Yıldız Holding Yönetim Kurulu Üyesi, Pladis ve GODIVA Yönetim Kurulu Başkanı Murat Ülker, kişisel internet sitesinde yayınladığı "On üç milyon dolar olmuş" başlıklı yazısında Afrika’nın dününü, bugününü, geleceğini ve sorunlarını 7 ayrı tarihsel dönem üzerinden ele aldı. Murat Ülker'in her dönem, kıtanın yaşadığı çalkantılarla birlikte küresel ekonomideki rolünü ve özgün kültürel değerlerini ortaya koyduğu yazısı okurları tarafından büyük ilgi gördü.
Arkadaşlar hesaplamış, yaptığımız tüm şirket alım, satım ve birleşmelerimizin yekunu 13 milyar ABD dolarına ulaşmış. Buna sebep önce dikey entegrasyon, sonra sinerjik sektör ve kategorilerde yatay büyüme ve nihayet odaklanarak globalleşmemizdir.
Tüm bunlar olurken büyük paketten çıkan iki bölgedeki satın almalarımızı yerinde bile görmeden yaptım. Bu benden beklenecek bir davranış değildi. Ama ben pratik ve gerçekçi bir insanım, izah edeyim. Bölgenin biri Japonya idi; hakikaten zor bir bölgedir ve orada bir iş başarılmışsa demek ki işiniz en üstün standarttadır. Rakamlar iyiydi; Godiva Japonya’yı goyalamadan almıştık. Diğer bölge ise Afrika; bu bölgenin potansiyeline her zaman inandım. Ama görürsem vazgeçerim diye korktum ve yine goyalamadan portföyümüze dahil ettik.
(*) Meredith,M. (2014). The fortunes of Africa: A 5,000-year history of wealth, greed, and endeavour. Public Affairs; Meredith, M. (2011). The state of Africa: A history of the continent since independence. Simon & Schuster UK; Moghalu, K. C. (2014). Emerging Africa: How the global economy’s ‘Last Frontier’ Can Prosper and Matter. Bookcraft Africa.
Antik Mısır ve Kuzey Afrika Uygarlıkları (M.Ö. 3000-M.Ö. 300)
Firavunlar, halklarının refahını yüksek seviyede tutmak ve inançları ışığında tanrılarını memnun etmek için bu zenginliği kullandılar. Nil kıyılarında yükselen kutsal tapınaklar, dönemin mühendislik becerilerini ve Mısır’ın siyasi gücünü yansıtır. Kraliçe Hatshepsut ve Ramses gibi firavunlar, yalnızca kendilerini değil, tanrılarını da yücelten devasa heykeller yaptırarak güçlerini gözler önüne sererken kendilerini bunların arkasına saklıyorlardı. Bu yapılar, uzak diyarlardan gelen tüccarlar, gezginler ve hatta düşmanlar için ilgi çekici birer simge haline geldi. Sanırsam Nil havzası asırlar boyu Afrika’nın diğer kısımlarından göç alan farklı ırkların yaşadığı bir bölgeydi. Böylece Mısır dini ve kültürü bölgede etkili oldu.
Mısır, kuzeydoğuda Hititler gibi güçlü medeniyetlerle de ilişkiler kurdu. Ramses döneminde Hititlerle imzalanan Kadeş Antlaşması, tarihin bilinen en eski barış antlaşmalarından biriydi. Bu antlaşma, Mısır’ın savaş gücünün yanı sıra diplomasi becerisini gösteriyordu ve bu tarihte komşularıyla barışçıl ilişkiler kurma motivasyonunun simgesi olarak değerlendirildi.
Hiyeroglif yazı sistemini, yalnızca dini metinlerde kullanılan ve hiçbir şekilde telaffuz edilmeyen yani dile getirilmeyen bu lisanı bugün Mısır’ın günlük o zamanki yaşamı hakkında bilgi aktarmak için kullanmalarını neye dayandırıyorlar, bilemedim. Hiyeroglifler Sümer tabletleri gibi değildi, günlük hayatta kullanılmıyorlardı. Mısır uygarlığının tarımsal teknikleri ve sulama sistemleri çeşitli bölgelere adapte edildi. Özellikle bazı dini ritüeller, tanrılara sunulan adaklar ve öteki dünya inancı, Akdeniz kıyısındaki diğer medeniyetlerde de ortaya çıkmıştı. Mısır seyahat yazılarımda bu konulara değinmiştim, belki merak edenleriniz olabilir (https://muratulker.com/y/misir-gezisi-ilk-durak-iskenderiye/)
Roma ve Erken Hristiyanlık Dönemi (M.Ö. 300-M.S. 700)
Roma İmparatorluğu’nun Kuzey Afrika üzerindeki hakimiyeti, bölgeyi yalnızca ekonomik olarak güçlendirmekle kalmadı, aynı zamanda kültürü de geliştirdi. Romalılar, Afrika’daki şehirleri kendi mimari tarzlarına göre yeniden inşa etti; amfitiyatrolar, hamamlar ve tapınaklarla süsledikleri bu şehirler, artık Roma’nın gücünü ve ihtişamını yansıtan birer vitrindi. Kartaca, Roma’nın Afrika’daki en önemli merkezlerinden biri olarak yeniden inşa edilip büyürken, hem Akdeniz ticaretinde bir düğüm noktası hem de Afrika kıtasında Romalı yaşam tarzının bir simgesi oldu. Latin dili ve Roma hukuk sistemi, bölgedeki yaşamın her alanına yayıldı. Zamanla yerli halk, Roma yaşam tarzını benimsedi ve hatta bazıları imparatorluk bürokrasisinde görev alarak Roma’nın yönetim yapısında yer buldu. İşte burada Hollywood Kleopatra filmleri hatırıma geldi. Kleopatra bir kraliçe olarak Roma’yı ziyaret etmişti.
Vandalların hâkimiyeti, Kuzey Afrika’da uzun yıllar boyunca inşa edilen Roma etkisini büyük ölçüde sildi. Roma’nın kurduğu ekonomik yapı, Vandalların yönetiminde çöküşe geçti. Roma döneminde ticaretin kalbi olan limanlar, tarımın belkemiğini oluşturan büyük çiftlikler ve tahıl üretimiyle zenginleşen topraklar, eski refahını sürdüremedi. Vandalların fetih stratejisi Roma ile yerel halk arasında yıllarca süren iş birliğine dayanan sosyal düzeni zayıflatırken, Afrika kıyılarında ticaret rotaları eski canlılığını kaybetti. Kuzey Afrika, bu dönemde zenginliğini büyük ölçüde yitirdi ve güvensiz bir bölge olarak anılmaya başladı.
Vandalların Kuzey Afrika’ya yerleşmesi, bölgenin sosyo-ekonomik yapısını derinden etkilediği gibi, Afrika’nın Avrupa ve Akdeniz dünyasıyla ilişkilerinde yeni bir dönem başlattı. Vandal Krallığı, Akdeniz’deki güç dengesini kendi lehine değiştirdi. Vandal denizcileri, Akdeniz’de geniş bir ticaret ağı kurarak Roma’nın ticaret yollarını kesintiye uğratmaya ve krallıklarını ekonomik olarak güçlendirmeye çalıştılar.
Roma’nın Kuzey Afrika’daki izleri bugün bile tamamen yok olmadı. Latin dili, Roma hukuku ve mimarisi, Vandalların yönetiminde bile yerel halk kültüründe varlığını sürdürdü. Roma’dan kalan altyapı, tapınaklar, hamamlar ve tiyatrolar varlığını sürdürdü. Kuzey Afrika’daki Hristiyan cemaatler, St. Augustine gibi azizlerin izini sürmeye devam etti. Roma İmparatorluğu’nun ardından Afrika’da yeni bir dönem başlıyordu. Zenginlik ve istikrar artık yoktu.
İslam ve Arap Fetihleri (700-1500)
Arap fetihleriyle birlikte İslam, Mısır ve Nil Vadisi üzerinden Kuzey Afrika’nın geniş topraklarına yayıldı. Toplumda önemli sosyal ve ticari etkileri olan bu yayılma ile Afrika’da İslam dini ile birlikte Arap kültürü ve ticareti de yaygınlaştı. Arap tüccarlar, Akdeniz kıyılarında ve Sahra boyunca kurdukları ticaret ağları ile bölgeyi İslam dünyasına entegre etti. Böylece Afrika’nın altın, tuz ve değerli taş gibi zengin doğal kaynakları, İslam dünyası boyunca ana ticaret malları haline geldi. Ancak bu ticaretten elde edilen gelir, yerel halkların refahı için kullanılmıyordu. Bölgenin zenginlikleri Arap şehirlerini ve yönetimlerini besledi, deniyor kitapta ama biliyoruz ki Kahire Arapça bir isimdir ve Araplar öncesinde bu şehrin adı bile anılmazdı; keza Mısır diye bir ülkeden de bahis yoktu.
Berberiler, Arap egemenliği altında kendi kimliklerini ve bağımsızlıklarını korumak için direniş gösteren toplulukların başında geliyordu, diyen kitapta belli ki daha sonraki asırlarda bile halkın Müslüman olarak Osmanlı İmparatorluğuna gönüllü katılmasını görmüyor. Hatta 1. Dünya Savaşı sonrası ayrılışın sebebi olarak bu halkların ülkelerinin İtalyan ve Fransızlar tarafından sömürge edilmesini de göz ardı ediyor. Velhasıl bölgedeki Berberi kimliği daima var oldu. Ama şahsi tecrübem; dini ve kültürel benzeşme o kadar ileriydi ki görüşmelerde Berberiler kendilerini tanıtmak zorunda kalıyorlardı.
Doğu Afrika kıyılarında ise, Arapların etkisiyle yeni şehir devletleri ortaya çıktı. Zanzibar ve Kilwa gibi liman kentleri, Arap tüccarlar için köle ve baharat ticaretinin merkezleri haline geldi. Köleler, Arap dünyasında iş gücü olarak kullanılmak üzere Afrika’nın iç bölgelerinden toplanıyordu. Bu köle ticareti, sadece Afrika’nın sosyal yapısında derin yaralar açmakla kalmıyor, aynı zamanda yerel toplulukları zorla göç ettiren, ekonomik bağımlılığa sürükleyen ve sosyal düzeni yıkan bir “sistem” haline getiriyordu. Köle ticareti, Afrika’nın iç bölgelerinde nüfus kaybı ile birlikte üretimin neredeyse durma noktasına gelmesine ve toplumsal bağların zayıflamasına neden oldu.
Avrupalı Keşifler ve Köle Ticareti (1500-1800)
15. yüzyılın sonlarına doğru Avrupalı güçlerin Afrika’ya ve kaynaklarına olan ilgisi hızla artmaya başladı. Amerika kıtasının fethedilmesiyle artan iş gücü ihtiyacı, yeni kaynak arayışını zorunlu kılıyordu. Portekizliler, Yeni Çağ’da Afrika’nın batı kıyılarına ilk ulaşan Avrupalılar olarak burada çeşitli ticaret merkezleri kurarak kıtanın kaynaklarını kendi ekonomilerine entegre ettiler. Altın, fildişi ve özellikle de köle ticareti, Portekizlilerin Afrika ile olan ilişkilerinin temelini oluşturuyordu. Ardından Hollandalılar, İngilizler ve Fransızlar da kıtanın zenginliklerinden faydalanmak için Afrika kıyılarına yerleşmeye başladılar.
Köle ticaretinin Afrika toplulukları üzerindeki etkisi son derece yıkıcıydı. Batı Afrika’daki Benin ve Ashanti gibi krallıklar, köle ticaretine dahil olarak ekonomik kazanç sağlıyordu. Bu yerel krallıklar, kendi güçlerini koruyabilmek ve askeri avantajlarını artırabilmek için Avrupalılarla iş birliği yaparak rakip kabileleri köle olarak satmaya başladılar. Para için kendi halkını satma hatasına düşenler, zaman içerisinde köle ticaretine bağımlı hale gelerek; “köle ticaretinin kölesi” haline geldiler. Elde edilen geçici refahın bedeli, yerel üretimin ve gelişimin durması ile ödendi. Güçlü ve genç nüfusun Amerika’ya taşınması, kıtanın kendi ekonomik gelişimini baltaladı ve yerel üretim sistemlerinin çökmesine yol açtı. İşin sosyal boyutu da bir o kadar yıkıcı ve dramatikti. İç bölgelerdeki kabileler köle avcılarının baskınına uğrayarak savunmasız hale gelirken, kendi güvenliklerini sağlamak için kaynak elde etmek amacıyla ya da zenginlik hırsı ile başka kabileleri köle olarak satan topluluklar arasında iç savaş ve güvensizlik ortamı doğdu. Köleler, ailelerinden ve kültürlerinden zorla koparılarak uzak diyarlara taşındılar. Bu durum, yalnızca bireysel yaşamları değil, kıtadaki tüm sosyal yapıyı etkileyen bir yaraya dönüştü. Orta Geçit’in yarattığı bu toplumsal travma, yalnızca dönemin değil; aynı zamanda kıtanın kültürel bütünlüğünü zedeleyerek Afrika’da kalıcı bir sosyal yara haline geldi.
Düşünsenize bir korku filmi gibi! Siz ailenizle köyünüzde barış içinde yaşarken birdenbire haydutlar basıp insanları zorla alıp götürüyorlar. Gidenlerden bir daha hiç haber alınamıyor; sanki ölmüşler. Halbuki müebbeten çalışmaya mahkum olmuşlar, bir angarya için. Kalanlar ise ya babasız ya çocuksuz artık ürkek, korkak yaşayan acizler zira işe yarayanlar çalınmış. Şimdi düşünün kalanların durumunu: Artık aile bağları, gelecek planları, üretim ve inşa faaliyetleri durmuştur. Kimse kimseye dost değildir, çünkü artık insanlar birbirlerini yakalayıp satmaktalar. Cinnet bu! Ben şimdi anladım, Afrika halkının kölelik kalktıktan sonra bugün bile miskin, umutsuz, hedefsiz, hırsı olmayan insanlarını. Hatırlarım bir gün Namibia’da bir yere gitmek için toplandık. Vasıta almadı hepimizi, üç lisan bilen orta yaşlı çiftliğin müdürü zenci arkadaşa beklemesi söylendi. Biz dört saat sonra döndüğümüzde hala aynı yerde, aynı şekilde bekliyordu!
Benzer bir toplum yapısı ve yaklaşımın Afganistan’da, kabile düzeyinde olduğunu görüyorum. Bu halkın kurtarılması adına yapılan Batılıların savaşı sonucu oluştu. Sosyal yapı ve anlayış asırlar geriye gitti. Orada bir daha bir sosyal devlet kurabilecek mi yerel halk bilemiyorum. Mesela Irak’a demokrasi getirirken de aynı şey oldu. Hangi din, mezhep, ırka ait olduğunuz ki birçok ihtimal barındırıyor; zira birden fazla din, en az iki mezhep ve üç millet var. Sizden olanlar kim ve ne düşünüyor, emin olmadığınız gibi, düşmanınız olanlar için de pek çok seçenek var. Suriye’de iç savaşı durduralım derken de aynı şey olmuştu. Rusya Ukrayna savaşı da muhtemelen aynı şekilde …
Afrika nefes alamıyordu. Bu da yetmezmiş gibi, köle ticaretinin sona ermesiyle Avrupalıların kıta üzerindeki etkisi daha da artmıştı. Köle ticareti kıtanın geleceğini yok etse bile, en azından belirli bir kaynak girdisi yani nakit sağlıyordu. Üretim kapasite ve kabiliyeti yok edilmiş Afrika, artık kendi başına ayakta kalamazdı. Avrupa bu dönemde, kıta üzerindeki ekonomik ve politik kontrolünü pekiştirdi. Avrupalı güçler Afrika’nın değerli kaynaklarına odaklanarak, bu kaynakları kalıcı olarak ele geçirmeye yöneldi. Yer altı zenginlikleri ve doğal kaynaklar, kıtada kurulmak istenen uzun dönemli sömürge düzeninin birinci hedefiydi. 1760 yılında başlayan Sanayi Devrimi, kaynağa açtı. Afrika ise bu açlığı doyurmak için ucuz bir fırsattı.
Sömürgecilik ve Yeni Sömürge Düzeni (1800-1945)
19. yüzyılın başlarından itibaren Avrupa’nın Afrika üzerindeki ilgisi, kıtanın stratejik konumu ve doğal kaynakları nedeniyle yeni bir boyut kazandı. Sanayi Devrimi’yle birlikte Avrupa’nın hammadde ihtiyacı hızla artıyordu. Afrika yalnızca madenler, petrol ve kauçuk gibi değerli hammaddeler değil, aynı zamanda Avrupa’daki sanayiler için geniş bir pazar potansiyeli sunuyordu. Bu dönemde Avrupalı devletler, Afrika’nın zengin kaynaklarına ve tüketim potansiyeline sahip olabilmek için kıtada “kalıcı” bir hakimiyet kurmaya yöneldiler.
Berlin Batı Afrika Konferansı, Afrika’nın Kongo Havzası’na ilişkin egemenlik haklarının tartışılması ve bir sonuca bağlanması için düzenlenen uluslararası bir konferanstır. Portekiz’in önerisi üzerine, 15 Kasım 1884-26 Şubat 1885 tarihlerinde düzenlenen konferansa İngiltere, Fransa, Avusturya, Almanya, İtalya, Rusya, Portekiz, İspanya, ABD, İsveç, Norveç, Danimarka, Belçika ve Osmanlı İmparatorluğu katılmıştır (5). Bu konferans ile Afrika’nın sömürgeleştirilmesi süreci resmiyet kazandı. Avrupalı devletler, kıtayı kendi aralarında paylaşarak Afrika’nın büyük kısmını kendi kontrolleri altına aldılar. Bu paylaşım zaten başlı başlına bir sorundu; paylaşım esnasında kıtanın doğal, coğrafi ve kültürel sınırlarının göz ardı edilmesi ise sorunu daha da derinleştirdi. Tamamen keyfe keder çizilen sınırlar, Afrika’nın farklı etnik gruplarının birbirlerinden ayrılmasına ya da zorla bir araya getirilmesine yol açtı. Yerel halklar bir anda kendilerini yabancı yönetimlerin altında buldular ve kendi topraklarında Avrupalı güçlerin baskısı altında yaşamaya mecbur bırakıldılar.
Sömürge yönetimleri, Afrika’daki yerel toplumların sosyal ve ekonomik yapısını kökten ve sistematik olarak değiştirerek kıtanın ekonomisini Avrupa’nın ihtiyaçlarına göre yeniden şekillendirdi. Tarımsal üretim, yerel halkın geçim kaynağı olmaktan çıkıp Avrupa sanayisini besleyecek şekilde düzenlendi. Pamuk, kahve, kakao ve kauçuk gibi ürünler yetiştiren büyük çiftlikler kuruldu; bu çiftliklerde yerel halk zor şartlar altında düşük ücretlerle çalıştırıldı. Yerel halkın kendi tarım alanlarını kullanması kısıtlandığı için, kırsal kesimde açlık ve geçim sorunları baş gösterdi. Afrika halkı kendi topraklarında, kendi kaynaklarını Avrupa’ya taşımak için “işçi” olarak çalıştırıldı.
Bu dönemde, Avrupa yönetimleri yerel halka ağır vergiler yükleyerek onları sömürmeye değişik yöntemlerle devam etti. Yerel halk, Avrupa para biriminde ödeme yapmak zorunda bırakıldığı için nakit para kazanmak amacıyla Avrupalı şirketlerde çalışmaya zorlandı. Bu vergi sistemi, yerel ekonomilerin bağımsızlığını yok etti ve Avrupalı şirketlerin ucuz iş gücü ihtiyacını karşılayan bir mekanizma görevi gördü. Tüm bunlara ek olarak, Avrupa ülkeleri Afrika’daki maden yataklarını kontrol altına aldı. Özellikle Güney Afrika’daki altın ve elmas madenleri Avrupalı şirketler tarafından işletildi. Yerel halk bu madenlerde ağır ve insanlık dışı koşullarda çalıştırıldı, madenlerdeki iş gücü eksikliği nedeniyle köylerden zorla göç ettirilen Afrikalıların aile yapıları bozuldu.
Sömürgeci güçler, kıtanın birçok bölgesindeki toprakları kamulaştırarak yerli halkları bu topraklardan çıkardı ve el konulan bu araziler büyük Avrupalı çiftlik sahiplerine ya da şirketlere tahsis edildi. Afrika halkı kendi topraklarında çalışamayıp geçimlerini sağlamak için düşük ücretlerle Avrupalıların sahip olduğu çiftliklerde işçi olarak çalışmaya zorlandı. Ben böyle çiftliklerde misafir edildim. Her biri o Afrika devletinin vatandaşı olan beyazlar tarafından sahiplenilmiş, akıl almaz büyüklükteydiler. Bir tane çiftlikte yarım gün araba sürüp yine de sınırına ulaşamamıştık. Dünyanın en büyük merinos üretim alanıydı. Tüm bu çiftliklerin etrafı çitlerle çevrilmiş ve korunmaktadırlar. Hatta bazı ülkeler arasındaki sınırlara bile tel çit çekilmiştir. Burada amaç ülkenin mal varlığı olarak görülen yabani hayvanların ülkede kalmasını temin içindir.
Eğitimde ise temel hedef, sömürge idaresine hizmet edecek şekilde düzenlenen bir sistemde yetişen küçük bir Afrikalı elit kesim yaratmaktı; yerel yöneticiler, memurlar ve teknik personel… Okullarda verilen eğitim, sömürgecilerin kültürel değerlerini yüceltirken, Afrika’nın yerel değerlerini ve tarihini dışarıda bırakıyordu. Afrika toplumunun büyük bir kısmının bilgiye erişimi engellendi. Kıtada bilim, sanat ve teknoloji alanlarındaki gelişim yavaşlayarak durma noktasına geldi. Sömürge okulları, Afrika’nın geleneksel dillerini ve kültürünü dışlayarak eğitimde yalnızca Avrupa dillerine yer verdi. Fransızca, İngilizce ve Portekizce gibi Avrupa dilleri, kıtanın birçok yerinde resmi eğitim dili olarak kabul edildi ve bu dillerin kullanımı, sosyal statünün bir göstergesi haline geldi. Kendi anadillerinde eğitimden mahrum kalan Afrikalılar, dil ve kültür açısından kendi kimliklerinden kopmaya zorlandı. Yerel dillerin ve kültürel mirasın gelecek nesillere aktarılması zorlaşıyor, yerel halkların kendi değerlerine olan güveni sarsılıyordu. Kendi dillerini konuşamayan ve eğitim sistemi ile kendi kültürlerine yabancılaştırılan Afrikalılar, Avrupa merkezli bir kimlik dayatmasıyla karşı karşıyaydı.
Bağımsızlık Mücadeleleri, Ulus Devletlerin Doğuşu ve Yeniden Yapılanma Arayışları (1945-2000)
İkinci Dünya Savaşı’nın ardından, Avrupa güçleri savaştan büyük yıkımla çıkmış ve kıtadaki hakimiyetlerini sürdürmekte zorlanır hale gelmişti. Afrika’daki sömürge yönetimleri, savaşın etkisiyle zayıflayan Avrupa ekonomisi sebebiyle halkların artan bağımsızlık çabaları karşısında direnmekte zorlanıyordu. Bu süreçte Afrika’daki entelektüeller ve siyasi liderler, kıtanın kendi kaderini belirlemesi gerektiğine dair fikirlerini yaymaya başladılar. Bağımsızlık rüzgarları tüm Afrika’da hızla esmeye başlamıştı, kıtanın dört bir yanında sömürgecilik karşıtı hareketler güç kazanıyordu.
Afrika’nın bağımsızlık yolundaki mücadeleleri yalnızca askeri değil, aynı zamanda entelektüel ve diplomatik cephede de sürdü. Kwame Nkrumah gibi Afrika’nın önde gelen liderleri, Pan-Afrikanizm adı altında bir kıta birliği ve iş birliği hareketi başlattılar. Bu düşünce, Afrika’nın özgürleşmesinin tek yolunun bir araya gelmek ve sömürgeci güçlere karşı ortak bir dayanışma sergilemek olduğu temeline dayanıyordu. Nkrumah’ın önderliğinde Gana, 1957 yılında Afrika’da bağımsızlığını kazanan ilk ülke oldu. Diğer ülkelere de ilham veren bu düşünce, Afrika halklarını bir araya getirerek kıtanın ortak bir kimlik ve dayanışma ruhu kazanmasına katkı sağladı.
Etnik ve dini farklılıkların sebep olduğu başka bir trajik çatışma ise Nijerya’da gerçekleşen Biafra Savaşı’ydı. Nijerya’nın güneydoğusunda çoğunluğu oluşturan İgbo halkı, 1967’de Biafra Cumhuriyeti adıyla bağımsızlık ilan etti. Bu bağımsızlık talepleri Nijerya hükümeti tarafından reddedilince çatışmalar başladı ve iç savaş patlak verdi. Ülke geneline yayılan askeri harekâtlar, açlık ve hastalık gibi sebeplerle yaklaşık iki milyon insan hayatını kaybetti. Savaş bittiğinde, Nijerya’nın etnik ve dini bölünmüşlüğü daha derinleşmişti.
Kıtanın çeşitli bölgelerinde yaşanan etnik çatışmalar ve iç savaşlar, Afrika’nın bağımsızlık sonrası dönemde sınırların ve etnik çeşitliliğin kontrol edilmesi konusunda büyük zorluklar yaşadığını açıkça ortaya koyuyordu. Avrupa’nın çizdiği sınırlar toplumu bir bıçak gibi keserek derin sosyal yaralar açmış; tedavi edilmeden üzeri kapatılan yaralar ise zaman içerisinde iltihaplanarak kocaman bir kıtayı açlık, savaş ve belirsizlik içinde bırakmıştı.
Bir çıkış yolu arayan Afrika devletlerinin yardımına yine zaten niyetlerinin halis olmadığını bildiğimiz Batı ülkeleri koşacaktı. Afrika devletlerinin ekonomik kalkınma için aldıkları yardımlar borç yükünü artırdı ve sistemi yardımlara bağımlı hale getirdi. Afrika ülkelerinin kendi politikalarını özgürce belirleme hayalleri artık bu yardımlar ile imkansız hale geliyordu. “Borç krizi” yolsuzluk ile birleşince, bu yardımlar ülkelerin sanayileşmesine katkı sağlamaktan çok, onların dışa bağımlı kalmalarına zemin hazırlayacak ortamın oluşturulması ve sürdürülmesi için kullanılmaya devam etti.
Tüm bunların yanı sıra, Afrika çevresel sorunlarla da mücadele halindeydi. Tarım, madencilik ve ormancılık gibi sektörlerde aşırı kaynak kullanımı, kıtanın doğal dengesini bozmuştu. Ormanların yok edilmesi, toprak erozyonu ve su kaynaklarının kirlenmesi gibi çevresel sorunlar, kıtada yoksulluğu daha da artırdı. Kırsal alanda yaşayan Afrikalıların geçim kaynakları yoktu.
Kırılgan Afrika toplumu, soğuk savaş döneminin getirdiği küresel baskılar ve düzenlemelerden etkilenen bölgelerin başında geliyordu. Afrika, ABD ve Sovyetler Birliği’nin etkisi altında bir ideolojik savaşın ortasında kaldı. Birçok Afrika ülkesi, Batı veya Doğu Blokları tarafından desteklenen rejimlerle yönetildi. Kıta, iki süper güç arasındaki mücadelede taraf olmak zorunda bırakıldı. Bazı ülkelerde görülen askeri darbeler, iç savaşlar ve diktatörlük rejimleri bu ortamdan beslendi. Küba ve Sovyetler Birliği gibi ülkeler, bazı Afrika ülkelerine askeri destek sağlarken; Batılı ülkeler ise kapitalist düzeni yaymak amacıyla hareket etti. Afrika’da şimdi de sosyalist ve kapitalist ideolojilerin mücadelesi vardı. Halbuki bağımsız Afrika’nın asıl ihtiyaç duyduğu şey istikrar ve kalkınmaydı.
1980’li yılların başında Afrika’daki birçok ülke bir yandan sömürge döneminin yol açtığı etnik, siyasi ve ekonomik zorluklarla boğuşurken; bir yandan da küresel ekonomik dalgalanmalar ve düşen hammadde fiyatlarıyla baş etmek zorunda kaldı. Ekonomik istikrar sağlanamıyor, yerel sanayiler gelişemiyor ve halkın yaşam koşulları iyileştirilemiyordu. Ama Afrika çaresiz borçlanmaya devam etti.
IMF ve Dünya Bankası gibi kuruluşlardan borç alarak kısa vadeli ekonomik ihtiyaçlarını karşılamaya çalışan Afrika devletlerinin çoğu, sorunlarını çözemediği gibi bir de ağır borçlanma şartlarının yarattığı yeni sorunlarla karşı karşıyaydı. IMF ve Dünya Bankası, Afrika ülkelerine borç verirken bu ülkelerden “yapısal uyum programları” uygulamalarını talep ediyordu. Bu programlar kapsamında kamu harcamalarının kısılması, sosyal hizmetlerin azaltılması, devletin ekonomideki rolünün küçültülmesi ve özelleştirme politikaları gibi sert önlemler dayatıldı. Ama bunlar kıtadaki yoksulluğun azaltılmasının yöntemi değildi ki; neticede sosyal ve ekonomik sorunlar daha derinleşti.
Ama karamsar olmayalım, Afrika’da bir yeniden yapılanma hareketi ve bağımsız kalkınma arayışı vardı. Afrika Birliği Örgütü’nün (OAU) çabalarıyla Afrika ülkeleri arasında iş birliği, barış ve kalkınma projeleri geliştirilerek kıtada yeni bir dayanışma doğdu. OAU, 1963’te kurulmuş olmasına rağmen, 1980 ve sonrasında kıtadaki istikrarsızlık ve yoksullukla mücadele etmek için daha aktif bir rol üstlenmeye başladı. Bu süreçte Afrika ülkelerinin kendi aralarındaki dayanışmayı artırma ve kıtanın sorunlarına kalıcı çözümler bulma yolunda önemli adımlar atıldı.
21. Yüzyılda Afrika: Kalkınma Arayışları ve Küresel Entegrasyon (2000-Günümüz)
Küreselleşmenin etkisini artırması ile birlikte, Afrika uluslararası ticaret sistemine entegre olmaya başlıyordu. Afrika uluslararası arenada yalnızca doğal kaynak sağlayıcısı olarak değil, masada söz hakkı olan bir üye olarak anılmak istiyordu. Çin, Hindistan ve ABD gibi büyük ekonomiler, Afrika’nın doğal kaynaklarına olan ilgilerinden dolayı kıtaya büyük yatırımlar yaptılar. Özellikle Çin, kıtada altyapı projeleri ve maden çıkarma faaliyetlerinde önemli bir rol üstlenerek Afrika ekonomisine doğrudan katkı sağladı. Çin’in Afrika ile olan bu yakın ilişkisi, bazı Afrika ülkeleri için ekonomik büyüme fırsatları sunarken; aynı zamanda kıtanın Çin’e olan ekonomik bağımlılığını da artırıyordu.
Afrika’nın ekonomik gelişimi, tarım, madencilik ve turizm gibi sektörlerde çeşitli reformlarla desteklendi. Afrika Birliği’nin (AU) 2002 yılında yeniden yapılandırılması ile ortak kalkınma projeleri ve bölgesel iş birliğinin artırılması çabaları ivme kazandı. AU’nun kıtadaki barış ve güvenliği sağlamak, yolsuzlukla mücadele etmek ve ekonomik entegrasyonu desteklemek konusundaki çalışmaları, Afrika ülkeleri arasında yeni bir dayanışma ruhu yarattı. NEPAD (Afrika’nın Kalkınması için Yeni Ortaklık) gibi girişimlerle, Afrika’nın kendi ayakları üzerinde durması ve küresel ekonomide rekabet edebilmesi için çeşitli kalkınma projeleri yürütüldü. Ancak bu projelerin kalıcı etkisi ülkeden ülkeye değişiklik gösterdi; bazı bölgelerde kalkınma hızlanırken, diğer bölgelerde yoksulluk ve işsizlik oranları aynı seyirde devam etti.
2021 yılında yürürlüğe giren Afrika Kıtasal Serbest Ticaret Bölgesi (AfCFTA), kıta içi ticaretin artmasını ve ekonomik büyümenin hızlanmasını hedefleyen önemli bir adımdı. Bu anlaşma, kıta içindeki ticaretin maliyetlerini düşürmeyi ve Afrika’nın küresel ekonomiyle daha rekabetçi hale gelmesini sağlamayı amaçlıyordu. Ayrıca, Doğu Afrika Topluluğu (EAC) ve Batı Afrika Ekonomik Topluluğu (ECOWAS) gibi bölgesel iş birlikleri, ticaret ve kalkınma projelerini desteklemek için önemli roller üstlendi.
Kıtadaki güvenlik sorunlarını daha karmaşık ve sıkıntılı hale getiren faktörlerden biri artan terörizm olaylarıydı. Sahel bölgesinde faaliyet gösteren El Kaide ve IŞİD bağlantılı gruplar, yerel yönetimlerin zayıflıklarını kullanarak bölgede etkilerini artırdı. Bu gruplar, yerel halkın güvenliğini sürekli olarak tehdit etmenin yanı sıra, bölgenin eğitim ve sağlık altyapısına ciddi zararlar verdi. Fransa’nın yürüttüğü askeri operasyonlar ve BM barış gücü misyonları, bu tehdidi kontrol altına almaya çalışsa da yerel topluluklar güvenlik stratejilerine entegre edilmeden kalıcı bir çözüm sağlanması zor görünüyor.
Kentleşme arttıkça, şehirlerde altyapı yetersiz kaldı. Nairobi, Lagos ve Kinşasa gibi büyük şehirlerde gecekondu bölgeleri hızla büyüdü. Kentleşmenin hız kazanması ile kırsal bölgede tarımsal üretim azaldı, ekonomik dengesizlikler arttı. Bununla birlikte, dijital dönüşüm Afrika ekonomisinde yeni fırsatlar yarattı. Kenya’da mobil ödeme sistemi M-Pesa, kırsal alanlarda finansal erişimi artırarak ekonomik katılımı güçlendirdi. Nijerya ve Güney Afrika gibi ülkeler ise teknoloji girişimciliği ve yenilikçi çözümlerle ekonomilerini çeşitlendirme çabalarını hızlandırdı.
Öte yandan salgın hastalıklar, 21. yüzyıl Afrika’sında halen ciddi bir sorun olmaya devam ediyor. AIDS, sıtma, kolera ve ebola gibi salgınlar yayılmaya devam ediyor. COVID-19 pandemisinden en çok etkilenen bölgelerden biri Afrika’ydı. Kıtadaki sağlık sistemlerinin ne denli kötü olduğuna hepimiz şahit olduk.
Afrika’nın Geleceği ve Çin
Afrika ve Çin ilişkilerine dikkatli bir bakış atfetmek gerekiyor. Son yıllarda Afrika, kalkınma hedeflerine ulaşmak için küresel ortaklık seçeneklerini genişletirken, Çin’le kurulan stratejik ortaklıklar özellikle öne çıkıyor. Çin, Afrika’da altyapı projelerine yaptığı yatırımlarla bölge ekonomisini destekliyor; yol, köprü, enerji santrali, liman gibi projelerle hem ticaret hacmini büyütüyor hem de istihdam alanları yaratıyor. Ancak bu yatırımlar, bir yandan Afrika’ya fayda sağlarken bir yandan da kıtayı Çin’in ekonomik ihtiyaçlarına hizmet eden bir kaynak konumuna getirme riskini taşıyor.
Afrika, Çin’le ortaklık stratejisiyle değer üreten bir üretim merkezi haline gelmelidir. Aksi takdirde daha önce olduğu gibi gelecekte de bağımsız olamayabilir. Halbuki dış yatırımları ve küresel entegrasyonu kendi uzun vadeli hedefleri doğrultusunda yönetmelidir. Bu, Afrika’nın Çin dış yatırımlarını stratejik bir araç olarak kullanarak iç büyümeyi destekleyip, yenilikçiliği ve yerli sanayiyi güçlendirmesiyle olacaktır. Afrika, artık geleceğe umutla bakmalı; genç nüfusu ve kültürel zenginliği, küresel arenada daha güçlü bir konuma erişmek için kullanmalıdır. Kıtanın büyük bir potansiyeli var. Neler olacak; bekleyip göreceğiz.