Cumhuriyet’in başlangıcından beri adını “İstiklal Caddesi” olarak bildiğimiz Beyoğlu’nun en meşhur caddesinin Osmanlı devrinde üç adı varmış. Ağdalı Osmanlıca konuşanlar için, “Cadde-i Kebir”, Avrupalılar için “Grande Rue de Pera” ve İstanbul yakasında oturanlar için “Doğruyol”. Bu cadde üzerinde orta büyüklükte bir bahçe içerisinde, kagir ve tek minareli bir cami vardır. Bu cami, Eylül 1947’den Ekim 1964’e kadar tam on yedi sene, “Beyoğlu’nda bir hafız” olarak burada bulunmuş, Hafız Dr. Mehmet Ali Sarı’nın önce talebe sonra hocalık yapmış olduğu Beyoğlu Ağa Camii’dir. “O zaman Beyoğlu, İstanbul değil. Herkes gelmez oraya. Kılık kıyafete dikkat edilir. En üst tabaka; Hristiyan, Rum, Ermeni, Yahudi… Konsolosluklar hep oradadır. Bizim oradaki Türkler, camilerin cemaati hizmet sınıfıdır. Kapıcı, bekçi, kavas… Onlar bizim insanlarımız Beyoğlu’nda” sözleriyle tanımlıyor cami cemaatini Sarı. Yine de devrin en güzide isimlerinin, nice hafız ve mevlithanın yolu bir şekilde Beyoğlu Ağa Camii’ne düşüyor. Burayı İstanbul’daki tahsil hayatının beşiği, şahsiyetinin şekillendiği yer olduğunu anlatan Sarı, “Ben 17 sene Ağa Camii’nde değil de vaktimi Beyazıt Camii’nin medresesinde, Fatih Camii’nin medresesinde geçirseydim bu Mehmet Ali Sarı olmazdım. Hoca olurdum belki hatta daha derin bir hoca olurdum ama şu anki ben olmazdım” diyor.
Mehmet Ali Sarı, 1933 yılında Bolu’nun Seben ilçesine bağlı Tepe köyünde dünyaya gelmiş. Annesi öksüz, babası yetim bir yuvanın ilk evladı olmuş. Doğumundan bir yıl sonra çıkan soyadı kanunu ile aileye “Sarı” soy ismi verilmiş. Çoğu ailenin bir soyadı hikâyesi olur ya, Mehmet Ali Sarı, bu soyadın ailesi için hiçbir anlama gelmediğini söylüyor. “Köyümüzün ihtiyar heyeti bizden evvelki hane fertlerine Ak, bize de Sarı soyadını münasip görmüşler. Ailemizin soyu ve fiziği ile ilgisi olmayan Sarı soyadını bazıları gibi değiştirmeye lüzum görmedik. Artısını, eksisini hesap etmeden, fazlaca bir rahatsızlık da duymadan o günün hatırası olarak sadakatle taşıdık” diyor. Köyünden, hatta köyünün bağlı olduğu ilçeden çıkan ilk hafız Mehmet Ali Sarı olmuş. Ne ailesinin ne de kendisinin teşebbüsüne kalmadan ona bu yolu açan kişi Cumhuriyet’in ilanından sonra açılan ancak muhtelif nedenlerle kapanan ilk imam hatip okulu mezunu, ilkokul hocası Mustafa Gültekin olmuş. O dönemde imam hatip okulundan mezun olanlara, “Hadi evinize gidin” demek yerine medreseye gitme ve medrese mezuniyeti sonrasında yedek subay olma gibi haklar verilmiş. Gültekin de önce yedek subay ardından ilkokul öğretmeni olmuş. “Hocam benim bir numaralı şansımdır. Köyümüzde ilkokul öğretmeni olarak çalışıyordu. Beni kendi kalbinde işaretleyen ilk o olmuş” diye anlatıyor Sarı. Hocası hem ilk okulu okutmuş ona hem de hafızlığa başlatan kişi olmuş. Önce köyün imamı ile birlikte birkaç çocuk belirlemiş, “Bunları okutalım” demişler. Hepsi belirli bir seviyeye geldikten sonra vazgeçmişler. Sarı’nın babası Mustafa Bey, köyün dışında çalışırmış. Oğlunun ezberlerini takip eden yine kendisine Kur’an-ı Kerim’i öğreten annesi Feride Hanım olmuş. Babasından müsade isteyerek, “Biz bu çocuğu okutacağız, bize müsaade et. Bu çocuğa iş tutturma” demişler. O dönemde Ankara milletvekili Emin Sazak’ın Eskişehir yakınlarındaki çiftliğinde çalışan babasının da aklında oğlunu okutmak varmış. Hatta minarelerden duyduğu ezan öyle hoşuna gidermiş ki, “Okutayım da oğlumu, hoca olsun. Minarelerden ulusun dursun” diye içinden geçirirmiş. “Bu iki arzu birleşince bana soran bile olmadı” diyor Mehmet Ali Sarı. İlkokuldan sonra iki sene içerisinde köyünde hafız olmuş. Ardından köyde öğrenecek bir şeyi kalmadığından hocası onu daha önce hiç görmediği şehire, Bolu’ya götürmüş. Böylece ilk kez annesinden, kardeşlerinden, koyun ve kuzularından ayrılmış. Bu ayrılışı, “14 yaşındaydım. Nereye gideceğimi nelerle karşılaşacağımı bilmiyordum. Bildiğim tek şey Bolu’ya okumaya gidiyordum. Bu ayrılık, hayatımın birinci dönüm noktası oldu” sözleriyle anlatıyor. Bolu’ya gittiklerinde hocası Mustafa Gültekin talebesini, meslektaşı İsmail Erçoban’ın damadı Terzi Mehmet Efendi’nin yanına yerleştirmiş. Terzi Mehmet Efendi, çarşıda terzilik yaparak geçimini sağlıyormuş. Eşi, üç oğlu ve bir kızı ile çç katlı ahşap bir evde yaşıyormuş. Evin tek kızı Şefika Asuman, genellikle öğretmen dedesi İsmail Erçoban’ın ve anneannesinin yanında kalıyormuş. Sarı bu küçük kızı ilk gördüğünde henüz 3-4 yaşlarındaymış. Bolu’da kaldığı iki sene süresince her gün Nalbantoğlu Hafız Abdullah Efendi’ye talim okumaya gidiyor, her gün bir cüz vererek hıfzını dinletiyormuş. Hıfzı kuvvetlenince Ramazan ayında öğle namazı öncesi mukabele okumaya başlamış. Sarı’ya Bolu Yıldırım Beyazıt Camii’nde çok kalabalık bir cemaat huzurunda, Bolu’nun o günkü meşhur hafızlarının katılımıyla hafızlık merasimi icra edilmiş. İki yıl sonunda aldığı eğitimi tamamlayıp yeniden köyüne dönmüş. Ta ki o annesi ile birlikte köyünde yayla yaparken Bolu’dan “Seni İstanbul’a götüreceğiz” haberi gelene kadar.
Terzi Mehmet Efendi, iki arkadaşıyla birlikte terzilik malzemeleri almak için İstanbul’a giderken Sarı ve onun gibi hafız birkaç çocuğu daha yanlarına almışlar. Onların İstanbul’daki hocalardan Arapça öğrenip birer hoca olmalarını arzuluyorlarmış. İstanbul’a gittiklerinde ilk olarak Nuriosmaniye Camii’ne giderek Hafız Hasan Akkuş’un kapısını çalmışlar. Ancak kalacak yer olmadığı için Akkuş onları geri çevirmek durumundaymış. Ardından sırasıyla Beyazıt’ta Hacı Küçük Camii imamı Hafız Hilmi Toras’a, Fatih’te Hafız Fikri Aksoy’a ve son olarak Yeni Cami imamı Hafız Nuri Efendi’ye gitmişler. Hepsi de aynı soruyu sormuş, “Kalacak yeri var mı?” olmadığını duyunca kabul edemeyeceklerini söylemişler. “Koskoca İstanbul’da üç çocuğu barındıracak yer bulunamıyordu” diyor Sarı ama üzülmediğini de ekliyor: “Belli etmeden bu sonuçtan dolayı için için seviniyordum. Anneme, koyun ve kuzularımıza dönecektim. İstanbul’dan korkmuştum.” Köye dönmeden önce Terzi Mehmet Efendi onu bir Taksim’e, Beyoğlu’na bir gezmeye çıkarmış. Dönüş yolunda İstiklal Caddesi’nde yürürken, “Haydin namazaa!” çağrısı ile caddenin sağındaki yüksek kalın duvarlı camiye girmişler. Sarı’nın Beyoğlu Ağa Camii ile ilk buluşması o akşam olmuş. Ertesi gün hazırlanmış otelden çıkmayı beklerlerken lobiye başında bere, sakallı, yaşlıca bir zat girmiş. Terzi Mehmet Efendi ve yanındakiler bu zatı görüp elini öpmüşler. Gelme sebeplerini, genç hafızlara bir yer bulamadıklarını ve döneceklerini söylemişler. Bunun üzerine hoca üç çocuğu da süzmüş, Sarı’yı işaret ederek, “Bunun yeri hazır” demiş. Böylece Galip Gürses Hocaefendi, genç hafızı yanına alarak onu İstiklal Caddesi’ndeki Bolu Lezzet Lokantası’na götürmüş ve Salih Movit’e emanet etmiş. Sarı o günden sonra Salih Movit’in evine altıncı çocuğu olarak yerleşmiş. Ertesi sabah Salih Movit kendisini alarak Beyoğlu Ağa Camii’ye götürmüş ve Rahmi Şenses hocanın huzuruna çıkarmış. Hoca kendisine bir aşır okutmuş ve aşırın sonunda kendisini talebe olarak kabul etmiş. O günü Mehmet Ali Sarı şu sözlerle anlatıyor: “Belki de hayatımı şekillendirecek, kişiliğimi ilmek ilmek dokuyacak bir eğitim süreci, ardından da ilk resmi hizmet hayatım burada başlayacaktı. Köyümden ayrıldıktan sonra hayatımın bir diğer dönüm noktası da buradaydı.”
Beyoğlu’ndaki Firuzağa ve Cihangir camileri gibi etraftaki mabetler İstiklal Caddesi’nden uzak olduğundan Ağa Camii’nin beş vakit cemaati olurmuş. Cuma günleri caminin bahçesi tamamen dolar, teravih namazları adeta bayram havasını andırırmış. Hafız Kemal Batanay, Sadettin Heper, Sadettin Kaynak, Münir Nurettin Selçuk, Kemal Gürses, Zeki Altun ve Kâni Karaca gibi bestekâr, hânende ve sâzendeler zaman zaman Ağa Camii’ne uğrar, Rahmi Efendi ile sohbet ederlermiş. Aynı zamanda Ali Üsküdarlı, Esat Gerede, Halil İbrahim Çanakkaleli, Fevzi Mısır gibi İstanbul’un meşhur mevlithan ve hafızları da sık sık bu camide mevlit ve mukabele okurlarmış. İstanbul’un kıymetli simalarını ağırladıkları o günleri Mehmet Ali Sarı, “Ağa Camii’ne gelenler hocamla sohbet ederlerdi. Biz de onlara hizmet eder, çay kahve söylerdik. Kulak misafiri olurduk kim geldi gitti diye. Mevlitten evvel, mevlitten sonra kısacık, bir çaylık sohbetlerdi onlar” sözleriyle anlatıyor. Ağa Camii’de hocasından aldığı Aşere derslerini tamamlayınca Fatih Camii Başimamı Hafız Ömer Efendi’den Arapça okumak için müracaatta bulunmuş. Ancak gönlünde yatan bir yolunu bulup resmi okullarda okumakmış. İstanbul’a geldiğinin dördüncü yılı Sarı’nın bu arzusu gerçekleşmiş ve 1951 yılında imam hatip okullarının açıldığını duymuş. “İmam hatip okulu açıldığında ben 19 yaşındaydım. Zaten memleketimde hafız olmuştum. Bolu’da iki sene talim okudum. İstanbul’da 1950’ye kadar üstelik Rahmi Hocamın hocasından Arapça okumuştum. Hoca olmuştum yani. Ama sanki Cenab-ı Hakk’ın gönlüme verdiği o duyguyla kendimi eksik hissediyordum. Bunca dersin bir bilinen tarafı bir vesikası bir resmiyeti yoktu. Dolayısıyla böyle bir resmi belgem olmasını sanki istiyordum” diyen Sarı, bu arzusu için hocası Rahmi Efendi’den de izin istemiş. Rahmi Efendi, sert mizacı ile “Kaç sene okunuyor, çıkınca ne olacaksın?” gibi sorular sormuş. Sarı, “Hocam İmam-hatip çıkıyormuş, yedi seneymiş” deyince hocası, “Ne! Yeddi sene mi? Oğlum sen deli misin? Bırak ben seni istediğin camiye imam yapayım!” diye karşı çıkmış. Ancak Sarı, “Hocam ben okumak istiyorum” deyince “Git ne yaparsan yap” cevabını vermiş. “Hocam doğru söylüyordu. afızdım, hocaydım, yaşım da müsaitti. Ağa Camii’de staj da yapmıştım. Eğer ‘Başka yerde okuyorsan burada kalamazsın’ deseydi yanmıştım. İstanbul’da yatacak yer yoktu” diyor Sarı.
Demokrat Parti’nin iktidara gelişinden bir sene sonra açılan imam hatip okulunun ilk öğrencilerinden olan Sarı, son Osmanlı dönemini yaşamış yaşlı ve emekli hocalardan ders almış. Müdürü ve Arapça hocası ise imam hatiplerin kurucusu olarak bilinen Mahmut Celaleddin Ökten’miş. 1959 yılında imam hatip okulundan mezun olan 120 kişiden biri olarak 19 Kasım 1959’da açılan İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü’nün de ilk öğrencilerinden olmuş. 1959 yılı Haziran ayında ise yıllar kendisine hem iki yıl bakan hem de onu İstanbul’a getiren Terzi Mehmet Efendi’nin biricik kızı Şefika Asuman Hanım ile nişanlanmış. Yüksek İslam Enstitüsü öğrenciliği devam ettiği için nişanlılık mecburen uzun sürmüş. Sarı, müstakbel eşini görmek için İstanbul’dan Bolu’ya 7-8 saat süren otobüslerle değil de hızlı olduğu için otostop çekerek veya gazete dağıtan hızlı kamyonetlere binerek gidiyormuş. Sarı, uzun bir nişanlılıktan sonra gerçekleşen bu izdivacı şu sözlerle anlatıyor: “O üç yaşında gördüğüm o kız, 16-17 yaşında olmuş. Demek ki orada sevilmişim. Bana hem baktılar hem de seneler sonra kızlarını verdiler. Bu büyük bir onur ve mutluluk benim için. O zaman henüz askerliğimi yapmamıştım. Hiçbir resmi görevim de yoktu. Annem babam köylü, fakir. Hanımın da ailesi Bolu’da hem bilinen köklü bir aile hem de sevilen bir aile. Onu isteyenler vardı. Ama kayınvalidem beni çok severdi. Ailenin fertleri, ‘Daha askerliğini yapmadı, nasıl geçinecekler?’ diyorlardı. Anne olarak tek o arzu etti bana vermeyi. Kısmetmiş oldu. O gün bugündür birlikteyiz, birlikte ihtiyarladık. Üç yaşındaki bir kız çocuğu gözümün önünde büyüdü şimdi 81 yaşında.”
On yedi yıllık Ağa Camii sakinliği süresince Türkiye’nin pek çok değişimine de İstanbul’un atardamarlarından biri olan Beyoğlu’nda şahit olmuş Mehmet Ali Sarı. 27 Mayıs Darbesi günlerinde de Ağa Camii’deymiş. Yassıada mahkemelerinin hazin sahnelerinden birini Başsavcı Ömer Altay Egesel’in sözde ‘yeğeni’ olarak izlemeye gittiği anısını şöyle anlatıyor: “14 Mayıs 1950’de bu milletin hem gönlüne hem de 450 milletvekili gibi yüksek bir sayı ile Meclis’e giren isim merak edilmez mi? Herkes merak ediyordu ama herkes gidemiyordu. Ben bir yolunu buldum. Ömer Altay Egesel’in sözde yeğeni olarak hakimlerin hücümbotunda gittim. O oturumu ben de seyrettim. Menderes döneminde ezanın aslına çevrildi, imam hatip okulları açıldı, ‘Türkiye Müslümandır Müslüman kalacak’ dedi ve bunların bedelini hayatıyla ödedi. Hepimiz o hüznü, kederi içimizde yaşadık. Anadolu baştan başa yokluk içindeyken, ülkenin tüm nimetlerini elinde tutan bir avuç Halk Partili mütegallibe, seviniyordu. Aynı şekilde, 1948’de Taksim’de İsrail Devleti’nin kuruluşuna, şampanyaları patlattıklarına da kenardan şahit oldum.”
1970’leİşveç’e doğrurin sonundaki yokluk döneminin üzerine bir de anarşinin zirveye ulaşmasıyla 12 Eylül 1980 Darbesi gerçekleşmiş. “O zaman Ecevit dönemi, yokluklar dönemiydi. Benzin kuyrukları vardı. Benim çocuklarım küçüktü. Çocuklarımı alıp yurt dışına gitmeyi kafama koymuştum” diyor Mehmet Ali Sarı. O zamanki Diyanet İşleri Başkanı ve arkadaşı olan Tayyar Altıkulaç’ın kapısını çalmış. “Boykotçu öğrencilere bu kırılmış, parçalanmış, hüzünlü kalple nasıl ders verecekim… Matematik hocası değilim ki, tahtaya rakamları, formülleri sıralayıp bekleyeyim. Ben Kur’an-ı Kerim hocasıyım. Kur’an dersi gönül ve maneviyat dersidir” diyen Sarı, arkadaşından kendisini bir görevle yurtdışına göndermesini rica etmiş. O gün için uygun koşullar sağlanamasa da kısa bir süre sonra İsveç Malmö’den bir din görevlisi istenmiş. Sarı, talep edilen yeri uzak bulsa da İstanbul’daki evini dağıtıp ailesini alarak gurbete doğru yola çıkmış. Dil bilmeden gittikleri İsveç’te hem kültür hem de coğrafi özelliklerden ötürü epey zorluk çekmişler. Sarı, “Çoğunlukla Balkan Müslümanları vardı. Gençler oraya çalışmaya gitmişler. Anne babalarını da yanlarına almışlar. Bir iki tane de Türk aile vardı” diye anlatıyor oradaki cemaatini. 1983 yılında orada yaşayan müslüman halkın etnisitene hitaben İsveççe-Türkçe-Arapça olmak üzere bir de “Hedef” isminde dergi çıkarmışlar. O zamana kadar küçük ve farklı mescidlerde toplanan müslümanlar Malmö Camii inşaasından sonra buraya gelmeye başlamışlar. Sarı da hem caminin imamlığını yapıyor hem de cami dersliğinde Müslüman çocuklara dersler vermiş.
Mehmet Ali Sarı’nın Beyoğlu Ağa Camii’de yolunun kesiştiği hayatına dokunan isimlerden biri Hafız, Hattat Kemal Batanay olmuş. 1947’de İstanbul’a gelen Sarı, gelişinden bir müddet sonra Batanay ile tanışmış. Evi caminin yakınlarında olan Batanay, vakit namazları için gelirmiş. Sarı, onun kim olduğunu sormuş, “O hattat, hafız ve musiki hocası Kemal Batanay’dır” cevabını alınca gidip kendisine “Hocam bana musiki dersi verir misiniz?” diye müracaat etmiş. Batanay’ın cevabı, “Niye vermeyeyim oğlum? Tabii veririm. Evimiz camiye altmış adım aşağıda, Ar Apartmanı’nın 3. katı” olmuş. “Orada başladık ve ben onu hiç bırakmadım. İmam hatip okulu öncesinde üç sene, sonra bütün imam hatip ve Yüksek İslam Enstitüsü süresince ona derse gittim” diyor Sarı. Tamburi Naime Hanım ile Batanay’ın Ağa Camii odasında Rahmi Efendi tarafından kıyılan dini nikahları sırasında yanındaymış. Nikah merasimi Sarı’nın Nur Suresi 32-34. ayetlerini okumasıyla sonlanmış. Evlilik sonrası derslere Naime Hanım’ın Kadıköy Rıhtım Caddesi’ndeki evinde devam etmişler. Batanay, “Ben bu eve dokuz tamburla gelin geldim” diyerek latife edermiş. Bir baba-oğul ilişkisine dönüşen hoca-talebe ilişkileri hocasının vefatına dek sürmüş. Vefatından önce Batanay, en sevdiği tamburunu, “Oğlum, benden sonra o tambur senin” diyerek almasını vasiyet etmiş.
Mehmet Ali Sarı, İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü birinci sınıfta iken hocası Kemal Batanay ve eşi Naime Hanım’ın, “Sen musiki bakımından ilerledin ama bunun bir resmi belgesi olması lazım. Konservatuvara devam et ileride işine yarar” tavsiyesi üzerine o dönem musiki eğitimi veren tek eğitim kurumu İstanbul Belediye Konservatuvarı’na müracaat etmiş. İmtihanları kazanmış ve derslere başlamış. Beyoğlu’ndaki Ağa Camii, Fındıklı’daki İslam Enstitüsü ve Şişli’deki konservatuvar arasında koşturduğu bir dönem olmuş. Bu dönemde yaşadığı bir olayı şu sözlerle anlatıyor: “Cebimde sürekli taşıdığım yaprakları çok ince bir Kur’an-ı Kerim vardı. Konservatuvarda iken ders esnasında tuvalete gitmem gerekti. Onu cebimden aldım ve tuvaletin yüksek bir duvarı üzerine koydum. Orada unutmuşum. Ben gidince rüzgar esmiş, kapılar açılınca o hafif Kur’an-ı Kerim yere düşmüş. Gidenler yerde bir Kur’an bulmuşlar. Derken konservatuvarda ‘Burada büyü yapılıyor’ dedikodusu başlamış. Kur’an’ı bulanlar müdür Münir Nurettin Selçuk hocaya teslim etmişler. Ben hafta başında konservatuvara gittiğimde aklıma geldi. Baktım, koyduğum yerde yok. Arkadaşa sordum, ‘Ya hu onu sen mi yaptın? Kıyamet kopuyor bir haftadır! Yandın sen seni kovarlar buradan’ dedi. Kur’an-ı Kerim’in Munir Nurettin Bey’de olduğunu söyledi. Korka korka gittim, kapısını çaldım. O da o zaman üst sınıflara giriyor konservatuvarın bir numarası. ‘Hocam benim Kur’an-ı Kerim’im sizdeymiş’ dedim. ‘Oğlum, sen bu kitabı nasıl taşıyorsun, yerde bulmuşlar’ dedi. Anlattım. ‘Allah iyiliğini versin bir haftadır kıyamet kopuyor’ dedi. Çıkarıp verdi çekmeceden.”