Haşr Suresi, Medine döneminde inmiştir ve 24 ayettir. Sure, adını ikinci ayette geçen "elHaşr" kelimesinden almıştır. Haşr, toplamak demektir. Surede başlıca, Medine'de yaşamakta olan ve Hz. Peygamberle yaptıkları antlaşmaya ihanet ederek İslâm toplumunu ortadan kaldırmak üzere Mekkeli müşriklerle ittifak yapan Nadîroğulları’nın Medine’den topluca sürülmesi hadisesi ile Yahudilerle antlaşma yapan münafıklar konu edilmektedir. Haşr Suresi'nin Arapça okunuşu ve Türkçe anlamı, mealini, faziletini haberimizde bulabilirsiniz. İşte Haşr Suresi'nin Arapça okunuşu ve Türkçe anlamı, meali ve dinleme seçeneği:
Haşr Suresi, Medine döneminde inmiştir ve 24 ayettir. Sure, adını ikinci ayette geçen “elHaşr” kelimesinden almıştır. Haşr, toplamak demektir. Surede başlıca, Medine’de yaşamakta olan ve Hz. Peygamberle yaptıkları antlaşmaya ihanet ederek İslâm toplumunu ortadan kaldırmak üzere Mekkeli müşriklerle ittifak yapan Nadîroğulları’nın Medine’den topluca sürülmesi hadisesi ile Yahudilerle antlaşma yapan münafıklar konu edilmektedir.
Haşr Suresi dinle (Mehmet Emin Ay)
Haşr Suresi'nin Arapça okunuşu
Haşr Suresi Diyanet meali
Haşr Suresi'nin nuzülü
Haşr Suresi'nin konusu
Özellikle sûrenin ilk âyeti ile son üç âyetinde, bütün varlıkların Allah’ı eksikliklerden tenzih ettiği, O’nun birliği, yüceliği, ilminin sınırsızlığı, rahmet ve şefkatinin enginliği, irade ve gücünün mutlaklığı, eşsiz yaratıcı olduğu belirtilerek kalplere tevhid inancının, Allah sevgisi ve saygısının yerleştirilmesi hedeflenmektedir. 2-10. âyetlerde antlaşmalarını bozan bir yahudi kabilesinin başına gelen sürgün felâketi örnek gösterilip bundan ibret alınması istenmekte ve müslümanlara toplum olarak elde edilen imkânların paylaştırılması konusunda yol gösterilip ideal mümin tipiyle ilgili tasvirler yapılmaktadır. 11-17. âyetlerde müslüman göründükleri halde ahitlerini bozan Ehl-i kitap’la gizli ilişkiler kurarak türlü entrikalar çeviren münafıkların ve yandaşlarının bazı zaaflarına değinilerek müslümanlar hem bu tür davranışlardan sakındırılmakta hem de kendilerine moral verilmektedir. Müteakip âyetlerde her insanın yapması gereken nefis muhasebesinin ve ebedî hayat için hazırlıklı olunmasının önemine ve sonuçlarına dikkat çekilmekte; Kur’an’a muhatap olmanın ne büyük şeref olduğunu ama aynı zamanda ne büyük sorumluluk getirdiğini hatırlatan bir örnek verilmektedir (İngiliz şarkiyatçısı Richard Bell’in Haşr sûresiyle ilgili bir makalesinde sûredeki âyetlerin tertibiyle ilgili olarak ileri sürdüğü görüşün eleştirisi için bk. Emin Işık, “Haşr Sûresi”, DİA, XVI, 426).
Haşr Suresi'nin fazileti
Sabah ve akşam üç defa (besmeleden önce) “Eûzü billâhi’s-semîi’l-alîmi mine’ş-şeytâni’r-racîm” dedikten sonra Haşr sûresinin son üç âyetini okuyanlar için büyük müjdeler içeren hadisin sıhhat derecesiyle ilgili eleştiriler bulunmakla beraber özellikle sabah namazlarından sonra bu üç âyetin okunması gelenek haline gelmiştir (bk. Tirmizî, “Sevâbü’l-Kur’ân”, 22; Müsned, V, 26; Dârimî, “Fezâilü’l-Kur’ân”, 22; Emin Işık, “a.g.m.”, XVI, 426).
Hüvallahüllezi dinle (Ferruh Muştuer)
Haşr Suresi tefsiri
Hicretten kısa bir süre sonra Hz. Peygamber Medine’ye yakın bir mahallede oturan Nadîroğulları ile bir tarafsızlık antlaşması yapmıştı. Uhud Savaşı’na kadar Nadîroğulları bu antlaşmaya uydular. Hatta müslümanların Bedir zaferine sevindiklerini ve Tevrat’ta anılan âhir zaman peygamberinin Hz. Muhammed olduğuna kanaat getirdiklerini söylemeye başladılar; ama Uhud savaşının müslümanlar aleyhine sonuçlanması üzerine fikir değiştirdiler ve antlaşmayı bozdular. Reisleri Kâ‘b b. Eşref, yanına bazı adamlarını alarak gizlice Mekke’ye gidip müşriklerin reisi Ebû Süfyân ile bir ittifak antlaşması yaptı. Bu ihaneti haber alan Hz. Peygamber, onları hiç beklemedikleri bir anda kuşatma altına aldı. Bir rivayete göre Hz. Peygamber bir diyet konusunu görüşmek üzere Nadîroğulları’na gittiğinde onların kendisini güler yüzle karşılayıp o arada hakkında suikast düzenlemeye kalkmaları (ki bunu kendisi fark ettiği gibi vahiyle de teyit edilmişti) bardağı taşıran son damla olmuştu. Her hâlükârda âyetlerden kolayca anlaşıldığı üzere yüce Allah müslümanlar için yakın bir tehlike oluşturan bu topluluğun bulunduğu yerden uzaklaştırılmasını mukadder kılmış, müslümanların da tahmin etmediği biçimde kıskıvrak yakalanmalarını sağlamıştı. Nadîroğulları ise, muhkem kalelerine (ki altı kaleleri vardı), evlerinin çok sağlam olmasına ve münafıkların reisi Abdullah b. Übey b. Selûl ile Mekke müşriklerinden ve diğer yahudi kabilelerinden gelecek yardımlara güveniyorlardı. Ama hiçbir yerden yardım gelmedi, Allah onların yüreklerine korku düşürdü ve müslümanların bu kuşatması karşısında çaresiz kalıp yurtlarını terk etmeye razı oldular. Silâhları dışındaki eşyalarını yanlarına almalarına müsaade edildi, 600 deve yüküyle kuzey yönünde yola çıktılar; Hayber, Hîre ve Şam (Suriye) bölgesindeki bazı şehir ve kasabalara yerleştiler (bilgi için bk. Zemahşerî, IV, 78-79; İbn Âşûr, XXVIII, 65-72; Emin Işık, “a.g.m.”, XVI, 425).
“İlk sürgünde” diye çevrilen li-evveli’l-haşr ifadesindeki haşr kelimesi “toplanma ve bir yere doğru toplu olarak sevk etme” demektir; kelimenin bu bağlamda neyi ifade ettiği hususunda değişik yorumlar yapılmıştır. Bunlar içinde, daha makul görüneni, Nadîroğulları’nın veya Hz. Peygamber’in ashabının savaş için toplanmalarının kastedildiği yorumlarıdır. Bu yaklaşıma göre, savaş için toplanmanın hemen başında sonuç alındığına işaret edilmiş olur. Yahudilerin Arap yarımadasından çıkarılmak üzere toplanmalarının kastedildiği yorumuna göre ise haşr kelimesini “sürgün” anlamıyla karşılamak ve bu kısma “ilk sürgünde” mânasını vermek uygun olmaktadır. Öte yandan bazı müellifler, bu kelimeyle kıyamet gününde, mahşer yerindeki toplanmanın kastedildiği yorumunu eleştirirler (bk. İbn Atıyye, V, 283-284; İbn Âşûr XXVIII, 68-69; Derveze, VIII, 210-211).
Olayla ilgili bazı rivayetlere göre Nadîroğulları, müslümanların yararlanmaması için veya kendi yanlarında götürmek üzere kapı ve eşik gibi unsurlarla evlerin iç kısımlarından bazı parçaları söküyorlardı. 2. âyetin “evlerini hem kendi elleriyle ... harap ediyorlardı” diye çevrilen kısmıyla bu durumun kastedilmiş olması muhtemeldir. Burada geçen fiilin “bir şeyi âtıl ve metruk hale getirmek” anlamı (Beyzâvî, VI, 217) esas alındığında ise bu ifadeyi “evlerini ... ıssız ve terkedilmiş bir hale getiriyorlardı” şeklinde açıklamak mümkündür. Bu sonucun meydana gelmesinde hem kendilerinin hem müminlerin katkısından söz edilmesini “müslümanlar dışarıdan kendileri içeriden” şeklinde açıklayan, bunu kısmen veya tamamen mecazî ifade olarak değerlendiren yorumlar da yapılmıştır (bk. Zemahşerî, IV, 79; İbn Âşûr, XXVIII, 71-72).
2. âyetin son cümlesinde “ibret alın” diye çevrilen fiilin kökünde “bir yerden bir yere veya bir durumdan bir duruma geçme” anlamı bulunmaktadır. Esasen kıyas işlemi de, hükmü bilinen bir olay ile yeni bir olay arasında gerekçe birliği açısından kurulan fikrî bağ (illet) sebebiyle bilinen hükmü yeni olaya geçirmekten ibaret olduğu için, genellikle fıkıh usulünde kıyasın muteber bir delil (hüküm çıkarma metodu) olduğunun Kur’an’daki dayanakları arasında bu âyete yer verilir. Bunun izahı kısaca şöyledir: Yüce Allah, bir hıyanet olayını ve buna bağlanan hükmü (verilen cezayı) açık bir örnek olarak göstermiş, sonra akıl ve muhâkeme sahiplerini düşünmeye ve yeni olaylara zihnî geçişler yapmaya yani benzer durumların benzer sonucu hak edeceğini dikkate almaya çağırmıştır. Bu olayda Nadîroğulları’nın asıl mahkûm edilen davranışı, ahdi bozma ve antlaşma yaptıkları müslümanları arkadan vurma çabası içine girmeleridir. Bunun yanı sıra, mevcut durumlarına (kalelerinin ve evlerinin sağlamlığına) ve iki yüzlü davrandıkları defalarca görülmüş olan münafıkların vaadlerine güvenip hiçbir hazırlık yapmamaları yani rehavete kapılmaları da burada dolaylı olarak eleştirilip akıl sahibi herkes ve özellikle müminler bundan ders çıkarmaya davet edilmiştir. Râzî, inkârcılık ve hıyanet yapanların hep burada belirtilen sonuçla karşılaşmadıkları, buna mukabil Hz. Peygamber ve ashabının –bu durumda olmadıkları halde– birçok mihnete maruz kaldıkları gerekçesine dayanılarak kıyas delili için yapılan istidlalin yanlışlığı ileri sürülecek olursa şöyle cevap verilebileceğini belirtir: Asıl sonuç ve hüküm, bu davranış içinde olanların mutlaka cezayı hak edecekleri hususudur; bunun dünyada veya âhirette olması, dünyadakinin de şu veya bu şekilde gerçekleşmesi esas sonucu etkilemez (XXIX, 281-282).
3. âyete göre Allah Teâlâ (müslümaların savaşa girip kayıp vermemeleri gibi) bazı hikmetlerle bu yahudi topluluğunun sürgün edilmesi sonucunu mukadder kılmıştır. Şayet bunu yapmasaydı onlar belirtilen hıyanetleri sebebiyle zaten başka cezalara çarptırılacaklardı, ama her hâlükârda âhiretteki azaptan da kurtulacak değillerdir.
4. âyette yer alan “Allah ve resulüne karşı gelme, cephe alma” ifadeleriyle daha çok yukarıda izah edilen ihanet ve suikasta işaret edildiği belirtilir. Öncelikli amaç bu olsa da, siyer kaynaklarındaki bilgiler bu topluluk mensuplarının Hz. Peygamber ve arkadaşlarına karşı zaman zaman çirkin davranışlar ortaya koyduklarını, özellikle Kâ‘b b. Eşref’in Resûlullah’ı ve müslümanları şiirlerinde ağır biçimde hicvederek küçük düşürmeye çalıştığını gösterdiğinden, bu ifadeyi daha genel yorumlamak, onların bu kapsamdaki bütün eylemlerine ve tavırlarına yapılmış bir gönderme olarak düşünmek uygun olur (Derveze, VIII, 211).
5. âyette müslümanların kuşatma sırasında bazı hurma ağaçlarını kestikleri fakat bunun meşruiyet temelinden yoksun olmadığı belirtilmektedir. Savaş sırasında tabiat varlıklarının korunmasını; sivillerin, kendilerini ibadete vermiş din bilginlerinin, kadın, çocuk ve yaşlıların öldürülmemesini ilke haline getirme konusunda insanlık tarihinde öncü konumunda bulunan müslümanların bizzat rahmet peygamberi Hz. Muhammed’in yönetiminde gerçekleştirilen bir kuşatmada ağaçları özel bir haklılık gerekçesi olmadan hoyratça kesmeleri düşünülemez. Hatta bir rivayete göre bu âyet, yahudiler tarafından, getirdiği vahiyde böyle bir buyruk mu bulunduğu yönünde Resûl-i Ekrem’e yöneltilmiş hayret ve hicivle karışık bir soru üzerine inmiştir. Askerî strateji açısından gerekli görülmesi üzerine Hz. Peygamber’in onayı, dolayısıyla Allah’ın müsaadesiyle gerçekleşen ağaç kesme olayına değinilen bu âyette, bir yandan müslümanların bu sınırlı eyleminin töhmet altında tutulamayacağı belirtilirken, diğer yandan da Kur’an’ın –kuşatma şartları altında da olsa– birkaç ağacın kesilmesine bile kayıtsız kalmadığına ve çevrenin korunmasına büyük önem verdiğine dikkat çekilmiş olmaktadır. Hatta “kökleri üzerinde ayakta bırakmanız” ifadesindeki tasvirin, onların doğal durumundaki güzelliğe işaret eden edebî bir üslûp olduğu da söylenmiştir. Bu olayla ilgili rivayetlerde yakma eyleminden söz edilmesi ağaçlara zarar verilmesini anlatan mecazi bir ifade olabileceği gibi kesilen ağaçlar yemek pişirme veya geceleyin ısınma amacıyla yakılmış da olabilir. Bazı âlimlerin bu âyete dayanarak savaş sırasında zafer açısından gerekliliği anlaşıldığında düşman yurdundaki ağaçların yakılabileceği sonucuna ulaşmalarını da yukarıdaki izah çerçevesinde değerlendirmek uygun olur (konuyla ilgili rivayetler ve farklı yorumlar için bk. Taberî, XXVIII, 32-35; Zemahşerî, IV, 80; İbn Âşûr, XXVIII, 75-78).
İlk iki âyette geçen efâe fiili sözlükte “geri döndürmek, şeklini değiştirmek” anlamlarına gelir. Burada İslâm hukuk terminolojisinde fey‘ olarak adlandırılan maddî değerler kastedilmektedir. Terim olarak fey‘, gayri müslimlerden alınan haraç, cizye, ticarî mal vergisi (uşûr) ve diğer bazı gelirleri ifade eder. Ganimet de dahil olmak üzere gayri müslimlerden alınan her türlü malın bu kapsamda olduğunu düşünenler bulunmakla beraber yaygın görüşe göre ganimet fey‘in kapsamı dışındadır. Kelimenin sözlük anlamıyla terim anlamı arasındaki bağ hakkında farklı izahlar yapılmıştır.
6 ve 7. âyetlerin aynı konuyu mu yoksa ayrı konuları mı düzenlediği noktasında önemli bir görüş ayrılığı bulunmaktadır. Âlimlerin birçoğuna göre bu âyetler ayrı durumları düzenlemektedir: 6. âyette savaş olmaksızın ele geçirilen mallar söz konusudur; bunlar Hz. Peygamber’e ait olup başkalarına pay ayrılmamıştır. Nadîroğulları’nın yerlerinden çıkarılmasıyla elde edilen mallar bu türe örnektir. 7. âyet ve devamı ise savaş sonucunda ele geçen –menkuller dışındaki– mallarla ilgilidir. Savaş sonucunda elde edilen menkul malların (ganimetlerin) hükmü Enfâl sûresinde açıklanmıştır. Bu anlayışa göre savaş sonucu elde edilen araziler, bunların gelirleri, gayri müslimlerden alınan haraç ve cizye vergileri fey‘ kabul edilir ve 7-10. âyetler esas alınarak işleme tâbi tutulur. Bu âyetlerde söz konusu edilen hak sahipleri, 7. âyette sayılanlar, 8 ve 9. âyetlerde anılan muhacir (Mekke’den Medine’ye göç eden müslümanlar) ve ensar (muhacirleri bağırlarına basan Medine müslümanları) ile –10. âyette belirtildiği üzere– onları takip eden müslümanlar yani sonradan gelen bütün ümmettir. Yaygın kanaate göre Hz. Ömer bu anlayışa sahip bulunuyordu; Taberî’nin tercihi de bu yöndedir. Buna karşılık İmam Şâfiî ve onun görüşünü benimseyenler, bu iki âyeti birlikte değerlendirip 7. âyeti önceki âyetin açıklaması olarak kabul ederler; onlar burada sadece, savaş yoluyla elde edilmeyen malların ve hükmünün söz konusu olduğu kanaatindedirler. Bu anlayışın en önemli pratik sonucu, savaş yoluyla elde edilen arazilerin de ganimet hükmünde sayılması ve beşte dördünün savaşa katılanlar arasında dağıtılmasıdır. Öte yandan, yine bu anlayışa göre barış yoluyla elde edilen mallar (fey‘), ganimette olduğu gibi beşe bölünüp ganimetin beşte birinin dağıtıldığı zümreye dağıtılır, kalan beşte dört yalnız Hz. Peygamber’in hakkı olup o bunu Allah’ın kendisine gösterdiği yerlere harcar. Burada beşte birin (humus) ayrılmasından söz edilmemekle beraber, ganimetin beşte birinin sarf yerleriyle fey‘in dağıtılacağı kimselerin aynı olması ve bu malların aynı kaynaktan yani gayrı müslimlerden elde edilmesi Şâfiî’yi böyle bir kanaate yöneltmiştir.
Hz. Ömer döneminde Irak topraklarının fethedilmesi üzerine Sevâd (Irak) arazisinin hangi statüye tâbi tutulacağına ilişkin olarak sahâbe arasında cereyan eden tartışmalar ve bunun ardından ortaya çıkan uygulama örneği hukuk doktrinlerinin bu konudaki tercihlerini büyük ölçüde etkilemiştir. Sevâd topraklarının fethedilmesini takiben gaziler başkumandan Sa‘d b. Ebû Vakkas’a başvurup bu toprakların da diğer ganimet malları gibi kendilerine dağıtılmasını istemişler, o da bu talebi Halife Hz. Ömer’e iletmişti. Ömer konuyu sahâbe ile geniş biçimde tartıştıktan sonra menkul malların (ganimet statüsünde olmak üzere) müslüman askerler arasında dağıtılmasına, arazi ve akarsuların ise –bu sûrenin 7-10. âyetlerine dayanarak– müslümanların yararına vakıf (fey‘ mevkufe) olmak üzere sahiplerinin elinde bırakılmasına ve bunlardan elde edilecek haraç vergisinin müslümanların atıyyelerine dahil edilmesine (devlet hazinesine irat kaydedilmesine) karar vermiş ve bu yönde uygulama yapması için Sa‘d b. Ebû Vakkās’a yazılı talimat göndermiştir. Bu uygulamayı diğer deliller ışığında değerlendiren hukuk doktrinleri birbirinden farklı sonuçlara ulaşmışlardır. Bunlardan Hanefî mezhebine göre savaş yoluyla elde edilen taşınmazlarda devlet başkanının geniş bir takdir yetkisi bulunmaktadır: Devlet başkanı duruma ve şartlara göre uygun görürse, Enfâl sûresinin 41. âyetinin hükümleri doğrultusunda –beşte birini ayırdıktan sonra– toprağı gazilere taksim eder, bu durumda arazi öşür toprağı olur; bunu uygun görmezse Hz. Ömer’in Sevâd toprakları hakkında yaptığı gibi yerli halkın elinde bırakır ve karşılığında haraç vergisi yükler, bu takdirde arazi haraç toprağı olur. İmam Mâlik’e göre savaş yoluyla ele geçirilen arazi esas itibariyle dağıtılmaz; bu topraklar bütün müslümanlar için ortak bir vakıftır. Geliri ümmetin yararına sarfedilir. Ancak ümmetin menfaati taksimi gerektiriyorsa devlet başkanı bu tür toprakların taksimine de karar verebilir. Şâfiîler’e göre ise savaş yoluyla alınan topraklar ganimet hükümlerine tâbi olup devlet beşte bir hisse alır ve kalanı savaşanlara dağıtılır. Hz. Ömer’in uygulamasına gelince, İmam Şâfiî –Hz. Peygamber dönemindeki bir örnekten de yararlanarak– bunun savaşa katılanların rızası alınarak yapıldığını savunur. Hanbelîler’in bu konudaki yaklaşımı hakkında Şâfiî ve Mâlikîler’in görüşünü paylaşan iki farklı rivayet bulunmaktadır. Toprak hukukuyla ilgili doktrin görüşleri yukarıda özetlendiği şekilde olmakla beraber uygulamada arazi daima fey‘ hükümlerine tâbi kılınarak ganimet hukuku dışında tutulmuş, dolayısıyla savaşanlara dağıtılması cihetine gidilmemiştir (daha fazla bilgi için bk. Taberî, XXVIII, 35-39; Mustafa Fayda, “Fey‘”, DİA, XII, 511-513; Mehmet Erkal, “Ganimet”, DİA, XIII, 351-354; ganimet hakkında bilgi için bk. Enfâl 8/1, 41).
Hz. Ömer, 7. âyetin “İçinizden sadece zenginler arasında dönüp dolaşan bir servet olmasın diye böyledir” şeklinde çevrilen kısmını, toplum olarak elde edilen ve üretilen maddî değerlerin belirli kişilerin ellerinde tedavül edip kalmaması, sosyal adaletin sağlanması ve refahın geniş kitlelere yayılması gereğini vurgulayan bir ifade olarak anladığı için, pek çok sahâbî tarafından savunulan –ve şeklî bir bakışla haklı gibi görünen– Irak arazisinin taksim edilmesi yönündeki görüşe katılmamış, özellikle âyetin bu kısmını delil göstererek ve taksim halinde ortaya çıkabilecek sorunlara dikkat çekerek onları bu arazilerin kamu gelirlerini arttıran bir kaynak haline getirilmesi hususunda ikna etmiştir. Bu tartışmalar sırasında Hz. Ömer’in, sosyal politikayla ilgili temel düşünceye atıf yapan ifadeler kullandığı da görülmektedir.
Resûlün çoğulu olan 6. âyetteki rusül (elçiler) kelimesi genellikle “peygamberler” şeklinde anlaşılmış ve burada Hz. Muhammed’in kastedildiği yorumu yapılmıştır. Birçok âyette Allah’ın melekleri de müminlerin muzaffer olması için görevlendirdiği, yine meleklerin “elçiler” olarak nitelendirildiği dikkate alındığında, burada onların da bu kelimenin kapsamında düşünülmesi mümkündür. 7. âyetteki “Peygamber size ne vermişse onu alın ve size neyi yasaklamışsa ondan kaçının” şeklinde çevrilen cümle, bağlamı dikkate alınarak fey‘ ve ganimet gibi şeylerin dağıtımında Hz. Peygamber’in kullandığı takdir yetkisine saygılı olunması gerektiği şeklinde açıklandığı gibi, kapsamlı bir ifade olması sebebiyle genellikle, Hz. Peygamber’in sünnetinin müslümanlar açısından bağlayıcı bir kaynak olduğunun Kur’an’daki dayanakları arasında da zikredilir.
8. âyetle öncesi arasındaki anlam bağı konusunda değişik görüşler bulunmakla birlikte bunlar daha çok gramer açısından yapılmış izahlar niteliğindedir. Devamındaki iki âyetle birlikte değerlendirildiğinde burada muhacirlerin, eşsiz iman tezahürleri ve unutulmaz özverili davranışlarıyla İslâm tebliğinde tuttuğu özel ve seçkin yere, dolayısıyla bütün zamanlarda yaşayan müminlerin onları sevgi ve saygıyla anmalarının bir vefa borcu olduğuna, hayatta oldukları sürece de –müslümanların elde ettikleri maddî imkânlar paylaştırılırken– bu gruptaki yoksulların öncelikli olarak düşünülmesi gerektiğine dikkat çekildiği anlaşılmaktadır. Yine tasvir üslûbunun hakim olduğu 9. âyette, Hz. Peygamber’e ve onunla birlikte Medine’ye hicret eden muhacirlere kucak açmış, bütün imkânlarını onlarla paylaşmaktan mutluluk duymuş hatta onları kendilerine tercih etmiş bulunan ensar övülmekte, onların da daima sevgi ve saygıyla yâdedilmesi gereken bu örnek nesle ait fotoğrafın en önemli ikinci karesini oluşturdukları hatırlatılmış olmaktadır. Ensarın bu örnek kişiliğinden söz edilirken “ihtiyaç içinde olsalar bile onları kendilerine tercih ederler” ifadesi kullanıldığından, İslâm ahlâkçıları burada geçen fiilden hareketle, cömertlik erdeminin özel bir türü olarak “(başkasını) kendisine tercih etme” anlamına gelen îsâr terimini geliştirmişlerdir. 10. âyette ise, didaktik bir üslûp kullanılarak bir yandan sonraki müslüman nesillerin nasıl davranmaları gerektiği açıklanmakta, onların da ben merkezli değil özgeci bir düşünce ve davranış biçimine sahip olmaları özendirilmekte, diğer yandan da dolaylı olarak her dönemdeki müminlerin daha sonra gelecek nesillerin kendilerini hayırla yâdetmelerini sağlayacak tarzda hareket etmeleri gerektiği hatırlatılmaktadır. Nitekim Hz. Ömer –yukarıda açıklandığı üzere– Irak topraklarının fethini takiben bunların ganimet hükmünde sayılıp gaziler arasında dağıtılması talebine karşı direnirken, ashap ile yaptığı tartışmalarda özellikle bu âyetlerden etkilenerek hep “sonraki nesiller” temasına vurgu yapmış; başlangıçta işin bu yönüne dikkat etmemiş olan sahâbîler de Resûlullah’ın mektebinde yetişmiş olmanın kendilerine sağladığı formasyon sayesinde çok geçmeden bu argümanla ikna olmuşlardır. Bu da, toplum olarak övgüye lâyık, iyi müslüman düzeyine erişebilmek için, sahip olunan imkânları hoyratça kullanmama, gelecek nesilleri ağır yük ve borç altına sokacak, kısaca kendilerini kötülükle anmalarına yol açacak davranışlardan kaçınma sorumluluğunun bilincini taşımak gerektiğini ortaya koymaktadır.
Barış veya savaş yoluyla elde edilen maddî imkânların paylaştırılması bağlamında yer aldığı için tefsirlerde buradan çıkacak hukukî sonuçlara ilişkin açıklamalara geniş bir yer verilmiş olmakla beraber, dikkatle incelendiğinde bu üç âyette, ideal mümin tipi ve karakteriyle ilgili tasvirlerin ve eğitici-öğretici uyarıların hakim olduğu görülür. Bunları şöyle sıralamak mümkündür: a) Bütün hayırlı eylemlerde, başarılı olmak için kendi gücüne değil Allah’ın lutuf ve inayetine olan inancı öne çıkarmak, bir başka anlatımla “özgüven”i kişisel tercih ve yeteneklerini kusursuz kabul etme değil, özündeki imanı hayata geçirme ve onun kurtarıcılığına güvenme anlamında almak; b) Allah’ın hoşnutluğunu kazanmayı amaç edinmek, bütün davranışlarını bu ilkeye göre anlamlandırmak; c) Allah’a ve resulüne yardım yani Allah’ın buyruk ve yasaklarını tebliğ uğruna gerektiğinde en değerli dünyevî arzu ve çıkarlarını feda edebilmek; d) Dürüstlükten ödün vermemek, söze sadakat göstermek; e) Darda olan mümin kardeşine kucak açmak; ama imkânlarını onunla paylaşırken ve onun için özveride bulunurken bunun sevgi temeline dayalı kalmasına özen göstermek, yani içindeki şeytanî dürtülere karşı mücadele vererek davranışlarının içtenliğini korumak, yapmacıklıktan ve gösterişten uzak durmaya çalışmak;
f) Beşerî zaaflara karşı daima Allah’ın yardımına ve korumasına sığınmak; g) Allah’ın şefkat ve merhametinin herkesi kuşatacak enginlikte olduğuna yürekten inanmak, kendisi için olduğu kadar mümin kardeşleri için de O’nun bağışlamasını dilemek, başkalarının kusurunu gördüğünde kendisinin de bir beşer olduğunu ve benzer kusurlar işleyebileceğini hatırlamak (muhacir ve ensar hakkında ayrıca bk. Tevbe 9/100).
9. âyetin “onlardan önce bu yurda yerleşmiş ve gönülden inanmış olanlar” meâlindeki kısmında geçen tebevvee fiilinin “bir yeri mekân tutmak, oraya yerleşmek” anlamları yanında “hazırlamak, hazırlanmak” mânaları da vardır. Genellikle âyet bu fiilin ilk anlamına göre yorumlanmakta, bu durumda ibarenin lafzî karşılığı “onlardan önce bu yurda ve imana yerleşmiş olanlar” şeklinde olmaktadır. “İmana yerleşme” denemeyeceği için de iman kelimesinden önce metinde yer almayan başka bir fiilin bulunduğu kabul edilerek bu kısma “içtenlikle iman edenler” tarzında mâna verilmektedir (Zemahşerî, IV, 82). Meâlde bu yaklaşım esas alınmıştır. İbn Atıyye ise “dâr” ile “iman” kelimeleri arasındaki “ve” bağlacının “beraberlik” anlamında düşünülebileceği kanaatindedir. İbn Âşûr –fazla taraftarı olmamakla beraber– en iyi yorumun bu olduğunu söyler; Elmalılı da, böylece metinde yer almayan bazı lafızları var saymaya gerek kalmayacağını belirterek bu yorumu güzel bulur (bk. İbn Atıyye, V, 287; İbn Âşûr, XXVIII, 90-91; Elmalılı, VII, 4842). Bizce de bu yaklaşım yerinde olmakla birlikte, bu takdirde anılan fiilin “hazırlama” mânasını esas alıp âyetin belirtilen kısmını “onlardan önce imanla bu yurdu hazırlamış olanlar” şeklinde çevirmek uygun olur; zira “onlardan önce bu yurtla imanı birlikte edinmiş olanlar” veya “onlardan önce imanla bu yurda yerleşmiş olanlar” tarzında bir mâna vâkıaya uymaz, ensarın o yurdu imandan çok önce edindikleri realitesine ters düşer.
Yine bu âyette geçen şuh kelimesi ve “şuhhu nefsih” tamlaması değişik mânalarla açıklanmıştır. Birçok müfessire göre bu kelime “cimrilik huyunun ileri derecesi” veya “cimri olmanın yanı sıra başkalarının elindeki imkânları da kıskanma” anlamına gelir. Biz özellikle Zemahşerî’nin açıklamasından yararlanarak âyetin ilgili kısmını, “Kim nefsinin bencilliğinden korunmayı başarırsa” diye çevirdik. Birçok müfessire göre de bu kısım “Allah’ın yasakladıklarından uzak durma, haram yememe, buyruklarını yerine getirme ve helalden yararlanma konusunda nefsine yenilmeyen, kişisel ihtiraslarına karşı direnebilen” anlamına gelmektedir. Râzî, bunu “cimriliğe iten hâlet-i ruhiye” diye açıklar ki buna göre âyetin bu kısmını “kim cimrilik duygusundan korunursa” şeklinde tercüme etmek mümkündür (Taberî, XXVIII, 43-44; Zemahşerî, IV, 82; Râzî, XXIX, 287-288; Şevkânî, V, 232-233).
10. âyette muhacir ve ensar dışındaki sahâbîlerin kastedildiği yorumu da yapılmış olmakla beraber âlimlerin çoğunluğuna göre maksat, tâbiîn ve onların ardından kıyamete kadar gelecek bütün müslüman nesillerdir. Yine bu âyetin “Kalplerimizde iman edenlere karşı kötü bir düşünce ve duyguya yer bırakma” diye çevrilen kısmında geçen gıl kelimesi daha çok “kin” anlamıyla karşılanmış olmakla beraber “kötü inanç, kanaat” mânasına da gelmektedir (İbn Atıyye, V, 288). Öte yandan bu âyetteki örnek ifade, ebediyet âlemine intikal etmiş müminler için hayır dualarda bulunma ve onların bağışlanmasını dilemenin meşrû ve güzel bir davranış olduğunu canlı biçimde ortaya koymaktadır.
Nadîroğulları’yla gizli gizli haberleşip Hz. Peygamber ve ashabına karşı direnmeleri için onlara yardım vaadinde bulunan münafıkların sonuçsuz kalan girişimlerine ve bu iki grubun zaaflarına değinilerek Hz. Peygamber’in ve müslümanların mâneviyatı yükseltilmekte; aynı zamanda dolaylı bir üslûpla müminler, karakter bozukluğuna yol açan bu tür davranışlardan sakındırılmaktadır.
Sûrenin başından bu kümenin sonuna kadarki kısmının Benî Nadîr’in sürgün edilmesi olayının bitiminden sonra nâzil olduğu anlaşılmaktadır. Burada şimdiki veya geniş zaman kullanılmış olması Kur’an’da benzerlerine rastlanan bir üslûp olup bu âyetlerin olaydan önce inmiş olduğunu göstermez (İbn Âşûr, XXVIII, 98-99; Derveze, VIII, 220-221). Bununla birlikte bu kısmın münafıkların gizli muhaberelerini Resûlullah’a bildirmek üzere olay sırasında inmiş olması da ihtimal dışı değildir. Elmalılı –özellikle şimdiki zaman kullanılmasından hareketle– bu ihtimali tercih etmektedir (VII, 4855-4856). Öte yandan, özellikle 11 ve 12. âyetlerde yer alan şart cümleleri dolayısıyla hatıra gelebilecek sorulara cevap olmak üzere birçok müfessirin belirttiği üzere, burada bire bir muayyen bir olayın tasvirinden çok münafıkların ve sözlerine sadakat göstermeyen yahudilerin karakter yapılarıyla ilgili genel bir anlatımın söz konusu olduğu da göz ardı edilmemelidir.
“Yandaşlar” diye çevirdiğimiz 11. âyetteki ihvân (kardeşler) kelimesinin “inkâr eden” sıfatıyla birlikte kullanılmış olması, münafıklarla yahudilerin bazı inançlarda kesiştiklerini göstermektedir. Buna göre “Ehl-i kitap’tan inkârcı yandaşları” diye çevrilen ifade, bu iki kesimin, Hz. Muhammed’in peygamberliğini inkâr hususunda birleştiklerini belirtmektedir (İbn Âşûr, XXVIII, 99).
12. âyetin son cümlesinden 15. âyetin sonuna kadar özne ve tümleç olarak yer alan “onlar” zamirleriyle yahudilerin ve bunlarla iş birliği yapmaya kalkışan münafıkların birlikte kastedilmiş olması muhtemeldir; fakat bu kısımdaki tasvir yahudilerin durumuna daha uygun düşmektedir.
13. âyette onların Allah’tan çok müslümanlardan korktuğu belirtilirken “yüreklerinde” kaydının konması, bazı müfessirlerce, bu konuda da iki yüzlü davrandıklarına delâlet bulunduğu şeklinde yorumlanmıştır. Buna göre anlam şöyle olmaktadır: Onlar derin bir Allah korkusu taşıdıkları izlenimi verirler, halbuki gerçekte sizden korkmaktadırlar. Fakat bu cümleyi “Onlar kendilerine cesur görüntüsü veren kimseler oldukları için size karşı taşıdıkları korkuları gizlerler; ama yüreklerinde size karşı büyük bir korku taşımaktadırlar” şeklinde yorumlamak da mümkündür (Zemahşerî, IV, 83). Âyetin sonunda “anlayışı kıt bir topluluk oldukları”nın ifade edildiği göz önüne alınırsa, asıl maksadın söz konusu kimselerin Allah’tan çok insanlardan korktuklarını hatırlatıp müminlerden kısa vadede gelebilecek zararı hesap ettikleri halde ileride Allah’ın kendilerine vereceği cezayı göz ardı etme basiretsizliklerini eleştirmek olduğu söylenebilir (İbn Atıyye, V, 289).
14. âyetin “Onların topu birden sizinle, ancak müstahkem yerlerde ve siperler ardında olduklarında savaşırlar” diye çevrilen kısmını, ilgili yorumlar ışığında şu iki şekilde açıklamak mümkündür: a) “Onlar toplu haldeyken bile sizinle, müstahkem yerlerde ve siperler ardında olmaksızın savaşa girmezler”; b) “Onlar ittifak edip sizinle birlikte savaşmazlar, her bir grup kendi kalesinde, güvenli bölgesinde savaşabilir.” Burada geçen ve “topu birden” diye tercüme edilen cemîan kelimesi ve cümle içindeki rolü hakkında yapılan farklı yorumlardan çıkan ortak sonuç şudur: Müslümanlar münafıkların ve ahidlerini bozan yahudilerin blöflerine aldırış etmemelidir; zira onlar bütün şartlarda savaşı göze alacak cesaret ve özveri duygusuna ve müşterek bir gaye uğruna canlarını feda edebilecek imana ve ruha sahip değildirler; böyle bir birlik ruhu içinde değil, sadece kendilerini sağlama alabildikleri durumlarda veya bulundukları mevzide kendilerini korumak üzere savaşırlar (Râzî, XXIX, 289-290; İbn Âşûr, XXVIII, 104-105). Yine bu âyette geçen be’s kelimesi “güç, azap, sıkıntı, kuvvetli muharebe ve çekişme” gibi mânalara gelmektedir ve âyetin, “Kendi aralarındaki gerginlik ve çatışma şiddetlidir” diye çevrilen kısmı için buradaki bağlama göre değişik açıklamalar yapılmıştır, bunların başlıcaları şunlardır: a) Aralarında gönül bağı yoktur, birlik beraberlik ruhundan yoksundurlar, gerçekte birbirlerine düşmandırlar. Âyetin devamı bu mânayı destekler niteliktedir. b) Onların güç ve cesaretleri birbirlerine karşıdır; müminlere karşı savaşacak olsalar aynı kuvvet ve cesareti koruyamazlar. c) Onlar kendi aralarında savaş konusunu hararetli biçimde tartışırlar, güçlü olduklarından söz ederler ama bu, sözden öteye geçmez; iş ciddiye binince siperlerin arkasına siner kalırlar (Râzî, XXIX, 290). Bu âyette, bir toplumun birlik ve beraberlik ruhu içinde olmaması durumunun “aklını iyi kullanmamaları” gerekçesiyle açıklanması, toplumsal dayanışmanın sırf duygu bağları temeline değil aynı zamanda rasyonel esaslar üzerine dayalı olabileceğini göstermesi bakımından dikkat çekicidir. Nitekim Hz. Peygamber Medine’ye hicret ettiğinde oradaki muhtelif sosyal gruplarla karşılıklı hak ve vecîbeleri düzenleyen bir hukukî metin hazırlayıp ilgililere imzalatmış, bu taahhütlere uyulduğu sürece –farklı inanç gruplarından oluşmasına rağmen– Medine toplumu huzur ve güven içinde olabilmişti (bk. Mehmet Akif Aydın, “Anayasa”, DİA, III, 153-154).
Bazı müfessirler 15. âyette geçen “kendilerinden az öncekiler” anlamındaki ifadeyle, Bedir Savaşı’nda perişan olan müşriklerin durumuna atıfta bulunulduğu kanaatindedirler. Fakat bu savaş sonrasında ahidlerini bozmaları sebebiyle Medine’den sürgün edilen Benî Kaynuka‘ yahudilerinin durumunun kastedilmiş olması ihtimali daha kuvvetli görünmektedir. Şöyle ki, Bedir Savaşı sonrasında Benî Kaynuka‘ mensupları müslümanları çekemedikleri için Hz. Peygamber’le aralarındaki antlaşmayı ihlâl edici konuşmalar yapmaya başlamışlar ve bu tavırları sebebiyle Resûlullah tarafından uyarılmışlar, ama onlar Hz. Peygamber’e küstahça bir cevap vermişlerdi (bk. Âl-i İmrân 3/12). Nihayet bir gün Medine çarşısında kuyumculuk yapan bu kabileye mensup bir esnafın müslümanlardan bir hanımın iffetine dokunan ve onu aşağılayan eylemi bardağı taşıran damla oldu. O esnaf oradan geçen bir müslüman tarafından öldürülünce antlaşmayı feshettiklerini açıkça ilân edip kalelerine kapandılar ve savaş haline girdiler. Müslümanlar tarafından yapılan kuşatma sonunda teslim oldular ve sürgün edildiler (ayrıca bk. Enfâl 8/55-57). Burada münafıkların ve geçmiş ümmetlerdeki benzerlerinin kastedildiği yorumu da yapılmıştır. Ancak İbn Atıyye bunun mâkul bir yorum olabilmesi için Hz. Mûsâ dönemi gibi nisbeten yakın bir zaman olarak düşünülmesi veya “az önce”yi “tatma”nın zarfı olarak kabul edip bu cümleye, “Onların durumu kendilerinden az önce cezalarını tadanların durumu gibidir” şeklinde mâna verilmesi gerektiğini belirtir (V, 290).
16. âyette iki yüzlülük ederek insanları kandıran münafıkların bu yöntemi şeytanın insanı doğru yoldan saptırırken uyguladığı taktiğe benzetilmiştir (ayrıca bk. İbrâhim 14/22). Ama –17. âyette belirtildiği üzere– bu ilişkide kendisine uyulan gibi uyanın da sonu ateştir; çünkü kendisine verilen irade gücünü doğru istikamette kullanmamıştır. Şu halde –burada söz konusu edilen olayda– münafıklar yaptıkları tahriklerin karşılığını görmeye, aynı şekilde yahudiler de münafıklara uymanın sonuçlarına katlanmaya mahkûmdurlar; benzer durumlar da buna göre düşünülmelidir (buradaki benzetmeyi muayyen bazı kişilerin yaptıklarıyla açıklama örnekleri için bk. Taberî, XXVIII, 49-50; Elmalılı, VII, 4861-4863).
Müminler imanlarının gereği konusunda nefis muhasebesi yapmaya çağırılmakta, Allah’ı unuttukları için kötü âkıbete duçâr olanların durumuna düşmeme uyarısı yapılmakta, bu dünyada insanlara diledikleri yolu seçme özgürlüğü verilmiş olmasının onların sınanması amacına bağlı olduğu ve burada yapılıp edilenlerin cennet ve cehennem şeklinde birbirine zıt iki karşılık bulacağı hatırlatılmaktadır.
Hemen bütün milletlerin edebiyatlarında heybetin, sağlamlığın ve yüksekliğin sembolü olarak yer alan ve yeryüzünde başı göğe değen yegâne coğrafî unsur gibi düşünüldüğünden insanların tasavvurlarını çokça etkilemiş olan dağ motifi üzerine kurulu bir temsile yer verilmektedir. Âyetin sonunda belirtildiği üzere burada herkesin anlatılmak istenen mânayı kolayca kavrayabilmesi için somut bir örnekten yararlanılmıştır; asıl amaç, Kur’an’ın içerdiği mesajın önemini ve ona muhatap olan insanın ne büyük sorumluluk altında bulunduğunu vurgulamaktır. Bu örnekle ilgili açıklamaları şöyle özetlemek mümkündür: Şayet bir dağa insana verildiği gibi şuur verilmiş olsaydı o heybet timsali eğilmez dağ bile Allah’ın sıfatlarını bilmenin ve sorumluluk duygusunun sonucu olarak O’nun azameti, kudreti ve evrendeki mutlak egemenliği karşısında sonsuz bir saygıyla eğilirdi; ama bununla kalmaz, O’na kulluk etmek için kendini parçalardı. İnsanlar ise genellikle omuzlarındaki yükü hissetmemek için direnmekte ve gaflet içinde ömürlerini tüketmektedirler. Burada dikkat çeken bir husus, yine âyetin sonunda ifade edildiği üzere, bu örnekten sonuç çıkarmanın da yine insana, daha doğrusu onun muhakeme yeteneğini kullanmasına bağlı olmasıdır (benzer bir temsil için bk. Ahzâb 33/72; Kur’an’ın âyetleri üzerinde düşünme gereği hakkında bk. Sâd 38/29).
Kulluk bilincine erişmiş olanların taşıması gereken Allah korkusuna değinen 21. âyetin açıklaması mahiyetindeki bu âyetlerde bile önce Allah Teâlâ’nın birliğine, sonra ilminin sınırsızlığına, hemen bunların ardından da rahmet ve şefkatinin enginliğine yer verilmesi, Yüce Rabbimizi diğer isim ve sıfatlarını da unutmadan, ama her şeyden önce sevgi, şefkat ve bağışlayıcılık nitelikleriyle düşünmemiz ve bizim de bütün yaratılmışlara karşı bu tavrı öncelememiz gerektiğini gösterme açısından dikkat çekicidir.
a) Melik: Egemenliğin mutlak sahibi, görünen ve görünmeyen âlemlerin yegâne mâliki, b) Kuddûs: Her türlü eksiklikten uzak, mutlak kemal sahibi, yaratılmışların tasavvur ve tasvirine sığmaz, kutsî, c) Selâm: Esenlik kaynağı, esenlik veren, selâmete çıkaran,
d) Mü’min: Güven sağlayan, kendisine güvenilen, vaadine itimat edilen, gönlünü imana açanlara iman veren, kendisine güvenenleri korkudan emin kılan, e) Müheymin: Görüp gözeten, yöneten ve denetleyen, evrenin mutlak hâkim ve yöneticisi, f) Azîz: Üstün, yenilmeyen, mutlak güç sahibi, yegâne galip, izzet ve şanın asıl sahibi ve kaynağı,
g) Cebbâr: İradesine sınır olmayan, murat ettiğini her durumda icra edebilen, hükmüne ve etkisine karşı direnilemeyen, yaratılmışların halini iyileştiren, yaraları saran, dertlere derman olan, erişilemez, yüceler yücesi, güç ve azamet sahibi, h) Mütekebbir: Büyüklüğü apaçık olan, azametini ortaya koyan, büyüklük ancak kendisine yaraşan, büyüklükte eşi olmayan, ı) Hâlik: Takdir ettiği gibi yaratan, i) Bâri’: Örneği olmadan yaratan, yaratmanın bütün evrelerindeki inceliklerin asıl kaynağı, j) Musavvir: Biçim ve özellik veren, yarattıklarının maddî ve mânevî, duyularla algılanan ve algılanamayan bütün şekil ve hususiyetlerini belirleyen, k) Hakîm: Bütün işleri ve buyrukları yerli yerince olan, hüküm ve hikmet sahibi.
Sûre –ilk âyetinde olduğu gibi– göklerde ve yerde bulunanların hepsinin Allah’ı tesbih ettiği, O’nun azîz ve hakîm olduğu belirtilerek sona ermektedir.