Devletler toplumun bir kesimini dışladığında, yok saydığında, eninde sonunda bu dışlanma, travmalar ve yıkımlar meydana getiriyor. Modern devlet, dine, dindara yabancılaştı, dindarları ötekileştirdi. Tek Parti uygulamaları din eğitimini yasakladı. Bu zor dönemde bazı dini önderler milletin bu ihtiyacına cevap vermek için bir çaba içine girdiler ve devletle manevi bağı zayıflayan Anadolu insanı din eğitimi bir tarafa, imanı kurtarmak için bu yolu tercih etti.
15 Temmuz hain darbe girişimini yazdığımız saatlerde, Rusya’da Wagner’in darbe girimi gündeme düştü. Wagner paralı askerlerden oluşuyordu. FETÖ ve hain şebekesi sadece casuslardan oluşuyordu. Bağlı oldukları odaklar adına gönüllü casusluk yaparak ülkemizin bütün kurumlarını ve inançlarını yıkmayı hedef haline getirmişti.
Darbe gecesi gerilim filmi gibi başladı ve bitti. 40 yıldır ilmek ilmek toplumun ve devletin bütün kılcal damarlarına sızanların en büyük zaafı, bu milleti küçümsemeleri oldu. İnançları itikatları ve kültürleri Batılı istihbarat teşkilatlarının elinde şekillenen bu casus şebekesinin, dünyayı yöneten milletler arasına girmiş bulunan bu milleti anlama şansı zaten olamazdı.
Şebekenin nasıl büyüdüğüne gelince…
Devletler toplumun bir kesimini dışladığında, yok saydığında, eninde sonunda bu dışlanma, travmalar ve yıkımlar meydana getiriyor. Modern devlet, dine, dindara yabancılaştı, dindarları ötekileştirdi. Tek Parti uygulamaları din eğitimini yasakladı. Bu zor dönemde bazı dini önderler milletin bu ihtiyacına cevap vermek için bir çaba içine girdiler ve devletle manevi bağı zayıflayan Anadolu insanı din eğitimi bir tarafa, imanı kurtarmak için bu yolu tercih etti.
Bugün din eğitimi veren kurumların sayısını ve niteliğini düşünecek olursak, bütün bu ihtiyaçların gayri resmi ortamlarda verilmesi başlı başına sorundu.
***
Nurculuk, Cumhuriyet tarihinde Said Nursi’nin risalelerinin okunması üzerinde yaygınlık kazanmıştı. Nur cemaatinin genel yapısının eleştirilecek yönleri olsa da Gülen, planlı bir şekilde ana akımdan ayrılarak, kendi sisteminin temellerini attı. Adım adım kutsallık ve dini önderlik Said Nursi’den Gülen’e tevdi edildi. Said Nursi yok olmuş, onun yerinde Mehdi-Mesih karışımı bir sapkınlık ortaya çıkmıştı.
Bu şebekenin atacağı adımlar baştan planlanmıştı. Müslüman kamuoyu bu hikâyeye inandı, çünkü devletin uygulamaları çok katıydı. Bu tehdit karşısında din adına yapılan bütün faaliyetler sorgulanmadan kabul görüyordu. Rahmetli Necmettin Erbakan Hocamız ve bazı Nakşiler, Fetullahçılar hakkında zaman zaman uyarılarda bulunurdu. “Fettullahçıların kolejlerine çocuklarınızı gönderin, İsrail’e asker yetiştirsinler” cümlesini Erbakan Hoca’dan bizzat duymuşluğum vardır.
Öğrencilik yıllarımızda, Fettullahçı müritlerde bir Müslüman şahsiyeti yoktu. Korkak, ürkek, Müslüman kitleye dönük kısıtlamalara ses çıkarmayan, bırakın dindarların haklarını savunmayı, her konuda onları suçlayan tutumları olurdu. Sonraları anladık ki, bütün bu tutumlar gizledikleri amaçlarına ulaşmak için bir taktikten ibaretmiş.
Sistem içerisine girenler hiçbir gazete dergi okumazlardı. Sadece abiler tarafından bilgilendirilirdi. Önde gelen FETÖ’cü Cemal Uşşak, bir FETÖ’cünün mankurtlaştırılması için üç yılın yettiğini söylemişti.
Geniş tabanın, şebekenin amaçlarından haberi yoktu. Onların Mehdi ya da Mesih’e kesin bir itikatla inanması önemli idi. Onu da başardılar. Kitaplarda, vaazlarda, şebeke üyelerini dinin temel kavramlarından uzaklaştırdılar. Tevhit, nübüvvet, helal/haram, adalet ve Kur’an’ın tüm kavramaları onlar için yabancı kavramlardı. Hal böyle olunca “Mehdi”nin hiçbir amacı ve ifadesi sorgulanmıyor, her söylediği kabul ediliyordu.
Bir yönüyle İslam dini yerine yeni bir din inşa edilmişti. İngilizler, Hindistan işgalinden başlayarak, yeni din, yeni mezhep ve sahte tarikatlar kurmakta uzmandılar. FETÖ ile Kâdiyanîlik karşılaştırıldığında iki yapının benzerliklerini görüsünüz.
Büyük liderliğin sırrı
*Erdoğan’ın büyük liderliği, mazlum Anadolu insanı ve dünyadaki mazlumlarla kurmuş olduğu bağın sırrında gizlidir. 15 Temmuz gecesi Namık Kemal’in “Vatan Yahut Silistre”de anlatmaya çalıştığı tam bir halk seferberliği meydana geldi. FETÖ elebaşı sıkışmış, son bir intihar girişiminde bulunmuştu. Planın özü, Erdoğan’sız Türkiye idi. Küresel güçlerin ve hain casus şebekesinin, yönetmek gibi bir davası yoktu. İç savaş ve kaos çıkararak Türkiye’yi Suriyeleştirmek ya da Afrikalaştırmak, lideri, kanaat önderi, medyası, dini, diyaneti olmayan başsız bir ülke haline getirmekti. Şebekenin uygulamalarına bakacak olursak bu kaos sistemini sürdürecek yeni kaoslar oluşturacak birikimi edinmişlerdi. Kılıçdaroğlu ABD’de TÜRKEN vakfının yapmış olduğu öğrenci yurdundan bahsederek Erdoğan’ın kaçacağı iddiasında bulunmuştu. Bir tartışma programında bu çirkin iddiayı yorumlarken, “Siz 15 Temmuz’da ölümün üzerine yürüyen adamdan mı bahsediyorsunuz?” demiştim. Darbe gecesi halk ayaklanmış, halkın korkusu alınmış, Edirne’den Ardahan’a, yediden yetmişe millet ayaklanmıştı. Erdoğan ölümün üzerine yürümüş ve milletin gücüne güç katmıştı. İşin ilginç tarafı, bu kahraman millet, darbecilerin niyetinin kötü olduğunu, başka güçler adına, başta ABD olmak üzere, küresel çete adına hareket ettiklerini anlamış, buna karşı savaşmanın vatan savunması olduğu gerçeğine inanarak darbecileri
geldiği yere geri sokmuştur.
YENİDEN İNŞA
*1960 yılında NATO’nun yeni konsepti gereği, devlet yönetimi, darbeciler eliyle orduya bağlandı. İnşa edilen sistem gerçekte ABD’ye teslimiyetti, tüm üye ülkeler içerden NATO konsepti ile yönetiliyordu. 1960 darbesinden 15 Temmuz’a kadar yönetim değişmedi. FETÖ darbe girişimi devlete bir fırsat sundu. Ancak, kırk yılda devletin bütün kılcal damarlarına sızan bu terör örgütünü kurumlardan kazıyıp atmak oldukça zordu. Zira darbe gecesi sivil unsurlara, “Evinizde oturun, darbe başarılı oluncaya kadar kendinizi belli etmeyin” mesajı verilmişti. Ertesi gün bu insanlar, “Böyle darbe mi olur, darbe yapanın Allah belasını versin” söylemleri ile gizli kalmayı sürdürdüler. 17-25 Aralık günlerinde Erdoğan ve FETÖ karşılaştırması yapanlar vardı. Benim net kanaatim şuydu: Bir terör örgütü ile bir devlet karşı karşıya gelince eninde sonunda devlet galip gelir. Bu casus şebekesi kendini açık etti. Meclis’e bomba attı. İnsanlarımızı şehit etti. Akıbetleri diğer terör örgütlerinden faklı olmadı, velev ki arkalarında Vatikan, İsrail, ABD ve Batı olsun.
***
15 Temmuz sonrası devlet yönetimi fiili olarak rayına oturdu. Darbeciler eliyle ABD’ye bağlı olan sistem, siyasetin, yani vatandaşın kendi yönetimine geçti. Devlet başta terör örgütleri olmak üzere rakiplerini yendi. Milli ordu, milli savunma sanayii güçlendirildi. Hainlerden temizlenen Türk ordusu dünyanın savaş kapasitesi en güçlü ordularından biri haline geldi. Bu adımlar küresel ilişkileri yeniden şekillendirdi. Adım adım bölgesel bir güce dönüşen Türkiye, Erdoğan’ın diplomatik tecrübesiyle birlikte küresel bir etki gücüne ulaştı. Bugünden geriye bakınca, emperyalistlerin ve uşaklarının Erdoğan’a olan kinlerini daha da iyi anlayabiliyoruz. Bu millet bir yola çıktı, kolay kolay bu yoldan dönmez vesselam.
28 ŞUBAT
*Refah Partisi’nin esnaf örgütlenmesi, yine Milli Gençlik Vakfı (MGV) eliyle örgütlenen gençlik, büyük oranda şebekenin eline geçti. 28 Şubat’ta gerçek dindarlar büyük oranda tasfiye edildi. Darbe girişimi zahirde, Atatürkçü ve devletçi bir görüntü verirken, küresel güçler Refah Partisi’yle başlayan “Büyük Türkiye” hamlesinin önünü kesmeye çalışıyordu. FETÖ bu sayede orduya olan nefreti kullanarak, Ergenekon ve Balyoz soruşturmalarıyla orduyu ele geçirecekti.
Bu anlamda 28 Şubat’a öncülük eden generallerin hain FETÖ’cü generallerden farkı yoktu. Sonuçta aynı amaca hizmet ettiler: Sivil siyasetin tasfiyesi, ABD’nin ülkeyi ele geçirmesi ya da Türkiye’nin Suriyeleştirilmesi.
AK Parti’nin 2011 kongresi öncesinde casus şebekesi, “Kimin ülkeyi yöneteceğine biz karar vereceğiz” mealinde bir meydan okumayı hissettirdi. 2010 referandumunda hükümete son hilesini yaparak, hukuk sistemini ele geçirmişlerdi. Emniyet’te, mülki idarede, birçok bakanlık bürokrasisinde ve özellikle ordu içerisinde bütün kılcal damarlar tutulmuştu. Hukuk sistemi casus şebekesinin eline geçince, o ürkek, uysal, gölgesinden korkan, kurucusunun karakterinden kaynaklı vehim hareketi gitmiş, yerine aslan yürekli tiranlar gelmişti. Toplumun bütün kurulu yapılarını tehdit edip, sonuç alıyorlardı.
Bütün medya kuruluşları ellerinde idi. TRT haberlerinde gazete okumaları “z” harfinden başlıyordu. Maliyede büyük rüşvetler alınıyor, hukuk davaları satılıyor, bağışlar valiler eliyle toplanıyordu. Zannımca bu süreçte, en az 200 milyar dolarlık milli servet Batılı ülkelere kaçırılmıştır. Zenginler uydurma ithamlarla, kumpaslarla tuzağa düşürülüp soyuluyordu.
Şebekenin geldiği noktayı anlamak açısından, Sayın Cumhurbaşkanı’nın “İnlerine gireceğiz’’ tehdidine karşılık, bir lise öğretmeni olan ve salonda 500’e yakın iş insanının ayakta alkışladığı TUSKON başkanı Rıza Nur Meral, “Kim kimin inine girecek göreceksiniz, kim asıl kim gerçek göreceksiniz’’ sözleri ve daha birçok hezeyanla, resmen, devleti tehdit etmişti. Bugün hangi ülke için casusluk yapıyor bilmiyoruz.
17-25 Aralık
*Dershanelerin kapatılma girişimi bir yönüyle Erdoğan tarafında tercih edilen bir savaş metoduydu ve başlangıçta hiç kimse buna cesaret edemedi. Kimse risk almak istemiyordu. Bugün Milli Eğitim Bakanı olan Yusuf Tekin’in MEB Müsteşarı olması ile mücadele ancak başlatılabilmişti. Kaderin cilvesine bakın ki, Gezi dönemi ve 17-25 Aralık olaylarında, Erdoğan’ın kendine yakın hissettiği ve güvendiği kimselerin büyük çoğunluğu arkasında yoktu. Benzer bir psikoloji, zımnen iki yıl önce, AK Parti’nin oyları düşüşe geçtiğinde de yaşanmıştı. 17-25 Aralık günlerinde gazeteciler ve entelektüeller siyasilerden daha mert bir tutum takındılar. Erdoğan Büyük Türkiye’yi yeniden inşa etmek için gece gündüz demeden çalışırken, FETÖ bürokrasiyi, bir kısım zevat da ekonomik çıkarlarını örgütlemekle meşguldüler. Darbe ihtimali, bu zevatı kazandıklarını koruma içgüdüsüne sevk etti. (Siyasetin bu zor günleri zamanla yazılır, çizilir).