Günümüzde yılbaşında kutlamanın Noel değil yeni yılın gelişi olduğu savunulur. Görülen o ki bunun arkasında başka bir kültürü, eğlence tarzına kadar taklit etme ve öykünme güdüsü yatmaktadır.
“Bugün İstanbul’un her yerini ahlaki çöküş ve keyif düşkünlüğü sarmış; kendi toplumsal değerlerimize ve milli özelliklerimize karşı derin bir düşmanlığa karşın Batı’nın toplumsal esaslarına ve milli adetlerine büyük bir hayranlık doğmuştur. Milli ve İslami olan her adet ve kural hor görülmekte, yok edilmeye mahkûm edilmektedir. Batılı olan her kural ve adet ise güzel görülmekte, kabulü kesin ve zorunlu sayılmaktadır.”
Yukarıdaki sadeleştirilmiş ifadeler İstiklal Şairimiz Mehmet Akif’in başyazarı olduğu Sebilürreşad dergisinin 8 Ocak 1925 tarihli nüshasından. Bu sözler o dönem henüz kapısına kilit vurulmamış muhalif çizgideki gazetelerin -bugünden tam 100 yıl önce- 1 Ocak 1925 yılbaşı gecesindeki İstanbul’daki manzaraya karşı verdiği tepkilerin sadece bir kısmı.
Peki, ne oldu da sadece birkaç yıl önce dini değerler esasında bir araya gelip düşmanı Anadolu’dan kovanlar, kendi değerlerinden nefret eder hale gelirken Hristiyanların dini bayramlarının kapitalist eğlence anlayışına uydurularak yozlaşmış biçimini taklit eder oldular? Bu elbette teferruatlı cevaba muhtaç bir soru. Fakat bu yazıda Müslüman Türkler arasında topluca yılbaşı kutlama pratiğinin bilinen ilk örneği üzerinden bazı muhtasar cevaplara ulaşmaya çalışacağız.
Osmanlı’da Noel yortusu ve yılbaşı Hristiyan cemaatleri tarafından kutlanırdı.
Millet sistemi gereği dini cemaatler esasında örgütlenen Osmanlı toplumunda Noel olgusu Hristiyan azınlık cemaatlerinin kutladığı dini bir bayrama tekabül ediyordu. Çeşitli hatıratlardan aktarılanlara göre Müslümanlarla gayrimüslimlerin uzun yıllar beraber yaşadığı mahallelerde Noel haftalarında Hristiyanlar kendi bayramlarına özenle hazırlanıp neşe içinde kutlarlarken Müslüman komşularına da hediyeler dağıtırlardı.
1902 doğumlu eski milletvekillerinden Hasene Ilgaz’ın anlattıkları bu bakımdan dikkate değer: “Bizim neşelendiğimiz, sevindiğimiz günler, dini bayramlardı. Bizim için, yılbaşı diye bir olay yoktu. Yalnız, yılbaşının yaklaştığını, bizden olmayan dostlarımızın -ekalliyetlerin- yılbaşı için yaptıkları hazırlıklardan ve evimize gönderilen hediyelerden anlardık. Kabukları renk renk boyanmış yumurtalar, yılbaşı çörekleri, kokular, lavanta çiçekleri, bu gönderilen hediyeler arasındaydı.”
Batı'nın her yönüyle taklit edilmesiyle modernleşile-bileceği inancı nasıl doğdu?
Topraklarımızdaki modernleşme olgusu Osmanlı’nın kaybettiği askeri ve siyasi üstünlüğünü yeniden kazanma çabalarıyla başlayıp bugüne kadar gelen dönüşümler silsilesidir. Bu dönüşümlerin en önemlisi ise zihniyet boyutunda yaşanmıştır. Kabaca Tanzimat’tan II. Meşrutiyet’e dini, geleneksel ve kültürel ögelerle çatışmayan bir modernleşmenin uygulanmaya çalışıldığını görüyoruz. II. Meşrutiyet sonrası ise canlanan basın yayın hayatında sesi daha gür çıkan bir akım dikkat çekiyor. O dönemin tabiriyle “Garpçılık” yani Batıcılık akımı. Aslında İslâmcılık dâhil dönemin bütün fikir cereyanları bir ölçüde Batı’dan etkilenmekte. Fakat Batıcılık akımı hakiki bir modernleşmenin Batı’yı kültür ve teknik diye ayırmadan tümüyle taklit etmekten geçtiğini düşünüyor. Sonradan doğacak modernleşme eleştirisi de haklı bir biçimde bu ayrımın yanıltıcılığına vurgu yapmıştır fakat bu başka bir bahis konusu.
Garpçılık cereyanının İçtihat dergisi çevresinde Abdullah Cevdet, Celal Nuri ve Kılıçzade Hakkı gibi isimlerle temsil edildiğini görüyoruz. II. Meşrutiyet yıllarında toplumsal temsili ve siyaseti belirleme gücü oldukça kısıtlı olan bu akımın bizi ilgilendiren kısmı Cumhuriyet’in kurucu kadrosunun düşünceleri üzerinde yaptığı önemli tesir. Mustafa Kemal Atatürk başta olmak üzere dönemin birçok idarecisinin İçtihat dergisindeki Batıcı düşüncelerden, aynı çevrenin tercüme ettiği Büchner’in Madde ve Kuvvet eseri gibi din karşıtı popüler bilim kitapları ve Dozy, Caetani gibi azılı oryantalistler tarafından yazılan menfi İslam Tarihi kitaplarından etkilendiği biliniyor.
Değerler uğruna verilen savaş kazanıldı ancak değerler terk edildi
Bu etkilenmenin Milli Mücadele yıllarında paranteze alındığı ve savaşın İslâmi değerler esasında verilen bir mücadeleyle kazanıldığı, söz konusu dönem üzerine yapılan önemli çalışmaların ortak kabulü. 1919-1923 arasındaki dini ve çoğulcu havanın 1923 yazından itibaren tersine dönmesi ise bu mücadeleye dini, kültürel ve geleneksel değerler uğruna destek veren kesimlerde büyük bir hayal kırıklığı doğurmuştur. Birinci Meclis kapatılmış, muhalefet ve basın baskıyla susturulmuştur.
1924’te Hilafetin ilgası ve Medreselerin kapatılması ise bambaşka bir mecraya girildiğinin net göstergeleriydi. Kim bilir belki de bazı devlet adamlarının da iştirak ettiği 31 Aralık 1924 gecesindeki yılbaşı eğlencesinde radikal Batılılaşma hamlesinin önündeki engellerin kaldırılması da kutlanıyordu. Nitekim 1925 yılında gerçekleşen tekke ve türbelerin kapatılması, şapka ve kılık kıyafet inkılabı gibi reformlar ile devam eden yıllarda dozu artan katı modernleşmeci hamleler bu kanaati doğrular niteliktedir.
Cumhuriyet sonrası ilk yılbaşı kutlaması miladi takvimin kabulünden önceydi
Miladi takvimin devletin resmi takvimi olması 26 Aralık 1925 tarihli “Takvimde Tarih Mebdeinin Tebdili [başlangıcının değiştirilmesi] Hakkında Kanun” ile gerçekleşti. Bu kanunun kabulünden hareketle Cumhuriyet devrindeki ilk yılbaşı kutlamasının 1 Ocak 1926’da yapıldığı iddiası kabul görmüştür. Fakat daha geniş bir tarih aralığının basın arşivi tarandığında ilk yılbaşı kutlama haberlerinin 1 Ocak 1925’e ait olduğu görülmekte.
Yani henüz miladi takvim dahi kullanılmıyorken kabul edilmeyen bir yeni yılın gelişinin kutlanması oldukça ilginç bir hadise. Günümüzde Noel kutlanmasının o dine yahut kültüre has bir olgu olduğu eleştirisi genelde kutlananın Noel değil yeni yılın gelişi olduğu savunularak geçiştirilmeye çalışılır. Esasında eleştirilen alkol ve kumarın meşru bir “eğlence biçimi” olarak uygulanması ve Müslümanlar açısından başka bir kavme benzeme hadisesinin sakıncalarıdır. Görülen o ki daha miladi takvimin dahi kullanılmadığı günlerde yılbaşı kutlanmasının arkasında da başka bir kültürü eğlence tarzına kadar taklit etme ve öykünme güdüsü yatmaktadır.
''Kim bir gün İstanbul'da da Hristiyan gelenekleriyle yılbaşı kutlamanın kabul göreceğini düşünebilirdi?''
1925’in yılbaşı kutlamaları, Müslüman Türkler arasında daha önce örneği görülmeyen sahnelere şahit olunduğu için çok ses getirmişti. O dönem İstanbul’da yayın yapan fakat 5 Mart 1925’te Takrir-i Sükûn yasası gereği kapatılacak olan gazeteler konuyu etraflıca ele almıştı. Muhalif basından son sesler olarak da yorumlanabilecek bu haberlerden birkaçını alıntılayarak konuyu izah etmeye çalışalım: “Kim bir gün İstanbul’da da Hristiyan gelenekleriyle yılbaşı kutlamanın kabul göreceğini düşünebilirdi? Ancak bugün, o kimsenin tahmin edemediği, anlam veremediği bu durum gerçekleşti. Yılbaşının ertesi günü çıkan gazeteler, Beyoğlu’ndaki kutlamalara kadın, erkek ve her sınıftan birçok Türk Müslüman’ın da katıldığını yazdı. Demek ki Hristiyan geleneği bu yıldan itibaren burada da uygulanacak! Misyoner kurumları bir hedeflerine daha ulaşmış oldular.”
Medreseleri kapatan bakan yılbaşı çekilişinden bir baba hindi kazanmıştı
Ünlü ailelerin, milletvekillerinin hatta eski bir bakanın yılbaşı kutlamalarına iştirak ettiği dönemin basınına yansımıştı. Bu kişi Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile 3 Mart 1924’te Milli Eğitim Bakanlığı’na devredilen medreseleri 6 Mart 1924’te Bakan olup aynı gün kapatan Vasıf Çınar’dan başkası değildi. Çınar, İstiklal mahkemelerinde savcılık da yapmış ardından 50 arkadaşıyla birlikte Tevhid-i Tedrisat kanun teklifini vermiş ve tekliften 3 gün sonra Bakan olur olmaz “Bakanlığa bağlı okullarda meslek dersleri okutulamayacağı, bunun öğretimin birleştirilmesi ilkesine aykırı olacağı” gerekçesi ile tüm medreseleri kapatmıştır. Vasıf Bey’in çekilişten bir baba Hindi kazandığı, bu esnada ortamdakilerin gulu gulu şeklinde ses çıkardığı basına yansıyan garip anekdotlar arasındadır. “Tokatlıyan, Pera Palas otellerinde gece sabaha kadar dans edilmiş ve geç vakit müşterilere hediyeler dağıtılmıştır. Bu balo ve danslara iştirâk edenler arasında İstanbul’un birçok büyük Türk âileleri de mevcûd idi. Genç kızlar saat on ikide eski seneyi parçalayıp yeni seneye girildiğini gösteren levhalar tertîb etmişlerdi. Birçok yerlerde meşhur zevât, meb’ûslar mevcûd idi. Herkes yeni sene şerefine zevk ediyordu.” “Garden Bar’da gece yarısından üç saat sonrasına kadar süren eğlencelerin ardından müşterilere yılbaşı hediyeleri dağıtıldı... Örneğin, ilk hediye olarak locada arkadaşlarıyla oturan eski Milli Eğitim Bakanı Vasıf Bey’e bir baba hindi isâbet etti. Hindinin çıktığını gören bardaki halk ve kadınlar uzun müddet guluvv.. guluvv.. diye bağırdılar.”
Tevhid-i Efkâr gazetesindeki “Garbı Taklid” başlıklı yazıdan
Son alıntı ise hem başlığı hem de içeriğiyle dönemin manzarasını ve gidişatı yansıtması açısından mühim: “Türk ve Müslüman adetleri yavaş yavaş ortadan kalkıyor, yerini Batı ve Hristiyan gelenekleri alıyor. Kendi yeni yıl anlayışımızı unutuyor, onların yılbaşını kutluyoruz. Kendi kutsal gün ve gecelerimizde büyüklerimizin ellerini öpmek gibi güzel adetlerimizi terk ediyor, Batılıların ahlaksızlık mekânları olan barların karanlığında öpüşmek gibi utanç verici adetlerine katılıyoruz.”
Tarihsel sürecin özeti ve kutlamalara dair alıntılardan sonra başlıktaki soruya dönelim. Cumhuriyet'in ilk yıllarındaki modernleşme anlayışı radikal Batıcılık akımının ilkelerinden hareket eden, kendi din, gelenek ve adetleriyle kavgalı, Batı’nın eğlence anlayışına kadar taklit edilmesiyle gelişileceğini varsayan hatalı bir anlayışa dayanıyor. Kaldı ki bu taklit Hristiyan dini geleneklerinin de yozlaşarak kapitalizme hizmet eder hale getirilmesiyle ortaya çıkan bir biçimin taklidi. Nitekim ülkemizde tek partili yılların sona ermesi ve dünyada da İkinci Dünya Savaşı'nın yıkıcı sonuçlarıyla yüzleşilmesiyle bu dışlayıcı modernleşme anlayışının terk edilmeye başlandığını görüyoruz. Bireye sirayet eden yılbaşı kutlama pratikleri ise elbette şahsi tercih olarak değerlendirilmeli fakat bu pratiğin dayanakları yani yukarıda işaret edilen dini, tarihsel ve ekonomik kökenleri de reddedilmemelidir.