“Bizzat emekle üretilen işlerin helal ve bereketli olduğunu biliriz” diyen Akyüz, bu konuda bir şeyleri üretmeyi sevdiklerini ifade ederek, yapıp ettiklerini şu şekilde açıklıyor:
“Helal yoldan her bir demde rızkımızı temin ediyoruz. Yani bizzat emekle üretilen işlerin helal ve bereketli olduğunu biliyoruz ve bir şeyleri üretmeyi de seviyoruz. Yapıp ettiklerimizde bizi yönlendiren temel düşünce şu aslında: İnsanların ihtiyaç duyduğu eşyalar daha uzun ömürlü olsun! Böylece sahipleri onlarla daha uzun yaşar, birlikte yaşlanırlar; çocuklar için de hatırası korunacak şeyler olurlar. Bu insana çok şeyi hatırlatıyor; yaşadığını, yaşlandığını. Bir ahşabın yıllanmasında aynı zamanda dünyanın geçiciliği görünür hale gelir. Kullanım süresine bağlı günümüz kullan at eşyaları yaşama dokunmuyor. Oysa bir ahşabın garantili bir kullanım süresi yok, tıpkı bir insan gibi ömrü var…"
1973 yılında Trabzon, Çamoba köyünde doğdum. İlkokulu bu köyde okudum. Öğretmenimiz Necati Gedikli çok vatansever, mesleğine saygısı olan biriydi. Köyde okumamıza rağmen bize şehir merkezindeki eğitim kalitesinde bir eğitim verdi. Bu yüzden Cudi Bey Ortaokuluna başladığımda diğer öğrencilere göre hiçbir eksiklik hissetmedim. Ortaokulda “İş ve Teknik” dersimiz vardı. Hala hayatta olan Trabzon’un seçkin ressamlarından Haydar Durmuş’un İş ve teknik dersleri son derece keyifle vakit geçirdiğimiz en çok sevdiğimiz derslerden biriydi. Aslında şimdi yaptığımız işlerin alt yapısı orada kuruldu denebilir. Tabii bunu bugünden bakınca görebiliyoruz.
1990 yılında Trabzon merkezdeki Affan Kitapçıoğlu Lisesi’ni bitirdim. İlk yıl üniversiteyi kazanamadım. İkinci girişimde KTÜ Jeolojiye yerleştim. Jeolojide birkaç yıl okudum. İlk öğrendiğim şey “taşa taş denmemesi” gerektiği, kayaç denmesi gerektiğiydi. Jeolojiyi sevmiştim aslında ama kurumsal öğretim serüvenim pek de iyi geçmedi. Zira dönemin havası entelektüel-politik eğilimleri daha fazla kışkırtıyordu. O yıllarda Trabzon merkezde Elif Kitapevini açtım. 2000 li yıllara kadar kitapçılık yaptım. “Elif” öyle profesyonel kitapçılık işletmesi filan değildi, daha çok aynı kaygılara sahip inananların buluşup sohbet ettiği bir çeşit kamuya açık toplanma yeriydi. Bu yüzden şehir içinden, şehir dışından gelen gideni çok oluyordu. O süreçte çok insan tanıdım, çok arkadaşım oldu. Bu arada zaman da değişiyordu, 2000 yılında kitap evini profesyonel bir kitap evi olacak şekilde iş ortağım olan arkadaşa devredip bir şekilde ahşapla tanıştım.
Ahşap işine girmeden önce aklımdaki hobiler beni yönlendiriyordu. Mesela bir grafiker arkadaşla 20 çeşit şiir kartı hazırladık, içinde Cahit Zarifoğlu’nun da olduğu. Fakat tek bir kartını bile parayla satmadım Cahit Zarifoğlu’nun. Diğerleri parayla satılıyor ama Cahit abininkileri ücretsiz veriyordum. Şiir kartlarını üçayaklı diye tabir ettiğimiz minik ahşap şövale ile kombine masa üstü obje ürettik. 2000 yılında Eyüp’te bir fuara katıldım. Feshane’de Ramazan boyunca satış yaptık. Yaptığımız iki üç çeşit hediyelik eşya ve bu şiir kartları çok ilgi gördü. Ahşapla tanışıklığımız böyle, aslında bir hobinin vesilesiyle oldu.
Yaklaşık 28-29 yaşlarındaydım. Usta değildim. O güne kadar elim matkap bile tutmamıştı. Ağacı hiç tanımıyordum. Rahmetli babam vakti zamanında mobilyacılık yapmıştı ama o da daha çok işin ticaretini yapmıştı, üretimini değil. Trabzon’a döndüğümde bir El takımı ve birkaç makine satın alıp evimin altında küçücük bir atölye kurdum ve küçük küçük objeler üretmeye başladım. Gel zaman git zaman talepler arttı. Onlarla birlikte bir şeyler yapmaya başladık. Bende makinalarla çalışmaya başladım. Ardından bu işlere dâhil bir yeteneğimin olduğunu fark ettim. Bu fark edişimi biraz da kaderin bir cilvesi olarak Kafkaslardan kopup gelen bir piri faniye borçluyum.
Düşündüğüm şeyleri çok acemice, hiçbir ağaç tanımadan, cila nedir bilmeden onunla birlikte yapmaya başladık. İlk iş olarak market stantları ürettik; kuruyemiş, meyve sebze stantları… Marketlerde bu sıradışı tasarımlar görülünce farklı talepler gelmeye başladı. Başka stantlar istendi. Bunları yaparken çok şaşırıyordum. Nereden nereye… Düşünün, arkadaş çevreniz sizi kitapçı olarak biliyor ve siz yeteneğin biçimlendirilme dönemlerini geçtikten sonra 30’lu yaşlarda mobilyayla ilgilenmeye başlıyorsunuz. Nereden bakarsanız bakın garip bir durumdur bu. 28 yaşıma kadar hiç mobilyayla ilgilenmedim. Ne bir tasarım ne bir montaj yaptım, ne bir makina çalıştırdım, ne bir ağaç tanıdım. Hiç bir bilgim yoktu. El yeteneğine dair hiçbir şey bilmiyordum.
Ustalara iş verebilmek ve daha doğru ölçümleri teknik olarak izah etmek için (bilirsiniz ustalar klasik yöntemlerle çalışırlar ) bir teknik çizim programı öğrenmem gerekiyordu. 30 yaşlarımdan sonraydı ki Autocad kursuna gittim. Autocad öğrendim ve bu bana büyük bir açılım sağladı. Çünkü bir şeyin gerçek oranlarını ekranda görebiliyordum. Bu, büyük küçük ölçeklerde her türlü tasarımı yapma kolaylığı sağlıyordu.
Birkaç yıl içerisinde özellikle ahşap boyama teknikleri konusunda çok bilgi birikimim oldu. Geleneksel bir uygulama olan gomalak cila gibi özellikle insan hayatına zararsız şeyleri kullanmayı çok istiyordum. Gomalak cila çok zahmetli bir iş ama çok güzel sonuçlar alınabilen bir teknik; normal kimyasal cilalara göre çok daha güzel ve sağlıklı…
Çok çelişki yaşadık. Tasarım işleri mi yapmalıyız? Yoksa daha pratik çabuk üretilen işler yapıp, ticari olarak kazanç mı sağlamalıyız? Yaşamın aciliyeti ağır bastı ve iş bir süre sonra dekorasyona dönüştü. Ticari bir işletme gibi kafeteryalar, lokantalar ve bazı ev mobilyaları falan yapmaya başladık. Fakat bu işleri yaparken dahi her zaman ahşap işine ilk başladığım gündeki gibi obje üretmek, yani daha minimalist tasarım ürünleri olan işlerle uğraşmak istiyordum. Dekorasyon işleri yaptığım dönemde bunu birkaç kez denedim. Dekorasyonu bırakıp obje üretmeyi denedim fakat obje üretiminin ticari getirisi çok azdı. Onun için sürdüremedik. Yaklaşık 2010 yılına kadar süren süreçte dekorasyon işleri yapan, masif ahşap çalışan bir atölye olduk.
Trabzon’da tercih edilen bir atölyeydik artık. Sayımız arttı, altı yedi kişi olduk. Bu esnada bazı işlerde uzmanlık kazandık. Trabzon’da yedi şubesi olan İpa Marketin bütün şubelerinin dekorasyonunu yaptık. Ben ‘mimar lazım’ desem de market sahibi dostum buna gerek olmadığını söyleyip bütün işi benim üstlenmemi istiyordu. Bu bana tasarımlama yeteneğim konusunda güven verdi ve marketlerin birçok dizaynını biz yaptık. Yaptığımız tasarımlar takip edilir oldu.
Bir vesileyle Trabzon’dan İstanbul’a taşındık. İstanbul yabancısı olduğum bir yer değildi. Gelip gitmişliğim çoktu. Zaman zaman İstanbul’a gelip tanıdığım arkadaşlarımın dekorasyon işlerini yapmıştım. Birkaç yıl içinde Ümraniye’de küçük bir atölye kurdum. Üretimi daha fazla kolaylaştıran makinalar satın aldım. Ahşap işleyen makinalar, CNC ve lazer gibi…
İstanbul’da en zor ve temel sorun zaman ve yetişmiş usta bulabilmektir. Birçok faydasını da sayabilirim. Şuan mobilya sektörünün olduğu bir muhitteyiz, malzemelere çok çabuk ulaşabiliyoruz. Yaptığımız işleri birçok insana sunabiliyoruz. Ve buradaki diğer tasarımcıların işlerine bakıp esinlenebiliyoruz. Daha yakın temas kurabiliyoruz.
Daha önce tanış olduğum ve zaman zaman bana grafik tasarım/modelleme konusunda yardımcı olan arkadaşım Necati Ayçiçek’le beraber çalışmaya başladık. Bir marka üretmek istedik, içimizde olan bir marka… O da Gugar oldu.
Gugar, Trabzon ve civarında bilinen çok iptidai bir aletin ismi aslında… Elif, harfine benziyor. Fındık toplarken çengelindeki kısmını sert ve yüksek fındık dallarına takıp aşağı çekmeye yarıyor. Yani dalı aşağı çekip, fındığı daha kolay toplamamızı sağlayan bir alet, bir çubuk. Fonetiğinin yöresel oluşu hoşumuza gitti. Fakat internette bu ismi almak isterken karşımıza engeller çıktı. Bir başka yabancı ülkede kullanılıyormuş. Bu yüzden bu Gugar’a Wood’u ekledik.
Oyuncaklarla ilgilendik. Çocuklara yönelik çalışmalar yaptık. Anaokulu tasarımları yaptık bu arada. Eğitim araçları ürettik. Malatya’da çok güzel bir proje yaptık. Oyuncak benim kişisel bir hobimdi. Yıllarca üretmeden oyuncak fotoğrafları biriktirdim. Temelinde ahşap olan oyuncaklar. Ama sonra şunu gördük, ahşap oyuncak Türkiye’de pek satılmıyor. Maliyetleri yüksek. Bir de şunu fark ettim, oyuncak üzerine okuyunca, düşününce… Oyuncak aslında endüstri devriminden sonra ortaya çıkan bir şey. Bizim toplumumuzda oyuncak yok. niye biliyor musunuz? Çünkü bizim gibi geleneksel toplumlarda –ki bu aşamayı da geçtik ya-yine de söyleyelim, insanlar oyunlarla büyüyorlardı. Bizde oyuncak, ancak oyun esnasında kullanılan bir materyaldi.
Bu da trendle alakalı… Klasik cümleler olacak ama insanlar modern hayatın koşuşturmacasından bunalıp bir takım atraksiyonlarla hayatlarına renk katmak istiyorlar. Bunlar kötü şeyler mi? Değil. Bizim de zaman zaman bu tip imkanları sağlamayı düşündüğümüz de oluyor. Ama doğrusu şu ki insanları kandırmak istemeyiz. Bu iş öyle bir hafta sonu birkaç eğitimle öğrenilebilecek bir şey değil.
Bu konuda uzun soluklu düşünenler için atölye çalışmalarımız olabilir. Hakikaten ahşaba dokunsunlar istiyoruz; hem içlerinde büyüttükleri duyguyu tatmin etsinler hem de işe yarar bir şeyler üretsinler. Bu için bir program yapabiliriz belki. Ama bir şartımız var. Biz Piar amaçlı yapılan işlere tevessül etmeyiz. Çünkü ne derdi efendimiz: “Bizi aldatan bizden değildir.” Bu iş uzun zaman ve içtenlikli bir çaba isteyen bir iş. Hakikaten uzun soluklu işler yapmak isteyen insanlar varsa onlar için pek yakında bir şeyler yapabiliriz.
Son dönemlerde insanların hediyelik eşya ve promosyon ürünleri konusundaki alışkanlıkları değişti. Standart konfeksiyon ürünler yerine daha kişisel ürünler tercih ediliyor. Burada bir açık var ve üretimimizin bu açığa denk düşmesi de bizim için iyi bir şey. Bazen kurum ve işletmelere özel tasarımlar yapıyoruz. Neler yapıyorlar diye Avrupa’daki bazı yerleri takip ediyoruz.
Spesifik işler anlamında Süleymaniye’de bir medresenin iç dekorasyonun dizaynını ürettik, arkadaşımızın bir projesi olan Antep’te İslami İlimler Teknik Müzesi’nin ahşap işlerini yaptık. Ayrıca birkaç tane de yöresel yemekler yapan lokantanın iç mimarisi tasarımını yaptık hatta iç işleyişlerine kadar birçok şeyini biz düzenledik. Bununla birlikte Gugar Wood’la e-ticaretimiz artıkça dekorasyonu azaltıp asıl amacımız olan obje üretimimizi arttırmaya devam ediyoruz.
Hakikaten bu hayata nasıl baktığımızla alakalı bir şey. Biz rızkımızı temin ediyoruz. Bize başka yerden de rızık temin edilebilirdi, ama bize böyle bir yol açıldı demek istiyorum. Niye şunu değil de bunu yaptığımız kaderin gizeminde saklıdır. Bu içsel şartla uyumlu olduğumuzu söyleyebilirim. Diğer yandan itminan sağlayan şeylerden biri de haramdan kaçınmak. İşini hakkıyla yapmamak, sözünde durmamak, çalıştırdığı insanın emeğini yeterince vermemek haram olan işlerdendir. Helal kazanmak belki zor gözüküyor ama aslolan geri dönüp baktığımızda insanların razı olacağı ve hüsnü zan besleyecekleri bir şeyler yapmaksa, tatmin oluyoruz. Yapıp ettiklerimize çok fazla bir teveccüh var. Hak etmediğimiz kadar bazen… Yani o teveccühlerin altında hakikaten bazen ezildiğimiz oluyor. Bu teveccühlerden sonra daha da güzel işler yapmak, daha doğru yapmak, çalışmak gibi bir mecburiyetle de karşı karşıya kaldığımızı biliyoruz. Hele de bir Müslüman olarak namazla veya herhangi bir ibadet ile yaptığımız işin birbirinden ayrı olmadığını düşünüyorsak bu, söz konusu mecburiyeti iki kat artmaktadır.
Hangi zamanda yaşıyorsak yaşayalım o “zaman” yaratılmıştır. Allahu Teâlâ bizi bu ahir zamanda var etti ve içine doğduğumuz bu zamanı beğenmeme gibi isyankârlığımız olamaz. Bir Müslüman için hiçbir şey erken ya da geç değildir. Bu zamanda bile bir Müslüman olarak zamanı düşünerek işi en doğrusunu, en iyisini yapmanın üzerimize vacip olduğunu biliyoruz. Müslümanın hayatı nihayetinde muayyen doğru ölçütleri olan pratik bir hayattır. Bazıları başka bir şey yapıyor biz de bunu yapıyoruz. Herkes bir işle iştigal etmek zorunda ve özü itibariyle Allah’ın rızası gözetilerek yapılan her iş birbirinin aynıdır. Bir siyasetçinin yaptığıyla bizim yaptığımızın arasında bir fark yok yani. Herkes neyse, bir akademisyen, bir öğretmen bir müdür bir demirci neyse bir ahşapçı da odur. Her neysek bu Allah’ın bize nasibidir. Nasibimize razı olmak ve bu verilen nimetin de şükrünü vermek istiyoruz. Bir hocamız ‘her nimetin şükrü kendi cinsindendir’ derdi. Biz de işimizi güzel ve hakkaniyetle yaparak şükrümüzü yerine getirmek istiyoruz.