Sultan II. Abdülhamid'in Müslüman dünyayı birleştirme hayalini yansıtan Hicaz Demir Yolu, bugünkü deyimle Sultan'ın "mega projesi"ydi. Yolun ayakta kalan kısımları, geçmişin izlerini günümüze taşıyor.
19. yüzyılın ortalarında doğan demir yolu teknolojisiyle ulaşımda bir devrim gerçekleşti. Tren yolları sadece şehirleri birbirine bağlamakla kalmadı, küresel ticaretin hızlanmasına, büyük devletlerin idare gücünün artmasına ve toplumsal dönüşümlerin tetiklenmesine de öncülük etti. Yeni şehirler kurulurken iç kesimler arasındaki hareketlilik hızlandı. Üç kıtada hâkimiyetini sürdüren Osmanlı Devleti de bu teknolojiden hızlıca faydalanan devletlerden biri oldu. 130 kilometrelik ilk demir yolu hattı 1856 gibi erken bir tarihte İzmir-Aydın arasına kuruldu. Kırılgan iktisadi yapı yeni yatırımları engellese de demir yolu projeleri her zaman devletin gündeminde oldu.
Sultan II. Abdülhamid’in Hicaz Demir Yolu Projesi ise çapı, hedefleri, maliyeti ve uzun vadeli etkileri bakımından bu projelerin en büyüğüydü. Bugünkü deyimle Sultan’ın mega projesiydi. Üstelik diğer projelerin aksine bu demir yolunun imtiyazı yabancı şirketlere verilmemiş, yerli kaynaklarla tamamlanması hedeflenmişti. Şam ile kutsal topraklar Mekke ve Medine’yi birbirine bağlama, ardından bu hattı Bağdat Demir Yolu ile entegre ederek İstanbul’dan başlayan bir demir yolu ağına dahil etme hedefiyle ortaya konulan bu projenin doğuşundaki gayelere, yapılış sürecine ve etkilerine gelin birlikte bakalım.
Sultan, Hicaz Demir Yolu Projesi'yle neleri amaçladı?
Bu büyük projenin esas gayesi Müslümanların hac yolculuğunu kolaylaştırmaktı. Şam’dan yola çıkan bir Hac kafilesi eşkıya saldırıları gibi tehlikeler altında yaklaşık 40 gün yolculuk yaparken demir yolu tamamlandıktan sonra bu süre 120 saate yani yaklaşık 5 güne inecekti. Zaman açısından sağlanan büyük kazancın yanında yolculuk maliyetlerinde de benzer oranda bir düşüş öngörülüyordu.
Osmanlı’nın son dönemlerinde devletin endişe kaynaklarından en önemlisi topraklarındaki ayrılıkçı hareketlerdi. Osmanlı vatandaşlığı esasında birleştirilmeye çalışılan Müslüman, Hristiyan ve Yahudi tebaanın etnik ve mezhepsel alt kimlikleri gerek iç gerekse dış etkenlerce kışkırtılıyordu. Sultan II. Abdülhamid, Hicaz Demir Yolu’nu sadece bir ulaşım projesi olarak değil, aynı zamanda siyasi bir strateji olarak planladı.
Projenin bir diğer stratejik amacı ise merkezin kabileler başta olmak üzere isyan potansiyeli olan Arap unsurlarla olan irtibatını artırmaktı. Nitekim bölgedeki bazı yerel güçler projeyi bölgedeki nüfuzlarına tehdit olarak görecek ve inşaat esnasında zorluk çıkartacaktır. İç tehditleri önleme hedefinin yanında proje sayesinde dışardan gelecek saldırılara karşı da bölgeye hızlıca destek kuvvetlerin sevk edilmesi sağlanmış olacaktı.
Maddi imkânsızlıklar tüm dünyadan Müslümanların bağışlarıyla giderildi
Sultan’ın tahta çıkışının 25. yıl dönümü olan 1 Eylül 1900 tarihinde demiryolu projesinin temeli atılarak ilk etapta Şam ile Der’a arasında inşa çalışmalarına başlandı. Dönemin şartları göz önüne alındığında oldukça büyük çaplı olan proje için süreç içinde çeşitli zorluklarla karşılaşılıyordu. Zorlukların başında projenin maddi kaynağı geliyordu. Hesaplanan proje maliyeti o dönem yıllık bütçenin yaklaşık %20’sinde denk gelmekteydi. Demir yolunun inşası için kararlı olan idare İstanbul’da kurulan İane Komisyonu aracılığıyla proje için bağış toplamaya başladı.
Sultan Abdülhamid, projeyi başlatan ilk adımı atarak 50.000 liralık bağışta bulundu. Onun çağrısı kısa sürede karşılık buldu. Mısır’dan Hindistan’a, Rusya’dan Endonezya ve Güney Afrika’ya kadar dünyanın dört bir yanındaki Müslümanlar bu projeye destek verdi. Bağışçıları teşvik etmek amacıyla miktara göre altın, gümüş ve nikel Hicaz Demir Yolu madalyaları hazırlandı ve destekçilere takdim edildi. Bağış kampanyasına olan yüksek katılıma rağmen toplanan meblağ inşaatın tamamlanması için yeterli değildi. Finansman ek kaynaklarla desteklendi ve neticede proje tutarının üçte biri bağışlardan kalanı ise diğer gelirlerden karşılandı.
“Demir yolu inşaatına katkıda bulunmak hayırlı bir iş sayılmaktadır ve bu söz Şark’ta sihrini kaybetmemiştir.”
Yukarıdaki ifadeler Paşa ünvanı alarak Auler Paşa olarak anılan Alman general ve askeri mühendis Carl Lorenz Auler’e ait. Auler, 1901-1908 yılları arasında Hicaz Demir Yolu inşasında görev almış ve buradaki anılarını kitaplaştırmıştır. Onun 1906’da basılan hatıralarının ilk cildinden alıntılar ile projenin yapılmakta olduğu günlerde nasıl algılandığına bizzat işin içinden bir tanıklıkla bakalım:
“Hicaz Demir Yolu’na gösterilen ilgi çeşitli sebeplerden dolayı haklıdır. Her şeyden önce var oluşunu siyasi, stratejik veya iktisadi sebeplere değil, kutsal şehirler Medine ve Mekke’nin İslam dini mensuplarına Kur’an tarafından farz olan ziyaretini kolaylaştırmak için ortaya çıkıp Halife’nin kararında ifadesini bulan bir dini ihtiyaca borçludur. Bu dini gayeye uygun düşen bir şekilde demir yolu inşaatının masrafları başlıca bütün İslam dünyasının gönüllü bağışlarıyla karşılanmış ve inşaatın kendisi Osmanlı hükümetinin idaresi altında yürütülmüştür -ki bu şimdiye kadar hiç görülmemiş bir yenilikti. Çünkü Osmanlı İmparatorluğu'ndaki diğer bütün demir yolları, yabancı şirketler tarafından inşa edilmiştir ve onlar tarafından işletilmektedir.”
“Demir yolu genelde, padişahın kutsal yerlerin muhafızlarına gönderdiği hediyeleri taşıyan ve binlerce müminden kimilerinin hiç geri dönmediği uzun ve tehlikeli bir yolculuk için katıldıkları kervanların geçtiği eski hac yolunu takip etmektedir. Bu yolculuk bundan böyle beş günde tamamlanabilir hale gelecek ve bir kez olsun Peygamber’in yaşamış olduğu yerde dua etmek arzusunu yüreklerinde taşıyan Rumeli, Anadolu ve Suriye’deki sayısız Müslümanın hasreti giderilmiş olacaktır. Bu, eski nesle bir mucize gibi görünmektedir. Abdülhamid, bütün İslam halkları nezdindeki itibarını bu derece yükseltecek neredeyse başka bir teşebbüs düşünemezdi. Demir yolu bir kere Mekke kapılarına ulaşınca, şüphesiz Şam ve Halep üzerinden Anadolu demiryolu ağı ve Bağdat hattı ile de bağlantı sağlanacak ve böylece demir yolu kesintisiz olarak İstanbul’dan Mekke-i Mükerreme’ye kadar uzanacaktır.”
Devasa köprüler ve uzun tünellerle çölde parlayan mühendislik harikası
İnşa faaliyetleri başta Alman mühendis Meissner’in idaresi altında Türk, İtalyan, Fransız, Avusturyalı, Belçikalı ve Rum mühendislerle Osmanlı askerlerinin işçiliğinde başladı. Zamanla Avrupalı mühendislerin yerini Osmanlı vatandaşları almaya başladı. Edinilen tecrübeyle Haremeyn bölgesi tamamen Müslüman mühendisler tarafından inşa edildi. Proje bu anlamda Osmanlı mühendisliği için aynı zamanda bir okul oldu.
Maddi zorlukların yanında güzergâhın çöl iklimiyle dağlık arazilerden oluşan coğrafi yapısı ve teknik aksaklıklar işi zorlaştırıyordu. Tüm engellere rağmen proje bir mühendislik harikası olarak görülmekteydi. Tarih boyunca ulaşılamamış iç kesimlere büyük köprüler ve uzun tüneller inşa ediliyor, kurulan istasyon yapıları etrafında yeni yerleşim yerleri oluşuyordu. Açılan su kuyuları ve istasyon etrafındaki kentleşme çölün bir ölçüde canlanmasına, ticari ve sosyal hayatın gelişmesine olanak sağladı.
Şam’dan Medine’ye ulaşan 1500 kilometrelik demir yolu
İnşa çalışmaları neticesinde 1903 yılında bugünkü Ürdün’ün başkenti Amman’a ulaşılırken 1904’te Maan’a varıldı. 1905 yılında Müdevvere ve 1906’da Medain-i Salih’e ulaşıldığında bir yandan bu noktaya kadar yolcu ve eşya taşımacılığı faaliyete girmişti. 1908 yılında hat, ana hedeflerden biri olan Medine’ye ulaştı. Böylece Şam’dan Medine-i Münevvere’ye uzanan ve toplam uzunluğu 1597 kilometreyi bulan devasa bir ulaşım ağı sadece yerli kaynaklarla inşa edilmiş oldu. Ancak Sultan’ın nihai hedefi olan Mekke’ye ulaşmak, I. Dünya Savaşı’nın patlak vermesiyle akim kaldı. Buna rağmen, Hicaz Demir Yolu, Osmanlı mühendisliğinin zirve noktalarından biri ve devletin son büyük projesi olarak tarihe geçti.
Demir yolu hattı Birinci Dünya Savaşı’nda stratejik hedef oldu
Savaşın başlamasıyla beraber Hicaz Demir Yolu, bölgedeki çatışmaların göbeğinde kalarak stratejik bir hedef haline geldi. İngiliz casusu Lawrence’ın isyancılarla yaptığı işbirliği hattın sabote edilmesini kolaylaştırdı. Raylar, köprüler ve tüneller sık sık bombalı saldırıya uğradı. Saldırılar sebebiyle Osmanlı’nın bölgeye müdahale kapasitesi olumsuz etkilendi. Savaşın getirdiği yıkım bu büyük projenin bölgeye kattığı değeri de yerle bir etti. Savaş sonrası demir yolu hattının kurulduğu bölge İngiliz ve Fransız hâkimiyetindeki manda devletlerinin eline geçti. Tahribata rağmen demir yolundan ayakta kalmış kısımlar bugün Filistin, Suriye, Ürdün ve Suudi Arabistan topraklarında yer alıyor.
Suni sınırlarla ayrılan, özünde bir coğrafya
Savaşın doğurduğu tüm olumsuzluklara rağmen Demir Yolu çatışmalar esnasında önemli işlevler de gördü. Suriye, Filistin ve Sina cephelerine destek gönderilmesinde, Medine ve Şam bağlantısının sağlanmasında yegâne bağlantı bu yolla sağlanabildi. Medine kuşatması esnasında sivil halkın bölgeden taşınması ve kutsal emanetlerin İstanbul’a ulaştırılması da Hicaz Demir Yolu ile olmuştur. Tüm cephelerde yaşanan yenilgiye rağmen Mütareke sonrasında dahi direnerek şehri uzun süre teslim etmeyen Fahreddin Paşa’nın meşhur direnişinde de Demir Yolu’nun etkisi önemliydi.
Hicaz Demir Yolu, Osmanlı Devleti’nin Müslüman dünyayı birleştirme idealini, siyasi stratejisini ve teknik gelişmelerden faydalanma azmini yansıtan benzersiz bir projeydi. Çölün zorlu koşullarına rağmen döşenen raylar, bir medeniyetin inancını ve coşkusunu gösterirken, bugün ayakta kalan kalıntıları geçmişin izlerini günümüze taşıyor. Bugünlerde yaşadığımız gelişmeler de gösteriyor ki bu gibi projelerle bağı kuvvetlenen, Osmanlı’nın dağılmasıyla araya suni sınırların girdiği bu coğrafya özde hiçbir zaman kopmayacak, aksine huzur ve refah arttıkça bu irtibat da kuvvetlenecek.