Geçtiğimiz yıl 404 milyon adet kitap basılan ve 1,5 milyar dolarlık bir büyüklüğe ulaşan yayıncılık piyasasında, şimdilerde kitabını parayla yazdırma işi revaçta. Maliyetini karşılayıp eserinizi bastırmaktan bahsetmiyoruz, birileri ücret karşılığı biyografi, roman, deneme gibi farklı türdeki çalışmanızı yazıyor. Özellikle ünlüler, yönetici ve CEO’lar basım maliyetini kendileri karşıladığı gibi yazarın emeğini, kalemini ve hatta bakış açısını satın alıp, nihai ürüne ismini veriyor.
20 ila 50 bin lira arasında değişen ücretler piyasada konuşuluyor. Bu işi genelde yayınevlerinde çalışan editörler yapıyor ve onlara ‘Gölge yazar’ deniyor. Özellikle metro veya işlek yerlerde son dönemde artan kitap ilanlarını görüyorsunuzdur. Yeni albüm çıkarmış şarkıcı edasıyla kitap kapağına poz vermiş birçok ünlü ismin bu yolu denediğini öğreniyoruz. Amaç kitabın satışından ziyade, kişiye sağlayacağı maddi ve şahsi fayda.
Paranız varsa ve kusursuz bir çalışma isterseniz 100 bin lirayı bulan maliyeti karşılamak zorundasınız. Önce belli bir kaparo ile işe başlanıyor, yazım aşamasında ilerledikçe değişen meblağlarla ödeme devam ediyor. Sektörün ana müşterisi ise, kitap yazacak teknik bilgisi, zamanı ve entellektüel birikimi olmayan kişiler. Bu nedenle bastırıyor parayı, satın alıyor birinin emeğini.
‘Bir kitabım olsun, biyografimi kitleler okusun, romanlarım duygulara dokunsun’ diyenler soluğu gölge yazarların yanında alıyor. İçeriği, sayfa sayısı ve süresine göre ücret belirliyorlar. Mesela 100 sayfalık 1 yılı olan bir çalışma ile 200 sayfalık acil 4 ayda çıkacak bir kitabın fiyatlandırması aynı olmuyor. Peki ama neden kitap sahibi olmak için bu kadar riske ve maliyete katlanılıyor? Cevabı basit: prestij.
Özellikle iş dünyası için etkili bir itibar kaynağı. Ünlüler de imza günlerine katılarak şöhretlerine edebi bir değer katma derdinde.
Pena Yayınları Yayın Yönetmeni Özkan Özdem’e göre, iş, medya ve spor dünyasından isimler, entelektüel zeka gerektiren bir alanda kendilerini kanıtlamak için bu yolu deniyor. Popüler kişiliklerin ‘popüler’ yayınlarında profesyonel yardım aldığını anlatan Özdem, “Editörler aslında kitapların gerçek yazarı. Zamanın ve emeğin büyük bir kısmını ‘hayalet yazar’ harcıyor” diyor.
Peki “Bir blog açıp yazılarını paylaşmakla yetinseler olmuyor mu?” sorusunu soran Özkan Özdem cevabı yine kendi veriyor: “Oluyor ama yeni sosyal düzende artık bunun yeterli bir çekiciliği yok. İsteyen herkes sosyal medya mecrasında çalışmalarını paylaşabiliyor. Ancak yayınevinden kitabınızın çıkması, bir otorite tarafından yayınlanmaya uygun ve edebi bir yapıt olarak görüldüğü imajını veriyor. Sosyal medyada yazdığınız şiirleri, hikâyeleri, birçok okur okuyabilir. Ama bir otorite tarafından bu metinlerin içeriği takdir edilmeyince, sanal alem ‘popüler’ kişiler için tatmin edici bir gerçeklik olmuyor.”
İletişim Uzmanı ve Yazar Ali Saydam, azalan basım maliyetleri sayesinde, kitabın bir itibar yönetimi aracı olarak halkla ilişkiler dünyasında daha fazla yer aldığını söylüyor. Saydam, yöneticilerin kendilerinin ve kurumlarının ticari başarısı için, bazı durumlarda ‘Ghost writer’ (Hayalet ya da Gölge Yazar) kiraladığını aktarıyor. İş dünyasının ve bazı akademisyenlerin ucuz iletişim aracı olarak başvurduğu kitap yayınlama furyasının bir gün ters tepeceğini düşünen Ali Saydam, rekabetçi avantaj sağlamanın yolunun stratejik ürün, hizmet ve fikir üretiminden geçtiğini vurguluyor.
Kişisel gelişim ve aşk kitaplarının sayısındaki artışı konuştuğumuzda Saydam bir konuya dikkat çekiyor: “Bu durum günümüz toplumunun hangi konuda zaaf içinde olduğuna işaret olarak algılanabilir. Bugün 23 yaşındaki üniversite mezunu arkadaş yanımıza gelip ‘Hocam ben yaşam koçu olmak istiyorum. Ne yapayım?’ diye soruyorsa, kapitalist tüketim toplumunun ilişkileri içine soktuğu kaotik ortam düşünülebilir. Buradan çıkmak için çırpınan insanların oluşturduğu dramatik ortamın söz konusu alandaki yayınların sayısını da etkilediğini düşünüyorum…”
Ali Saydam, kitabının çevirisi için iletişime geçtiği Alman meslektaşı ile anısını şöyle paylaşıyor : “Bana kaç tane satıldığını sordu. Göğsümü gere gere edebiyat dışı eserler için hiç de küçümsenmeyecek bir rakama ulaştığımızı ve 30 binden fazla satıldığını söyledim… Yüzünde beliren tebessümü hiç unutmam. Beni kırmamaya büyük özen göstererek demişti ki, ‘Sevgili Ali, biz yeni çıkan bir kitaptan sadece medyaya ve etkileyicilere tanıtımı için en az 30 bin nüshayı bedava dağıtıyoruz’…” Saydam’ın bu haberdeki son cümleleri kolaycı dünyaya ders niteliğinde: “Ülkemizde üst yapı ürünleri (yumuşak güç), en az alt yapı ürünleri (sert güç) kadar hatta ondan daha da fazla kıymet kazanmadıkça basılan kitapların pek çoğu kâğıt, para, zaman, insan kaynağı israfından öteye gidemeyecektir…”
Anlayacağınız matbaası dijital, maliyeti az; emeği satılık, zahmeti az. Al sana araba parasına entellik. Kolayca satın alabilirsiniz. Hem de tereddütsüz. Bu kolay dünyaya inat son sözü Orhan Seyfi Orhon’a bırakıyoruz, hem de tereddütsüz: “Sarahaten, acaba, söylesem darılmaz mı? Desem ki: ‘Ben, seni..’ yok dinlemez ki, hiddet eder! Niçin? Bu sözde ne var? Sanki hiddet etse ne der? Desem ki: ‘Ben, seni pek..’ Ya kızar, konuşmazsa? Desem ki: ‘Ben, seni pek çok..’ Hayır, kızar bilirim, Tereddütüm acaba hiddetinden az mı elim? Desem ki: ‘Ben, seni pek çok..’ Sakın gücenme emi, Sakın gücenme, eğer anladınsa sevdiğimi…”