TVNET televizyonuna programcı olarak ilk geldiğim gün onun gülümsemesi karşılamıştı beni. O gülümseme, tam gün çalışmaya başlayıp Mustafa ile aynı odayı paylaştığımız günden itibaren de sıkı bir dostluğa dönüştü. Odaya ilk girişimde o koymuştu dostluğumuzun adını, “Selamün aleyküm ortak" ve o günden sonra beni hiç adımla çağırmadı.
Konuşacak ne çok şeyimiz varmış meğer, ne çok “ortak" yanımız. Tam da dediği gibi, sigara dışında, hayattan keyif aldığımız her şey ortaktı neredeyse. Fotoğraf tutkumuz, mimariye olan hayranlığımız, kedi sevgimiz… Ama o benden daha yiğit çıktı. O hep öyleydi; daha gözü kara, daha serdengeçti, daha fedakar… Dünyanın bütün yükünü yükleseniz omuzlarına, bana mısın demeyecek kadar cefakar… Ve milli, manevi değerler için hiçbir şeyi gözü görmeyecek kadar tutkulu…
Vatanı yoktu. Kağıt üzerinde tabii. Okumak için Gümülcine'den çıkıp gelmiş, Yunanistan'a dönmediği için de vatandaşlıktan çıkarılmıştı. Umurunda değildi. O dibine kadar buralıydı. Hepimizden daha fazla buralı. Bu topraklara kanını dökecek kadar, uğrunda ölecek kadar buralı. Öyle ki bu coğrafyada adım atmadığı, ulaşmadığı toprak neredeyse kalmadı.
Selçuklu ve Osmanlı'nın bu coğrafyaya bıraktığı mimari mirasa tutkuluydu Mustafa. Bu topraklarda doğup büyümüş olan hiçbirimizin yapamadığını yaptı. Bütün Türkiye'yi karış karış gezerek gördüğü her yapıyı fotoğrafladı, ecdat yadigarı diye.
Hayatının büyük bölümünü adadığı, www.mustafacambaz.com vasıtasıyla Fransa'nın en önemli müzesi Louvre'dan gelen teklifi anlatırken gösterdiği soğukkanlılığı görseniz aklınız şaşardı. Müze, yayınlayacağı ansiklopedik bir kitapta Mustafa'nın çektiği fotoğrafları kullanmak istiyor, o bana, “ne diyorsun, göndereyim mi?" diye soruyordu. Ben duyduğum haber karşısında çocuk gibi heyecanlanırken, o sevmediği Fransızlara yardım edip etmemekte tereddüt ediyordu.
Zorla da olsa müzenin teklifini kabul etmeye ikna ettim. Gönderecekleri telif ücretini bile alası yoktu.
Makinelerden konuşurduk en çok da… Gözünü vizöründen ayıramadığı fotoğraf makinelerinden. Benimle kıyaslandığında on katı, belki yüz katı daha fazla fotoğraf çekmiş, yüzlerce hatta binlerce eseri fotoğraflayarak tarihe not düşmüş, dünyanın en önemli müzelerinden biri onun fotoğraflarına talip olmuştu, ama o bana “sen daha ustasın, şu nasıl olmalı" diye sorardı. O kadar da alçak gönüllü.
Ne çok projemiz vardı birlikte, ama hiçbirine başlayamamıştık bir türlü. İstanbul'un tarihi yapılarını anlatan fotoğraflı bir albüm-kitap düşünmüştük. Birimiz Osmanlı, diğerimiz Bizans eserlerini çekip anlatacaktı. Ve yine İstanbul'dan Hicaz'a demiryolu köprülerini fotoğraflayıp bir kitaba dönüştürmenin hayalini kurduk epey bir zaman. Daha aklıma gelmeyen, ayaküstü tasarlanmış bir sürü proje. Ama bunların hiçbiri için adım bile atmamıştık, bir tek proje dışında.
En çok yapmayı istediği iki şeyden biri “Türkiye Ulu Camileri" kitabı, diğeri Topkapı Sarayının belgeselini çekmekti. Bu sefer ciddiydik. “Devletin Evi Topkapı Sarayı" adıyla metinlerini bile yazmıştı Mustafa. Bana, “Ortak, bunu mutlaka çekmemiz lazım" diyordu. Arkadaşımız Fikri (Cumhur) ile de paylaşmıştık, ne çok heyecanlanmıştık. Kısa zamanda senaryoya dönüştürüp çekecektik belgeseli.
Ulucamiler kitabını bitirmek nasip oldu Mustafa'ya, kısa da bir belgesel çekmişti bir ucundan benim de tuttuğum. Ama katiller sürüsü Topkapı Sarayı'nı anlattırmadı ona.
O meş'um 15 Temmuz gecesinde çok sevdiği, yaşamaktan keyif duyduğu Çengelköy'ün karakolunu FETÖ çetesinin işgal etmeye kalkıştığını duyunca fotoğraf makinesini bile almadan gitti Mustafa. Ölümüne gitti. Şehadete gitti. Rabbine gitti.
İki kurşunla vurdular Mustafamı göğsünden. İki kahpe kurşun onu bizden kopardı.
Ne çok ağladım, ne çok zorlandım Mustafa'nın öldüğüne inanmakta. Cenaze arabasının peşinden giderken nasıl kaybetmişsem kendimi, arabayı sağa sola vurunca kendime geldim. Arabanın iki ön tekerleği parçalanmıştı. Benim o dakikadan sonra tek derdim Mustafa'yı ebedi yuvasına, toprağa kendi ellerimle koyamamaktı. Nasıl becerdiğimi bilmiyorum, lastiğin birini stepneyle değiştirip, diğeri parçalanmış vaziyette yetiştim cenaze namazına.
Mustafa'yı elimizden alanlar bizden çok şeyi alıp götürdü. Vefayı, tutkuyu, alçak gönüllüğü, yardımseverliği ve daha yığınla hasleti. Çok şey kaybettik biz. Ama o çok şey kazandı.
Kaçımıza nasip olur bir direnişte en öne atılmak? Kaçımızın kaderine yazılır, kahpe kurşunuyla göğsünden vurulup şehit olmak? Kaçımız Mustafa gibi anılırız ardımızdan? Kaçımız on binlerce tekbir eşliğinde yürürüz son yolculuğumuza.
Hepimizden yiğitti, yine yiğitliğini gösterdi Mustafa. Şimdi bana düşen onun emanetini hayata geçirmek. O sevdalısı olduğu Topkapı Sarayı'nın belgeselini çekip ona armağan etmek.
Sen huzur içinde uyu şehidim, gözün arkada kalmasın ortağım, emanetin bende. Sadece hayalini kurduğun belgeselin değil, Alpaslan'ın da bana emanet, Semra yengem de.