Yeni Şafak yazarı Ayşe Böhürler’e konuşan Alev Alatlı, röportajın ikinci bölümünde Pazar günü yapılacak olan seçimleri ve muhalefetin meydanlardaki söylemini değerlendirdi.
Meseleyi sistemler değil, sistemleri ete kemiğe büründüren “insan malzemesi” temelinde değerlendirmek gerekir diye düşünürüm. Başkanlık olur, parlamenter sistem olur, hatta meşrutiyet olur. Önemli olan sistemin kurumlarını hayata geçiren insan malzemesinin niteliğidir. Hani deriz ya, “at binicisine göre kişner”, o hesap. Liyakat sahibi bir atanmışın vezir edebildiği bir toplumu, seçimle gelmiş bir başkanın rezil edebildiği bir vakıadır, örnek mi istersiniz: Donald Trump. Onca özenle kotarılmış “kuvvetler ayrılığı” tasarımının bir gecede hak ile yeksan edilebildiğini görürsünüz. Tersi de söz konusudur. Aslında içinize sindiremediğiniz, kırık dökük, hatta anti-demokratik bir sistem bile pekala da işlevsel olabiliyor. Britanya Lordlar Kamarası’nı düşünün. Üyeliklerin bir kısmı kalıtsaldır, bir kısmı doğrudan Kraliçe tarafından atanır, bir kısmı da “Ruhani Lordlar” diye adlandırılan Anglican Kilisesi piskopos ve başpiskoposlarından oluşur. Hiçbiri seçilmiş değildir, herhangi bir seçim bölgesini temsil etmezler. Buna karşın bu atanmış insanlar, seçimle gelmiş Avam Kamarası’nı denetimleri altında tutarlar. Lordların reddettiği yasa, yürürlüğe girmez. Olsun. Mutlu mesut yaşayıp gitmektedirler Britanyalılar.
Ben öyle aman aman bir risk görmüyorum. Daha doğrusu, gördüğüm, hatta gerçekleşmesinden fena halde ürktüğüm gelişmeler, sistem değişse de değişmese de oradalar. Bunların başında da samimiyetsizlik geliyor. Samimiyetsizliği ve gerçeklik kaybını başlı başına bir risk olarak görüyorum. Oysa feleğin çemberinden geçmiş kadim bir milletiz biz, devlet deneyimi kısıtlı muz cumhuriyetleri halkları değiliz. Anneleri tarafından sakınılmak durumunda olan çocuklar hiç değiliz. Hal buyken, iktidarın başaramadıklarını, muhalefetin başaramayacaklarını, acı reçetelerini şeker hamurunun altına saklayarak sunma çabalarını aşırı gayretkeşlik ve risk olarak görüyorum. Samimiyetsizlik, kadim değerlerin hoyratça tüketilmesi riskini ağırlaştırıyor diye düşünürüm.
Böyle durumlarda, siyasi ikbal veya nikbet kaygıları durumu ağırlaştırabiliyor. Bir bakmışsınız akıl, izan, mantık ortadan kalkmış, kötü örnek pekala da örnek olabiliyor. Korkak, gerçekle yüzleşmeyi reddediyor, hırçınlaşıyor. Cahil, gerçeği idrak edemiyor, küçümsüyor. Hain, kendi çıkarının peşinde, gerçeği tahrif ediyor, saptırıyor. Ve bu arada kötü örnek sürgit el yükseltiyor. El yükseltmekten meramımı anlıyorsunuz. Kağıt oyunlarında oyunculardan biri ortaya bir para koyar, diğeri o parayı yükseltir, hadi bir daha, bir daha derken bir bakmışsınız masada oyuncuların ödeyebilecekleri çok çok aşan bir meblağ birikmiş. Oyun oyun olmaktan çıkmış, bir garip hesaplaşmaya dönüşmüş ve aslında ortada gerçeğe taalluk eden hiçbir şey yok.
Gerçeğe itibarını iade etmek lâzım. Bakın, gerçek, fitne, ihanet, kötülük, gıybet, sapkınlık, sapıklık, yalancılık, şiddet gibi suçlamaların karşısında savunmasızdır. İtibarını yitiren gerçek, öfke uyandıran ve bastırılan bir algıya dönüşür. Oysa gerçekler bilinmeden iyi yönetim söz konusu olamaz. Yönetici adeta sanal bir dünyada yönetirmiş gibi yaparken, ipler başkalarının elindedir. Daha da vahimi, hâkimiyetin aslında birtakım çetelerin elinde olduğunu herkesin bildiği ama kimsenin söylemediği bir ortam oluşur. Hele de bizimki gibi ad hominem yani maruz kaldığı eylemi şahsileştirmeye meyyal toplumlarda gerçeğe ulaşmak daha da zordur.
Uyarı haddim değil. Siyasetin kendine mahsus dili ve yöntemleri var, benim ahkâm kesmem komik olur. Bununla beraber, bürokrasisi, sivil toplum kuruluşları, sermaye çevreleriyle bir bütün olarak AK Parti iktidarının Türkiye’nin beyin gücünü layıkıyla sağamadığı kanısındayım. Uluslararası standartlarda nitelikli, muazzam bir işgücümüz var bizim. Bilimden, sanata, teknolojiden, finansa, spora hemen her alanda olağanüstü donanımlı kadrolarımız var. Bu insanlarımız oyun dışı bırakılmamalı, ne yapıp edip sisteme dahil edilmelidirler. Bunu görmüyorum.
Ne diyeyim Ayşe hanım, muhalif liderler dediklerinizden birisi de çıksın da meselâ Trump’la nasıl halleşmeyi düşündüğünü söylesin. S-400’lere ilişkin fikrini beyan etsin. Meselâ, Birlemiş Milletler yapılanmasını irdelesin. Filistin var, Kudüs var, çılgın gibi genişleyen ırkçılık var. İslamofobi diye devasa bir cinnet var. Bunlar el atılamayacak kadar büyüklenmeci meseleler gibi geliyorsa, daha küçük çaplı, evcil meselelerimizle meselâ milli eğitimle ilgilensin diye bekliyor insan. Muharrem Bey öğretmenmiş, benim bildiğim Akşener de öyledir. Uluslararası PISA testinde Türkiye’deki öğrenciler bilim, matematik ve okumada OECD ortalamasının altında, 72 ülke arasında 50. sırada ve bu oran her yıl daha kötüye gidiyor. Ne önerirler? Nasıl bir sistem değişikliği tasavvur ederler? Keza, YÖK hakkında ne düşünürler? Meslek liseleri, MYO’lar ne olur? Liyakat sorunu Türkiye’nin başlıca meselesidir. Nepotizm, aferizm nasıl önlenecek? 657 korumacılığı hakkında ne düşünürler? Akreditasyon, hesap sorulabilirlik vb. çıktı denetim mekanizmalarını uygulamaya koymayı düşünürler mi, düşünürlerse nasıl? Vasat gelir tuzağından nasıl çıkılacak? Vasat eğitim kapanından nasıl kurtulunacak? Muhalefetten beklenilen, iktidarın sehven ya da taammüden savsakladığı meselelerimize alternatif çözümler üretmesidir. Gelin görün, kendi özgün parti teşkilatlarıyla bile baş edememiş, kendi evlerinde tek bir kurultay olsun kazanamamış insanlar,
81 milyonluk bir devi yönetmeye nasıl talip olabiliyorlar. Bu nasıl bir özgüvendir, sen önce kendi partililerini lider olacak liyakata sahip olduğuna ikna et demezler mi adama? Hasılı anlayamıyorum. Yüreğim daralıyor.
Dünya kadar eksik gedik olduğunu hepimiz biliyoruz. Muhalefet zaten bunun için lâzım. Eleştirecek, alternatif sunacak, zenginleştirecek, çıtayı yükseltecek. İktidarı daha ileri, daha rafine, bir üst aşamaya davet edecek, hatta zorlayacak. Bakın, muhalefet partileri demokrasilerin emniyet supaplarıdır. Seçmen hoşnut olmadığı iktidarı muhalefete şikâyet eder. Muhalefetin varlığı ile güçlenir. Daha iyiye, daha güzele ulaşma umutlarını alternatifinin olduğu bilinciyle korur. Hal buyken, yok Külliye’yi yıkarım, apoletini sökerim, yok TİKA’yı kapatırım gibisinden, bir yandan şedit, öte yandan 2018’in yaşamsal meselelerini tümden ıskalayan ergen efelenmeler, seçmenin ufkunu karartır. Bakım, son tahlilde kimse Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olmayı istemez.
Gerisi, kellim kellim la yenfa.
17-25 Aralık dönemine ilişkin olarak söylediğim “eleştirilerimizi tehir edip Erdoğan’ın etrafını sarmalıyız” sözüne gelince, “İktidara son bir şans daha tanıyalım” noktasında olduğumu söyleyebilirim. Şimdi tabii sizin gibi fevkalâde takdir ettiğim, TBMM kürsüsünde görmek istediğim bir Ak Parti adayının gözünün içine baka baka “son bir şans” diye adeta parmak sallamak ayıp oluyor ama “iktidar” dediğiniz, hükümeti, milletvekilleri, bürokrasisi, parti teşkilatı, yandaş sivil toplum örgütleri, hatta yandaş medyasından oluşan bir ”bütün”. Pazar günü oy verirken sadece Sayın Erdoğan’a veya size değil, bu “bütün”e oy vermiş olacağız.
İtiraf edeyim ki, iktidarın bütününün Cumhurbaşkanımızın Türkiye sevdasını, adanmışlığını, cesaretini, kararlılığını, en önemlisi liyakatını layıkıyla yansıtmadığı düşüncesindeyim. Başta eğitim ve adalet sistemi olmak üzere, 21. Yüzyıl’da yaşamsal olduğuna inandığım kurumlarda yapılabilecek iken yapılmadığını düşündüğüm çok sayıda düzenleme var. İşi ehline emanet etmek noktasında da çoğu kez yaya kaldığımızı gözlemliyorum. Özellikle de bürokraside başveren oligarşik yapılanmanın “hakikat” ile Başkanın arasına girdiğini, sehven veya taammüden gerçeği tahrif edebildiğini de gözlemliyorum. Bütün bunlara rağmen, “yaparsa yine AK Parti yapar” kanısındayım.
Hiç kendimizi kandırmayalım, Ayşe Hanım, ister İslamcı olun, ister Cihangir özgürlükçüsü, HDP sempatizanlığı PKK terörüyle barışık olduğunuz anlamına gelir. PKK’nın finans kaynaklarıyla, müttefikleriyle, tahakküm biçimleriyle, Apo’suyla bir biçimde uzlaşmış, sulh yapmışsınız demektir. 2000’li yılların başında HaberTürk’ün “mankenci-solcu-İslamcı ittifakı” ismini taktığı hareketi hatırlayın. “Savaşa hayır” gibisinden bir iyilik sloganı altında toplanmış, Türkiye’nin 2002 Irak Savaşı’na aktif katılımına karşı Konya’da, Antalya’da, Trabzon’da gösteriler düzenlemişlerdi. Hatta bir rivayete göre tezkerenin TBMM’den geçmesini engelleyen de bu gösterilerdi. Medyanın yalancısıyım ama Mehmet Ali Alabora, KESK (Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu) Genel Başkanı Sami Evren gibi isimlerin birlikte hareket ettikleri yazıldıydı. Karda kışta bir araya gelmişler, “bir siyahın, bir Iraklının, bir Afgan’ın, bir Kürdün, bir Filistinlinin de herkes kadar barış içinde kendi kültüründe yaşamaya hakkı vardır” şeklinde pek insancıl ses veren evrensel bildiriler dağıtmışlardı.
Hatırlarsanız, bu insanları 2013’de Gezi olaylarında tekrar gördük. Şundan birkaç hafta önce Christiane Amanpour, Mehmet Ali Alabora’yı ağırladı, niye? Diyeceğim, “İslamcı” dediğiniz gençlerin HDP sempatisini alevlendiren etmenler, AK Parti icraatından bağımsız deniz aşırı etmenlerdir. Yeni Dünya Düzeni’ne ters düşmeye görsün, bu girdapa kapılanları TKP iktidarı bile kesmez. Umarım marjinal olmaya devam ederler, umarım Türkiye’ye takoz olacak güce erişemezler.
“Entelektüeller” diye ayrı bir kategori düşünmeyin. Ben, Nobel’li Nobel’siz yüzlerce Aziz Sancar’dan, Bülent Gültekin’den, Hafize Gaye Erkan’dan, kim bilir daha kimlerden bahsediyorum. Bakın, marifet iltifata tâbidir, müşterisiz meta zâyi olur. Bizdendi, değildi derken, sıra dışı yeteneklerimizi sistemin dışına itiyor, kaybediyoruz. MEB’de veya YÖK’te kayıtları vardır, en parlak öğrencilerimizi başta ABD, zengin Batı’ya ücretsiz hediye ettiğimiz bir vakıadır. Kendimizi kandırmayalım, giden gelmiyor. Şimdi diyeceksiniz, beyaz Türkler,
AK Parti iktidarına karşı düşman bir cephe gibi hareket ediyorlar. Olsun, Şeyh Edebali’nin vasiyetnamesini hatırlayın: “Ey oğul, artık Bey’sin! Bundan sonra öfke bize, uysallık sana. Güceniklik bize, gönül almak sana. Suçlamak bize, katlanmak sana. Haksızlıkbize, bağışlamak sana...” Bir yolu ille de bulunur.