarih kitabındaki Osmanlı Devleti’nden çok daha farklı bir devlet yapımız olduğunu öğretti. Kendi tarihim bana öğretilmedi, keşfettim. Cevdet Paşa ile meşgul olduktan sonra düşünce kıblem değişti. Osmanlı’nın devlet yapısının İslami boyutlarını fehmedince bu sefer “İslam sosyal yapısı nasıldır?, “Devlet yapısı nasıldır?”, “İslam ahlakı nasıldır?” gibi konulara yöneldim. Ve hayatımda hiç aklımdan geçmemişti; Kur’an-ı Kerim mealleri okumaya başladım. Pek çok meal okudum bitirdim, Elmalı da dahil olmak üzere. Arkasından Kütüb-i Sitte’yi okudum, diğer siyer kitaplarını okudum. Bu keşfi yaparken dünyadan kopmadım.
Osmanlı’dan kendimizi koparmamız mümkün değil
Tanpınar’ın çok kullandığım bir tespiti vardır. Kitabımda da onu kullandım sanıyorum: “Değişirken devam etmek, devam ederken değişmek” diyor. Yani toplum ne bütünüyle değişebilir ne de olduğu gibi sabit kalabilir. Herakleitos’un dediği gibi “Nehir akmaktadır, iki kez içerisinde yıkanamayız.” Bu değişime açıklık yaşayan her organizma için mecburiyettir, elbette ki değişecektir. Ama ne büsbütün değişmesi mümkün ne de aynı kalması mümkün. Az evvel bahsettiğim 6 yüzyıllık devlet geleneğinin ötesinde Türkiye Millet Meclisi’nin kuruluşunun 100. yıl dönümü itibariyle soruşturma yapıyorlardı. Ben de dedim ki: “Tabi ki Cumhuriyet’imizin 100. yılını, TBMM’nin 100. açılış yılını sevinçle kutluyoruz. Ama bizim aslında Büyük Hun İmparatorluğu’na kadar giden bir devlet geleneğimiz var.” 2400 yıllık bir devlet geleneğinin bir devamı olarak bugünkü Türkiye Cumhuriyeti mevcudiyetini sürdürüyor. Emperyal hale gelen Batı devletlerinin gerek zihniyetimizde yaratmak istediği değişim gerek topraklarımızda onların da etkisiyle meydana gelen değişiklik arzuları, aslında belli bir dönemin hakikatidir. Osmanlı tarihinden kendimizi koparmamız mümkün değil. Nasıl mümkün değil? Bir kere bu topraklarda bizlerden önce yaşamış olan devletler var. Bazı kriterlere göre Anadolu topraklarında 24 farklı medeniyet yaşamış ve yaşamaya devam ediyor. Bu 24 medeniyetin 1071 sonrası buraya gelmiş olan Türk kabileleri tarafından buralarda yeni kurulan devlete miras bıraktığı pek çok unsur var. Çok uluslu ve çok dinli bir imparatorluk Osmanlı Devleti. Bizim mutlaka kendi tarihimizin bilincine varmamız gerekiyor. Biz hafızamızı yeniden fethetmek mecburiyetindeyiz. Unutulmuş, unutturulmuş ve yok kabul edilen bir tarihin yeniden anlamlandırılması gerekiyor. Çünkü bu Türkiye’nin sadece bugününü değil, gelecekte dünya ülkeleri arasındaki yerini de belirlemek için gerekli olan tohumları genç kuşakların zihnine atmak için gerekli.
Dünyadaki gelişmeler amfilerime kadar taştı
Türkiye üniversitelerinde “Siyah Afrika’nın Sosyolojisi” dersini ilk ve son veren benim. Ama bakın bugün Türkiye Cumhuriyeti’nin hükümeti, Afrika’yla yoğun temaslara girmiş vaziyette. Bizim için üstü kara el işi kağıtla kapatılmış olan Afrika kıtası şu anda bir yakın ülke gibi sıcak ilişkilere girdiğimiz bir yer. Belki de bir manada 1970’lerde 80’lerde sosyoloji bölümünde benim öğrencilerimin zihnine atmış olduğum ülkelerin dünyaya açılma çabası bugün fiilen gerçekleşmiş bulunuyor. Bu asla Batı’yı görmezden gelmek değildir. Biz bir ulus devleti olarak Türkiye Cumhuriyeti’ne mensubuz ama bir halk olarak Müslüman bir toplumuz, o halde bizim dünyanın diğer Müslüman toplumlarıyla da sosyolojik manada temaslar kurmamız lazım. Ben bu fikrimi ilk defa 1986’da Cezayir’deki bir kongrede, Mısır’dan, Irak’tan, Fas’tan -tabi beraberinde İtalya ve İngiltere de vargelmiş olan sosyal bilimcilerin önünde dile getirdim. Ve “Ümmetoloji” olarak bir kavram ortaya attım. Ümmetin sosyal bilimi anlamında. Bu fikrim, yine o yıllarda bir “İslam Sosyolojisi Bibliyografyası” hazırlama ihtiyacını bende doğurdu. Bir öğrencimle, Ahmet Kot ile beraber hazırladık. Kot, o sırada Londra’daydı. British Museum’da o çalıştı, Türkiye’de ben çalıştım. 19 bölümlük bir “İslam sosyolojisi Bibliyografyası” hazırladık. Bu çok önemli bir ilk adımdı. Ben bugün bunun tohumlarının büyümekte olduğunu görüyorum. Mesela Tuğrul Keskin adında bir genç sosyolog internette “Sociology of Islam” diye bir adres açmış bulunuyor. Orada dünyanın farklı ülkelerinde örneğin Kanada’da ya da Sidney’de bulunan üniversitelerde hocaların İslam sosyolojisi üzerine çalışmaları toplanıyor. Yani benim 1986’larda söylemiş olduğum İslam sosyolojisi kavramı ile sosyal bilimcilerin aralarında bir haberleşme, bir iletişim ağı kurulmuş bulunuyor. Bu çok önemli. Biliyorsunuz yeni karar çıktı. Artık “Orta Asya” yerine “Türkistan” tabirini kullanacağız. Çünkü Orta Asya tamamen coğrafi bir terim. Türkistan ise beraberinde coğrafya olmakla beraber tarihi bir kavramdır. Bu, yitik hafızamızın üzerindeki çamurlaşmış tozları, milli eğitim kadrosunun da yavaş yavaş silmekte olduğunda bir göstergesidir. Ben “Türki cumhuriyetler ile kültürel ve sosyal ilişkiler” tabirini kullanmıştım. Çünkü benim Kırgızistan’dan, Özbekistan’dan gelen talebelerim karşımda yer almaya başlamışlardı. Yani dünyadaki gelişmeler benim amfilerime kadar taştı.