Soğuk Savaş sonrasında birçok uluslararası sorunda aynı düzlemde buluşamayan ABD ve AB, pandemi ve sonrasında Rusya’nın Ukrayna’yı işgal girişimiyle başlayan süreçte bir blok gibi davranmaya başlamış gözüküyor. Hatta “Batı’da yeni bir kutup mu oluşuyor?” sorusu sıkça sorulmaya başlandı. Bu sürecin en azından siyasi kazananının şimdilik ABD olduğu hissi kuvvetli... AB ülkeleri, AB ordusunun kurulamaması gerçeği içerisinde, NATO’nun hala kendileri için vazgeçilmez bir güvenlik örgütü ve bu örgütün temel liderinin de ABD olduğunu kabul etmiş durumdalar.
Bu kabul AB üyesi olup, NATO üyesi olmayan Finlandiya ve İsveç’in güvenliklerini NATO içerisinde arama isteğini perçinledi. Finlandiya ve İsveç yönetimleri, Rusya karşısında tarafsız kalmanın kendilerine bir güvence sağlamadığı kanaatine vardılar. Ukrayna’daki sivil kayıplar, her iki ülkede tarafsızlığı savunan kesimin çoğunu NATO üyeliğini desteklemeye yönlendirdi. Bu fikir değişikliğinde AB’nin çatısı altında yetişen genç nüfusun etkisi büyük.
“Finlandiya ve İsveç’in NATO üyeliğine Rusya Federasyonu nasıl bir tavır alır?” sorusuna cevap aranırken, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “iki ülkenin üyeliklerine sıcak yaklaşamayız” açıklaması NATO içerisinde adeta soğuk duş etkisi yarattı. Erdoğan’ın bu yaklaşımını, Yunanistan’ın NATO’nun askeri kanadına geri dönüşü için verilen onayın yanlışlığıyla özdeşleştirmesi dikkat çekti.
Türkiye’nin 1974 Temmuz’unda Kıbrıs’a müdahalesi sonrası Yunanistan; NATO’nun, Türkiye’nin Kıbrıs’a müdahalesini engellemediğini öne sürerek NATO’nun askeri kanadından ayrıldı. Bu olay, NATO içerisinde tedirginlik yaratırken Batılı güçler; Yunanistan’a NATO’ya dönmesi, Türkiye’ye ise bu dönüşe olumlu tavır takınması yönünde baskıda bulundular.
Dönemin NATO Avrupa Müttefik Kuvvetleri Yüksek Komutanı Alexander Haig ve ardından bu göreve gelen ABD’li General Bernard Rogers’ın girişimleri, 1976 yılından askeri darbeye kadar geçen süreçte kurulan hükümetlerin Başbakanları Bülent Ecevit ve Süleyman Demirel nezdinde bir sonuç vermedi.
ABD; Sovyetler’in Afganistan işgali ve İran’da yaşanan devrim sonrası iki müttefik arasındaki sorunların çözümü ile Yunanistan’ın NATO’nun askeri kanadına dönüşü üzerindeki isteklerini bir baskıya dönüştürdü. Sonraki süreçte ABD’nin bilgisinin var olduğu ortaya çıkan 1980 askeri darbesi sonuç almayı kolaylaştırdı. ABD yalnızca Kenan Evren ile değil Başbakan Yardımcısı Turgut Özal ve Dışişleri Bakanı İlter Türkmen ile gerçekleştirdiği görüşmelerde de, Yunanistan’ın NATO’nun askeri kanadına girmesine yönelik isteğini belirtirken, bu istekler karşısında Türk tarafının ekonomik ve askeri yardım talepleri dikkat çekti. Bu görüşmeler Yunanistan’ın NATO’nun askeri kanadına dönüşünün bir hükümet politikası olduğunu göstermekte… Nitekim, Rogers’ın şifahi olarak verdiği “Yunanistan, Türkiye’nin Avrupa Topluluğu ile ilişkilerini engellemeyecek” yönündeki asker sözüne (!) istinaden Türkiye, Yunanistan’ın NATO’nun askeri kanadına dönüşüne yönelik vetosunu kaldırdı.
Sonuç mu? Bu kararın hemen arkasından Yunanistan, yükümlülükleri yerine getirip getirmediğine bakılmaksızın AB tam üyeliğine kabul edilmekle kalmamış, göstermiş olduğu büyük çabalarla Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’ni de AB üyesi yapmıştır. Sonrası mı? 42 yıldır her alanda Yunanistan vetosuyla karşı karşıyayız… bu tek örnek değil tabii ki…
Türkiye Nisan 2009’da, PKK lehine terör propagandası yapmakla suçladığı Roj TV kanalının yasaklanmaması, karikatür krizi ve Danimarka’nın Türkiye’nin Avrupa Birliği üyelik sürecine karşı politikalarını gerekçe göstererek Danimarka Başbakanı Anders Fogh Rasmussen’in NATO Genel Sekreterlik adaylığına karşı çıktı. Bu süreç içerisinde dönemin ABD Başkanı Barack Obama’nın Türkiye’nin çekincelerine yönelik garantör olmasıyla sorun çözüldü. Akabinde, Danimarka’da Roj TV’nin kapatılması dikkat çekicidir. Ancak sonrasında Norveç’ten lisans alan başka televizyonların açıldığı da unutulmamalıdır.
General Charles de Gaulle, 1966 yılında, ABD’nin Avrupa güvenlik mimarisinde tek taraflı karar almasına tepki olarak ‘’Fransa’nın bağımsız bir savunma politikasına ihtiyaç duyması gerektiği’’ düşüncesiyle ülkesini NATO’nun askeri kanadından geri çekmişti. Bu geri çekiliş dönemin Devlet Başkanı Jacques Chirac’ın, 1996 yılında, Fransa’nın NATO askeri kanadına ‘’aşamalı olarak’’ döneceğini açıklamasıyla son buldu. Bu tarihten 2009’a kadar olan süreçte, Fransa askeri operasyonlara katılmış ancak askeri karar mekanizması dışında bırakılmıştır. Fransa’nın 2009 yılında NATO’nun askeri kanadına dönmesi Fransa ile olan tüm sorunlarına rağmen Türkiye tarafından “sevindirici bir gelişme’’ olarak nitelenmiştir.
Türkiye, 2019 yılında, Suriye’de ABD destekli PYD/YPG’nin NATO tarafından terör örgütü olarak nitelenmesini talep etmişti. Bu talebi yerine gelmedikçe de Baltık ülkeleri ve Polonya için hazırlanan güvenlik planına onay vermeyeceğini belirtmesine rağmen NATO’nun Londra Zirvesi’nde (2019) sorumlu bir üye tutumu sergileyerek veto hakkını kullanmamıştır.
Tüm bu örneklerin gösterdiği bir gerçek var ki Türkiye, NATO’nun güvenilir ve sadık bir ortağı olmanın yanında NATO’nun genişleme sürecinde her ülkeye her zaman destek olmuş, örgüt içerisinde oluşan sorunların çözümünde ise sorumlu güç anlayışıyla hareket edebilmiştir. Ancak tüm bu olumlu yaklaşımların karşılığının alınıp alınmadığı konusu bir muamma olarak karşımızdadır. Bu durum her dönem tartışmaların merkezine oturmuştur.
Yukarıdaki belirtilen olayların bir benzeriyle bugün yine karşı karşıyayız. NATO üyeliği isteyen iki ülke Türkiye’nin terörle mücadelesine rağmen, Suriye’deki terörist yapılanmaya siyasi ve maddi destek verirken, Türkiye’nin terör örgütü üyelerinin (FETÖ, PKK vb.) iade taleplerini de reddediyor. Bunun yanında Türkiye’nin savunma sanayiine yönelik ithalatına da kısıtlama getirmektedirler.
Türkiye ise NATO üyesi olmak isteyen iki ülke ile rasyonel bir müzakere yürütüyor. Bu iki ülkeden gelecek heyetlere, prensip olarak NATO’nun genişlemesine değil, kendilerinin PKK/PYD konusundaki politikalarına karşı olduğumuz ifade edilecektir. Velev ki yazılı bir mutabakat ile bunun gelecekte olmayacağını kayda geçirdik, bu yeterli midir? Sorun sadece bu iki ülkenin PKK/PYD’ye desteğiyle sınırlı değil…
Başta ABD olmak üzere pek çok NATO üyesi PYD’ye sanki PKK değilmiş gibi destek vermekle kalmıyor, PKK’nın Avrupa’daki örtülü faaliyetlerine de hiçbir müdahalede bulunmuyor. Dolayısıyla bu ülkelerle görüşürken Avrupalı ülkelerini, teröre verdikleri destek konusunda gerçeklerle yüzleşmeye zorlamalıyız. Ama şu da bir gerçek ki; PYD/YPG konusunu ABD ile ele almadan sonuç almak ve bizim aleyhimize olan çifte standardı önleyebilmemiz neredeyse imkânsız. Aksi durumda PYD/YPG konusunda ABD’yi destekleyen iki yeni NATO ülkesiyle daha karşı karşıya kalırız…
Diğer yandan iki ülkenin NATO üyeliğinin Avrupa’yı daha güvenli bir yer yapmayacağı da açık bir gerçek. Bu iki ülkenin NATO’ya kabul sürecine kadar geçecek süre zarfında Finlandiya ve İsveç’e NATO dışında çeşitli güvenlik taahhütleri sunulması mecbur gibi görünüyor. Ama daha önemlisi Rusya’nın üyelikleri engellemede sonuç alamayacağı düşüncesindeki bir yanılgının 3. Dünya Savaşı’nın ayak sesleri anlamına geleceği de unutulmamalıdır.