Yol, 72. Koğuş, Kaşık Düşmanı, Sahibini Arayan Madalya gibi unutulmaz filmlerde oynayan Halil Ergün, Batman Film Günleri’nde Onur Ödülü’ne layık görüldü. Yaprak Dökümü dizisinde Ali Rıza Bey karakteriyle gönüllere taht kuran usta oyuncuyla, sinema üzerine bir sohbet gerçekleştirdim. Türk sinemasının eski dönemlerini özlemle anlatan Ergün, şimdilerde sinemanın bir ticarethaneye dönüştüğünü, ne söyleyeceğine karar vermeyen bir sinema anlayışıyla karşı karşıya olduğumuzu belirtti. Bir dönem sansür kurulunda da görev alan oyuncu, Yücel Çakmaklı’nın “Minyeli Abdullah” filmiyle, Yılmaz Güney’in “Umut” filminin sansüre uğramaması için verdiği çabayı anlattı.
Uzun yıllar Yeşilçam’da oyunculuk yapmış birisi olarak, bugünkü Türk sinemasıyla Yeşilçam’ı kıyaslayabilir misiniz?
Yeşilçam Cumhuriyet’in kuruluşundan önce başlayan, devletin hiçbir zaman desteği olmadan ayakta kalabilmiş ve yıllar boyunca çok önemli işlevler yerine getirmiştir. Yanlışı, doğrusu, eksiği, fazlasıyla Türk halkının toplumsallaşmasında çok önemli rolü oldu. 1974 yılında tiyatrodan sinemaya katılmış birisi olarak, o saflarda yer aldığım için övünç duyuyorum. Yönetmeninden yapımcısına, kameramanından oyuncusuna kadar herkes işini müthiş bir özveriyle yaptı. Keşke devletin bu sektöre yardımı olsaydı. Bir de kazanılan paralar tekrar sektöre dönebilseydi, teknolojik gelişmeler doğrultusunda var olabilseydi, dünya çapında işler yapabilirdik. Şimdilerde o süreç kapanır gibi, sinemaya meraklı gençler var, ama henüz çok şey söylemeyi düşünmemiş bir sinema sürecinden geçiyoruz. Bağrından mutlaka yönetmen, oyuncu ya da senarist gibi mekanizmayı devam edecek insanlar çıkacaktır diye umut ediyorum.
Bir ticarethane olarak görüyorum. Televizyonlar yarışma halinde dizi kültürüne girdi. Bunlarla baş etmesi gereken bir sinema var. Sinema, her ne kadar ticari bir yanı olsa da, sanatsal ve estetik bir meseledir. O da bilgi, tavır ve kararlılık gerektiren bir şeydir. Bu hazırlıkların olmadığı bir süreçten geçiliyor. Önümüze film senaryoları geldiğinde görüyorum, bir hikaye bulmuş, ama ne söylemek istediğini sorduğumda, bir şey diyemiyor. Bir romanı okuduğun zaman kafanda bir kelime, bir fikir kalması gerektiği gibi, izlediğin filmin de sana bir şey vermesi beklenir. Ne söyleyeceğine karar vermemiş bir sinema anlayışı var şimdi. Bir şey söylediğini zannediyor ama bir şey söylemek hikaye anlatmak demek değil ki...
Dünyada da karmaşa olmasına rağmen, orasının temeli sağlam. Teknolojisi olduğu için hala bir şey söyleyebiliyor. Ama bütünüyle kafa ticari işliyor. Para kazanma mantığında kalan bir sinema çok yararlı olmayabilir.
Bir senaryoyu sevgiyle okumayı, heyecanla bitirmeyi özlüyorum. Seksene yakın filmde oynadım, bir gün bile para konuşmadım. Mesele o hikayede kendimi bulabiliyor muyum? Bir de bana bir şey söylüyor mu? Heyecan duyuyor muyum? Filmlerimin yüzde altmışını o heyecan ve tutkuyla çektim.
Evet, yakında yeni bir dizinin çekimlerine başlıyoruz. Dizide bir babayı oynuyorum, torunlarım var. Sadece gençler değil, benim yaşımdaki insanlar da aşık olur. Gençlerin aşkı ihtiyaçların karşılanmasıdır. Ama yaşanmışlık üstüne gelen bir aşk, bütün deneyimleri bağrında taşır. Ben de o aşkın kahramanı oluyorum bu dizide.
Kurulda, Genel Kurmay’dan, emniyetten ve sektörden üyeler oluyordu. Çok iyi hatırladığım iki film geldi önümüze, Yücel Çakmaklı’nın “Minyeli Abdullah” filmiyle, Yılmaz Güney’in Danıştay kararıyla üzerindeki yasak kaldırıldığı için yeniden göste-rime girmesi istenen “Umut” filmi. Emni-yetten gelen arkadaş siyasal olarak karşı oldu-ğum birisiydi, ama sağlıklı yaklaşıyordu. Sol kesimde sanat yaptığını söyleyen birisi ise Minyeli Abdullah’ı dini bir film olduğu için yasaklamak istiyordu. Dehşete kapıldım. Ve ağır bir kavga verdik. Filmi eleştirebilirsin, ama dini bir film diye yasaklamak ne demek? Ve iki filmi de geçirdik.