'Bu dağlar mekânın duygusunu yansıtır. Kıble Kayası (Taşkent'in en yüksek kayalığı) bizim evden böyle heybetli görüldüğü zaman, oraya bakarak kâinatı düşünürdüm. Tabiatı, doğa bilincini ve evrenin yaradılışındaki sırları ve birçok şeyi ilk kez, özellikle karanlıkta bu heybetli kayalıkların arasından geçerken tefekkür etmişimdir. Bütün bunların içinde bir kişi olarak kendi ben'inizi idrak edersiniz ve bu ben idrakinin arkasındaki gücü aramaya başlarsınız.'
Şüphesiz Ahmet Davutoğlu'nun kişiliğini, ruhunu, tarih-coğrafya bilincini şekillendiren en önemli mekân; doğduğu yer Taşkent'tir. Toros dağlarının zirvesindeki bir Türkmen kasabasında, yaşatılan yüzlerce geleneğin içine doğmuştur bilge adam. Konya'ya yakın mesafede olan bu ufak belde, Orta Asya'dan Anadolu'ya göçün duraklarından biri. Dolayısıyla doğumdan, ölüme, evlilikten, bayramlaşmaya kadar hayatın her anında göçebe kültürünün etkisi var.
Anadolu'da misafirperverlik zaten çok önemli ve ayırdedici bir özellik iken; üstüne bir de Torosların eteklerinde dolaşan göçerler eklenince, zamanla Taşkent'te insan ağırlamak bambaşka bir kültür haline gelmiş. Göçerlerin Taşkent'te misafir edildiği evlerden birisi; ailesine ait olan "Davutlar odası". Davutoğlu, "oda" geleneğini şöyle anlatıyor, "Hatta bizim ailede bunun bir de sonradan kaybolan vakıfnamesi varmış. O misafirhaneye bakmak da erkek evladın sorumluğundadır. Erkek evlat orayı devamlı açık tutacak, sürekli temiz olmasını sağlayacak ve kim gelirse gelsin tanrı misafiri olarak kabul görecek, yatacak. Misafir yemeğini odada yiyecek. Evin büyüğü de oralardaysa misafire yemekte eşlik edecek. Böylece evde yenilen yemek ile odada ikram edilen yemeğin aynı olduğu gösterilmiş olacak. Ayrıca misafirin diğer durağına kadar olan erzağını da kendisine temin etmek zorundasınız. Bunlar oda geleneğinin şartlarındandır."
Gelenek bugün hâlen devam ediyor. Tek erkek evlat olarak Davutlar odasının sorumluluğu, Ahmet Davutoğlu'nun üzerinde. Taşkent'te görevlendirdiği bir kişi odayı sürekli temizliyor ve açık tutuyor. Biz de böylece; yıllar sonra Suriye'deki içsavaş hasebiyle yerinden yurdundan olan mazlumlara karşı gösterilen derin hassasiyetin ve hasbi duyguların ana kaynağını öğrenmiş oluyoruz...
Davutoğlu'nun kendi deyimiyle hayatındaki her şeyi borçlu olduğu kişi, babası Mehmet Bey. Zaten Davutoğlu, daha dört yaşındayken annesini kaybediyor. Bir süre sonra Mehmet Bey, Taşkent'in çevre köylerinden bir yörük kızıyla, Sefure Hanım ile evleniyor. Sefure Hanım, küçük Ahmet'i kendi çocuklarından hiç ayırmıyor. Bir kere olsun kendisine üvey muamelesi yapmıyor. Ahmet Davutoğlu'nun doğan ilk kızına, ikinci annesinin ismini vermesi işte bu minnetin ifadesinden kaynaklanıyor.
Mehmet Bey, tam bir Anadolu insanıymış. İmkânsızlıklardan dolayı okuyamamış. Ancak her hareketinde Anadolu ferasetinin hissedildiği biriymiş. Bu yüzden hayattaki tek derdi; evladını düzgün bir insan olarak yetiştirmek ve ilim sahibi olması için çabalamak olmuş. Sefure Hanım bu çabayı merhametiyle desteklerken, Davutoğlu'nun ninesi Hacıkızebe kadın da o meşhur dualarını biricik Ahmet'inden hiç eksik etmemiş: "Oğlunla ordu, kızınla oba olasın. Koç koç oğlanların ardına düşe, dünyalar ayaklarına gele, herkes sana akıl danışa". Bir gün dualarının kabul olduğunu görmeye maalesef ömrü vefa etmemiş.
Davutoğlu ailesi daha sonra Taşkent'ten ayrılıyor ve İstanbul Fatih'e yerleşiyor. O dönemki şartlar göz önüne alındığında; Fatih semti Taşkent'ten daha büyük ve daha kalabalık olması dışında pek bir fark arz etmiyor. Sıcak dostluk ilişkileri, yardımlaşma kültürü derken ailenin intibak süreci hızla tamamlanıyor. Bu arada Ahmet Davutoğlu öğrenimine, İstanbul Erkek Lisesi'nde yatılı olarak devam ediyor.
13 yaşındaki Ahmet, hayatındaki ilk önemli entelektüel ve siyasi çalışmalara burada başlıyor. Batı edebiyatı ve Batı düşünce sistemiyle de bu okulda tanışıyor. Bir yandan Goethe, Kafka, Brecht okurken; diğer taraftan Türk klasiklerini okumayı ihmal etmiyor. Ancak İstanbul Erkek Lisesi ve sonrasında kazandığı Boğaziçi Üniversitesi'ndeki hava, doğup büyüdüğü Taşkent'ten ve Fatih'ten çok daha farklı bir ortam getiriyor kendisine.. Davutoğlu, işte tam bu yıllarda kendisiyle yüzleşmeye ve Doğu-Batı kıyaslamaları yapmaya başlıyor. Bir yandan da idealizmini asla kaybetmiyor. Bu idealizm aynı zamanda onu teşkilatçı olmaya zorluyor. Böylece Davutoğlu, İstanbul Erkek Lisesi'ndeki mütedeyyin, kahir ekseriyeti Anadolu'dan gelen gençlerin lideri oluyor. Herkes onu kantinde masanın üstüne çıkıp haykıra haykıra okuduğu Sakarya Türküsü'nden tanıyor.
O dönem tanıştığı ve uzun yıllardır muhabbetini derinleştirdiği dostu Ali Pulcu, Ahmet Davutoğlu ile tanışmasını şöyle anlatıyor: "Öğrenci hareketlerinin yoğun olduğu bir dönemdi. Bir gece solcu öğrenciler, "eylem" adı altında yurttaki namaz kılan öğrencileri bulup darp etmeye başladılar. Köşeye sıkıştırılan öğrencilerden birisi de bendim. Etrafıma solcu öğrenciler toplandığında, bizi uzaktan izleyen pijamalı, gözlüklü birisini fark ettim. Olay sözlü münazaradan çıkıp fiili sataşmaya dönünce; o gözlüklü genç meseleye müdahale etti ve beni kalabalığın ortasından kurtardı.. Hoca ile tanışmamız böyle oldu."
Ahmet Davutoğlu, değer sahibi insanın üç ayağı olan bir sac ayağının üstünde denge tutturması gerektiği söyler. O üç ayağı; teorik, pratik ve ahlak oluşturur. Bilgi gerçek hayatta kullanılmadığı sürece sadece enformasyondur. Pratik teoriyle doldurulmadıktan sonra sadece slogandır. Her ikisi de meczedilmelidir. Ortaya çıkan sonucun ise kesinlikle ahlaki bir elbiseyle kuşatılması gerekir. Davutoğlu'nun pratik ile teoriyi eşit ağırlıkta devam ettirdiği yıllar Boğaziçi Üniversitesi'nde devam eder. Zaten hem İstanbul Erkek Lisesi hem de Boğaziçi Üniversitesi'nde aktif olarak katıldığı çalışmalarda yakınlaştığı insanlar ile ilişkisi bir zaman sonra başka bir anlam kazanacak ve buradaki dostlarıyla Bilim ve Sanat Vakfı'nı kuracaktır.
Kadim dostu BİSAV Başkanı Mustafa Özel bu anlamda belki de Davutoğlu'nu en iyi tarif eden isimdir: "Ben Davutoğlu'nun hayatını üç bölüme ayırıyorum. "Arayan adam" olarak; muallim olduğu dönem 1990lara kadar geliyor. Sürekli okuyan, varoluşunu anlamlandırmaya çalışan bir insan. Sonrasında "kurgulayan adam" dönemi. 1990lardan 2000lere kadar olan bu aralıkta; Davutoğlu muallimliğine devam etmekle beraber artık orjinal fikirler üretmeye başlıyor ve bunu etrafıyla başlıyor. Bu döneme aynı zamanda müceddid Davutoğlu dönemi diyorum. Sonrasında kurgulayan adamdan, "uygulayan adam" dönemine geçiyoruz. Bu da 2000lerden bu zamana kadar olan süreç. Burada da müellif Davutoğlu'nu gözlemliyoruz."
Ahmet Davutoğlu, Boğaziçi Üniversitesi'nde önce İktisat, hemen ertesi sene Uluslararası İlişkiler bölümlerinden mezun olur. Ardından Kamu Yönetimi'nde yüksek lisans yapar ve Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümünde doktorasını tamamlar. Kendisine Amerika da dahil olmak üzere birçok yerden ders verme teklifi olmasına rağmen, Çin-Hint kültürünü yakından görmek arzusuyla Malezya İslam Üniversitesi'ni tercih eder ve orada çalışmak üzere yurtdışına çıkar.
Burada Davutoğlu'nun hayatını kuşatan iki çok önemli özelliğe vurgu yapmakta fayda var.
Bunlardan birincisi; Hem akademik hem siyasi hayatına damga vuran mekân-zaman algısı. Davutoğlu için "şehir" kavramı, basit bir tarih sahnesinden ibaret değil. Kolektif bir akıl, kültür ve vicdanın yansıdığı mekân vurgusu onun için daha tanımlayıcı. Bu açıdan bakıldığında Davutoğlu, İstanbul, Roma, Medine, Bağdat, Kudüs, Şam gibi yerleri "eksen şehirler" olarak tanımlıyor. Ve zihinsel üretimini o şehirlerle alakalı olgular üzerinden yoğunlaştırdığında, bizzat o mekânlarda bulunmayı tercih ediyor.
Bu tutkusu İslam'ı incelerken ve varoluşunun anlamını keşfedip derinleştirmeyi istediğinde onu Hira Dağı'na, Musevilik'i araştırırken Tur-i Sina'ya, Budizm'i anlamaya çalışırken Nepal'deki tapınaklara yönlendiriyor. İslam ve Batı dünya görüşünün siyaset teorisi üzerindeki etkilerini incelediği "Alternatif paradigmalar" başlıklı doktora tezini, piramitlerin en küçüğü olan Mikonos'un tepesinde gözden geçirmesi de bu yüzden. Amerika'dan teklif olmasına karşın, Çin-Hint kültürünü daha yakından inceleyebilmek için Malezya'yı tercih edişi ve Kuala Lumpur'daki Çin mahallesinde ev tutuşu da aynı sebepten.
"Nerede yaşamak istersiniz?" sorusuna verdiği cevap işte bu yüzden kuru birkaç şehir isminden ibaret değil: "Her sabah kalktığımda güneş doğarken Kudüs, Medine ve İstanbul'un tarihi silüetini aynı anda görebileceğim bir mekânda."
Davutoğlu'nun bir diğer baskın özelliği ise hem akademik hem siyasal hayatında tek konuda uzmanlaşmanın basitliğinden korkması. Kendisi bu tavrının sebebini şöyle açıklıyor; "Uzmanlaşma ve analitik düşünce gereklidir. Ancak bu yaklaşım sizi diğer araçlardan uzaklaştırıyorsa, aynı zamanda sizi fakirleştiriyor demektir. Dolayısıyla ben bunları farklı alanlarda görmem."
Bu yaklaşım okumalarını ve çalışmalarını farklı disiplinlere yaymasına sebep olmuş. Dinler tarihi bilgisi olmadan uluslararası ilişkilerin anlaşılmayacağını, felsefe ve batı düşüncesini bilmeden modern siyaset biliminin anlamlandırılamayacağını savunmuş. Bu düşünceler sonucunda Batılı bir akademisyen olmayı sıkıcı, Doğulu bir akademisyen olmayı ise heyecan verici bir serüven olarak görmüş.
Malezya dönüşü başvurduğu üniversitelerden birinin jüri mülakatında yaşananlar bu anlamda oldukça çarpıcı. Jüri başkanı, Davutoğlu'nun, Balkanlar, Ortadoğu gibi bölge çalışmalarının yanı sıra İslâm Düşünce Geleneğinin Oluşum Süreci gibi makalelerinin de olduğunu görmesi üzerine "siz farklı alanlarda çalışmışsınız ama biz belli bir alanda uzmanlaşmış birisini arıyoruz" der. Davutoğlu'nun verdiği cevap her şeyi özetler nitelikte: "Bakın. Yazdıklarımı tenkit edebilirsiniz. Ama bu yaptığınız bana meydan okumadır. Siz şunu demek istiyorsunuz, çok alanda çalışmışsınız ama hiçbir şey yapmamışınız! O hâlde ben de size meydan okuyorum. Sizin bir Balkan uzmanınız var. Kendisinin Balkanlar ile ilgili yazdıklarını bir zarfın içine koyup, kapatın. Benim yazdıklarımı da o zarfın içine koyun ve uluslararası hakeme gönderin. Aynı şeyi Ortadoğu ve diğer makalelerimin tamamı için uygulayın. Eğer altı farklı uzmanlık alanından bir tanesinde bile, ilgili uzmanların yazdığına benimkinden daha iyi rapor gelirse; ben sizden özür dileyeceğim." Bu meydan okumadan sonra konuşma jüri başkanının itirafı ile sona erer; "Ahmet Bey açık konuşayım. Biz burada bir ekibiz ve sizin bu ekiple uzlaşabileceğinizi düşünmüyoruz."
Davutoğlu'nun çalışmaları sonraki yıllarda Beykent Üniversitesi ve Harp Okullarında devam eder. Ve bu sırada hayatındaki akışın yönünü değiştirecek en önemli eserini yayınlamaya karar verir: Stratejik Derinlik. Kitap yayınlanır yayınlanmaz hem akademik camiada hem de diplomasi çevrelerinde büyük yankı yaratır. Kitabın kısa sürede bu kadar etki oluşturması; tarihin belki de en yoğun değişimine sahne olan bir uluslararası çevrede, Türkiye'nin kendine yer bulma çabasına yaptığı muazzam katkıdır.
1995 yılında Marmara Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümünde öğretim görevlisi olan Davutoğlu bir taraftan da Yeni Şafak Gazetesi'nde günlük yazılar kaleme aldı. Avrupa'daki son toplu katliam alan Bosna Savaşı ve sonrasında yaşanan gelişmeleri, NATO'nun Kosova tavrını ve Türkiye'deki tükenen siyaseti mercek altına aldığı yazılarını 1999 yılına kadar sürdürdü Davutoğlu.
Davutoğlu, İstanbul Erkek Lisesi ve Boğaziçi yıllarından sonra pratik-teorik dengesini ikincisinin lehine kullanmış; kalıcı eserler bırakmanın diğer tüm şeylerden daha mühim olduğu kanaatini taşımıştı. Ancak tarihin akışı, Ak Parti'nin kuruluş süreci ve Recep Tayyip Erdoğan'ın risk alan liderliği; 'Hoca'yı gençlik yıllarındaki gibi pratisyen olmaya zorluyordu. Irak işgali, Kıbrıs sorunu ve AB süreci gibi çetrefilli konular arasında artık risk alıp, siyasete dışardan destek vermek yerine bizatihi müdahil olması yönünde baskılar başlamıştı. Özellikle uzun yıllardır dostluk hukuku bulunan Abdullah Gül Bey, "bu işin şakası yok" diyordu.
Bir yandan da bu durumu öğrenen arkadaşları kendisine, "Aman Ahmet. Durumlar çok karışık. Bu sorunlarla başa çıkabilmen mümkün değil. Parlak bir akademisyensin. Siyasal alana girip ismini kirletme. Sana yazık olur" minvalli telkinlerde bulunuyorlardı. Davutoğlu, hem vatana-millete hem de komşu ülkelere ve tüm coğrafyaya bir borcu olduğunu düşünüyordu. Aslında Stratejik Derinlik kitabı bu borç ödemesinin bir ifadesiydi. O teoriden başkalarının istifade edeceğini beklerken, kader bu sorumluluğu fiilen yaşama vakası ile kendisini karşı karşıya bırakmıştı.
Davutoğlu'nun Başbakan Başdanışmanlığı'na geliş süreci böyle bir iç hesaplaşmayla birlikte yaşandı. Soğuk Savaş'ın üzerinden 10 yıl geçtiğinde Türkiye'nin ortaya çizdiği tablo Davutoğlu'nun tanımlamasıyla şöyleydi, "Güçlü kasları olan, midesi boş, kalbi tekleyen, orta zekâ bir adam." Burada güçlü kaslar orduyu, boş mide ekonomiyi, kalbin teklemesi Kemalizm'in klasik korkuları ve milletten uzaklaşan devleti, orta zekâ stratejik düşünme becerisinin eksikliğini temsil eder.
Modern dönemde her büyük savaş sonrasında bir anlaşma yapılmış ve oyunun yeni kuralları belirlenmişti. 30 yıl savaşları sonrası Westfalya düzeni, Napolyon Savaşları sonrasında Viyana Kongresi ile oluşan yeni güçler dengesi, Birinci Dünya Savaşı sonrası Cemiyeti Akvam yapısı, İkinci Dünya Savaşı sonrasında Birleşmiş Milletler.. Ahmet Davutoğlu, Soğuk Savaş sonrasındaki dönemde de böyle bir düzenin oluşacağını fark etmişti. Bu sürecin diğerlerinden farkı; büyük savaşlar ve ölümler olmadığı için zamana yayılmış bir zeminin üzerine oturmasıydı. Türkiye'deki siyasal karar vericiler işte bu geniş zaman aralığında harekete geçmeyi ve yeni dünya düzeninde aktör olmayı tercih etmemişler; özellikle Berlin duvarının yıkılışından sonra geçen on yılı aşkın süreyi hoyratça harcamışlardı.
Davutoğlu, bütün bunları göze alarak ve iç muhasebesini tamamlayarak siyasete adım attı. Recep Tayyip Erdoğan ve Abdullah Gül ikilisinin kendisine gösterdiği güven bu noktada elini inanılmaz rahatlattı. Böylece Başbakanlık, Cumhurbaşkanlık arasında mekik dokumaya başladığı bir süreç başlamış oldu. Davutoğlu, sadece Başbakanlık ve Cumhurbaşkanlığı değil, MİT müsteşarlığı ve Genelkurmay Başkanlığı kademeleriyle de bilgi alış-verişi yaptığı derin ve çok katmanlı bir çalışmayı tek başına götürür. Kendisine istediği büyüklükte bir ekip kurabileceği söylenmesine rağmen, o var olan insan unsuruyla çalışmayı tercih eder. Böylece devletin her kademesinde kendisine karşı büyük bir saygı ve teveccüh oluşur.
Dışişleri Bakanlığı dönemi geldiğinde ise artık bambaşka bir çalışma temposu başlar. Bu dönemde Davutoğlu ailesi en küçük ferdinden, Sare Hanım'a kadar büyük fedakarlıklar yaparlar. Ankara yolunu tuttuğunda ikisi küçük, dört çocuğunu İstanbul'da anneleriyle bırakmak zorunda kaldı. O sırada küçük çocuklarından Hacer üç, Mehmet ise 6 yaşındaydı. Çocuklarını kendi deyimiyle "deli gibi seven" bir babaydı ve Ankara yıllarının ona en zor gelen yanı; evinden, çocuklarından ayrı kalmış olmasıydı.
"Düşünün gece 12'de yurtdışından bir turdan geliyorsunuz. Ankara'ya iniyorsunuz, herkes evine gidiyor. 20, 25, 30 yaşında çekilir de 45 yaşındasınız. Çocukları ben deli gibi severim, deli gibi.. Kendi çocuklarımı da, başka çocukları da. Ben hiçbir çocuğuma tek fiske vurmadım. Gece kaçta gelirsem geleyim, eve gelince sarılır onları öperim, onlar da kalkarlar bana sarılırlar. Ama şimdi geliyorsunuz, bomboş, ruhsuz bir yere giriyorsunuz."
Davutoğlu'nun özellikle bu dönemde kahramanı Sare Hanım'dır. Kendi deyimiyle evin Bakan'ı Sare Hanım, "bakılanı" ise Ahmet Davutoğlu'dur. Kendisi çok başarılı bir doğum uzmanı olan Sare Hanım bir yandan çalışmalarına devam ederken, diğer yandan evdeki büyük boşluğu çocuklarına hissettirmemek için yoğun çaba sarf etmektedir. Kendisiyle ilgili hiçbir isteği olmadığı gibi bir yandan da Ahmet Davutoğlu'nun yaptığı çalışmaların tamamında desteklemeye devam etmektedir. Böylece İstanbul'daki evi Ahmet Davutoğlu için artık sadece bir yuva değil, aynı zamanda Ankara'nın ve üstlendiği sorumluluğun gerginliğinden, streslerinden uzak kaldığı bir sığınak haline gelmiştir.
Böylece "müellif" Davutoğlu'nun başdöndürücü hızdaki çalışmaları tekrardan başlar. Bir yandan cari krizlerle, yeni açılımlarla ve ortaklıklarla ilgilenen Dışişleri Bakanı Davutoğlu; aynı zamanda Türkiye'nin uluslararası camiadaki konumu ve diplomatik işleyiş biçimi hakkında bir paradigma değişikliğine gitmek ister. Var olan sistem ve zihniyet Türkiye'nin hak ettiği oyun kurucu misyona ulaşabilmesi için yeterli değildir, eskidir. Böylece özgürlük-güvenlik dengesini gözeten, öok boyutlu ve çok kulvarlı ilişkiler aynı anda yürüten, ritmik diplomasi ile artık köprü değil merkez ülke olmaya çalışan ve komşularla sıfır problem üzerinden bölgeyle yüzyıl sonra yeniden ilişki kurmaya çalışan bir Türkiye'nin adımları atılmaya başlandı.
Davutoğlu'nun bu açılımları ve yeni düzenlemeleri hem Türkiye'de hem uluslararası alanda ilgiyle izlendi. Teoride eksiksiz duran öngörüler bir bir pratikte gerçekleşmeye başladı. Farklı ülkelerle ortak Bakanlık toplantıları, kalkan vizeler, onlarca ikili görüşme, artan ticari hacim, neredeyse her krizde üstlenilen arabuluculuk rolü ve daha onlarca yeni çalışma.. Türkiye bu dönemde yumuşak gücüyle ve ikna edici diplomatik ağıyla aslında eskiye dair bütün önyargılarını kırdı, özgüvenini geliştirdi ve Soğuk Savaş sonrası dönemde ilk defa yeni kurulacak düzende "ben de varım" dedi. Öyle ki; ABD Dışişleri Bakanlığı'nın Avrupa ve Avrasya'dan Sorumlu Bakan Yardımcısı Philip Gordon, "Nereye gitsem, Davutoğlu buradan yeni ayrıldı diyorlar" demişti. Türkiye Soğuk Savaş sonrası harcanan on yılını telafi etmek için var gücüyle çalışıyordu.
Başbakan Başdanışmanlığı görevini sürdürürken, Hoca'nın Iraklı Sünni grupları seçime girmek için ikna etmeye çalıştığı bir toplantıdan bahsedilir. Konuşmanın tam ortasında, onu dinleyen Iraklılar arasında en köklü Sünni aşiretlerden birinin lideri kalkar ve şunları söyler, "Bu adamı dinleyeceksiniz! Bu adam, evet bu adam tam bir Bağdatlı gibi konuşuyor."
Davutoğlu Bağdatlıydı. Dışişleri Bakanlığı sürecinde aynı zamanda Gazzeli, Şamlı, Saraybosnalı, İsfahanlı, Kosovalı, Kudüslü olduğunu gösterdi. Ve dışişleri politikasının en üst düzey karar vericisi olarak siyasetini buna göre belirlemeye çalıştı.
Sonrasında gelişen Arap Baharı süreci, Mısır'da önce Mübarek rejiminin sonra da seçimle işbaşına gelmiş Muhammed Mursi'nin darbe ile aşağı indirilmesi, Libya'da kanlı biten ayaklanmalar ve Fransa etkisi, ülkesindeki Sünnilere aşırı güç kullanmaktan çekinmeyen Maliki rejimi ve Irak'taki çıkmazlar ve bir türlü çözülmeyen Suriye düğümü, yüzbinlerce insanın ölümü ve kaos oldu.
Türkiye'nin demokrasi ile imtihan olduğu, askeri vesayet ve bürokratik oligarşi ile hesaplaştığı, ekonomisini güçlendirdiği, milletiyle barıştığı bu dönemde aynı değişim hızını bölgedeki ülkeler yakalayamadı. Ahmet Davutoğlu bu noktada tercihlerin çok önemli olduğunu söyler. Ona göre artık değişmeye ihtiyaç duymayan ve bu noktada irade göstermeyen her ülke tarihin akışında geride kalacak, değişimin gerekli olduğunu söyleyen ancak irade gösteremeyen ülkeler büyük sorunlarla karşılaşacak ve Türkiye gibi hem bu değişimi zaruri görüp hem de irade gösteren ülkeler o akışın doğru yerinde konumlanacaklar.
Davutoğlu, kendisine "en heyecan duyduğunuz şey nedir?" sorusu yöneltildiğinde hiç düşünmeden "tarihin içinde akmakta olduğum hissi" cevabını veriyor. Bu akışın Türkiye için sağlıklı bir yere doğru gittiği ortada. Bölgedeki her krizde istisnasız dengeli ve ilkeli bir siyaset izleyen karar vericilerin öngörülerinin tamamı tuttu. Mezhep ayrımcılığı üzerinden Irak'ın üçe bölüneceği yıllardır dile getiriliyordu. Mısır'da laiklik üzerinden bir kriz yaşanabileceğine dair Müslüman Kardeşler defalarca uyarılmıştı. Suriye'deki katliamlara uluslararası kamuoyunun sessiz kalması bir zaman sonra muhalifleri radikalleştirecek yahut radikallere muhaliflerin bulunduğu cephede bir alan açacaktı. Hamas'ın meşru seçimlerle Gazze'de işbaşına gelmesi önemliydi ve her ülke Gazzelilerin iradesine saygı duymalıydı. Aksi takdirde İsrail ile çift devletli bir çözüm üzerinden konuşmak mümkün değildi. İran'ın sistem dışına itilmemesi gerektiği, nükleer programda ikna edilirse; Batı ülkelerinin yeniden diplomatik ilişki düzeyine çekilebileceğini savunuldu. Ve Türkiye ne dediyse çıktı. Menfaatleri gereği uyarıları göze almayan Batı ülkeleri Ortadoğu coğrafyasının yeniden "düzensizleşmesi" için ellerinden geleni yaptılar.
Böylece bölgenin tarihi akışında ritmi bozulmayan tek ülke Türkiye kaldı.
Arayan, kurgulayan, uygulayan adam Wikileaks belgelerinde "tehlikeli" olarak tanımlanmıştı. Yeni Türkiye'nin kodları artık ortaya çıkmışken ve kurumsallaşmaya muhtaç onlarca konu önümüzde dururken; Davutoğlu'nun bu süreçlerde hayati bir rol oynayacağı muhakkak. Tehlikeli adam o rolü nerede oynayacak, hep beraber göreceğiz.