Türkiye'nin terör mücadelesi birincil mesele olmaya devam ederken, ne yazık ki Türkiye'nin terörle mücadelesinde karşısında yer alan aktör sayısını sadece bir terör örgütü ile sınırlandırmak mümkün değildir. Militan devşirmesinden terörün finansmanına, propaganda stratejilerinden örgütsel yapılanmasına ve eylem profiline kadar birbirinden ayrılan 3 farklı terör örgütüyle aktif bir şekilde mücadele eden Türkiye'nin birincil önceliğinin “terör” olması da bu noktada elbette şaşırtıcı değildir.
Türkiye'nin siyasal tarihinde terörle mücadele oldukça önemli bir yer tutmaktadır. Geçmişte Ermeni terör örgütü ASALA ile olan mücadelesinde ve 1984'ten bu yana PKK ile olan mücadelesinde yalnız bırakılan Türkiye, hâlihazırda devam etmekte olan terörle mücadelesinde de yalnız bırakılmış bir NATO üyesi ülkesi durumundadır. Bunun da ötesinde, Avrupa Birliği'nin vize serbestisi görüşmelerinde terörle mücadelede mevzuat değişikliği diretmesi, ABD'nin DAEŞ'e karşı olan sözde mücadelesinde PKK'nın Suriye'deki kolu olan PYD'yi desteklemesi ve FETÖ lideri Fethullah Gülen'in Türkiye'ye iadesi konusunda müttefikinin(!) meşru talebine gereken şekilde cevap vermemesi Türkiye'nin terörle mücadele sürecinde dün olduğu gibi bugün de yalnız olduğunu bir kez daha göstermektedir.
Türkiye'nin terörle mücadele sürecinde yalnızlığa itilmesi sadece bunlarla sınırlı değildir. Türkiye'nin yıllardır istediği İHA'ları Türkiye'ye satmak konusunda ayak sürüyenin de ABD olduğu unutulmamalıdır. Fakat şunu da önemle vurgulamak gerekir ki, Kıbrıs Barış Harekâtından sonra Türkiye'ye yönelik konulan silah ambargosunda olduğu gibi, Türkiye'nin herhangi bir silah talebine oldukça yavaş şekilde cevap verilmesi ya da geri çevrilmesi gibi gelişmeler savunma sektörünün cesur adımlar atarak kendi ayakları üzerinde durması noktasında Türkiye'de güçlü bir motivasyon oluşturmaktadır.
22 Temmuz 2015'ten itibaren başta PKK'ya karşı tam saha baskı şeklinde sürdürülen terörle mücadele süreci ise tüm hızıyla devam etmektedir. Geçen süreçte hem DAEŞ, hem de PKK ile mücadele eden Türkiye'nin terör örgütleri listesine tarihte eşi benzeri görülmemiş ölçekte hareket ve imkân kabiliyetine sahip olan FETÖ terör örgütü de eklenmiş bulunuyor. Aynı anda farklı terör örgütleriyle mücadele edebilmek, kısa vadede (taktik açıdan) başarılı olarak sürdürülüyor olsa da, yukarıda bahsedildiği üzere bu 3 terör örgütünün dinamiklerinin farklı olması nedeniyle, bu terör örgütlerinin A'dan Z'ye incelenerek ayakları yere basan bir terörle mücadele stratejisinin hazırlanmasını zorunlu kılmaktadır. Aksi takdirde Türkiye'nin bu örgütlerle olan mücadelesi taktik düzeyde (kısa ömürlü) kalarak teröristle mücadelenin ötesine geç(e)meyecektir.
Türkiye'nin 22 Temmuz 2015 tarihinde PKK terör örgütünün çözüm sürecini terk ederek silahlı saldırılarına tekrardan başlaması ve kentsel alanları savaş alanı olarak seçmesi Türkiye'yi tarihinde ilk defa kentsel alanda yoğun bir çatışma süreciyle karşı karşıya bırakmıştır. İlk deneyime rağmen, kısa sürede askeri açıdan çatışma coğrafyasını kavrayan Türkiye, sahada asker ve polis tarafından gerçekleştirilen müşterek operasyonlar ile PKK'yı bozguna uğratmıştır. Operasyonların diğer bir boyutu olan kırsal alanda ise askerin karadan arazi tarama faaliyetleri ve havadan insansız hava araçlarının desteğinde devam etmektedir. Kırsal alana geri çekilen ve eylemlerine tekrardan kırsal alanda devam eden terör örgütü bu kez de Türkiye'nin teknolojik olarak kazandığı yeni yetenekler ile nefes alamaz hale gelmiştir. Bir terörist hareketliliği görüldüğünde intikal durumuna göre bölgedeki savaş helikopterleri ya da savaş uçakları tarafından bombalanan teröristlere müdahale süresi geçtiğimiz haftalarda daha da kısalmış bulunuyor. Bayraktar TB2 silahlı İHA'nın terörist gruplara anlık müdahalede bulunabilmesiyle birlikte Türkiye çok önemli bir avantaj kazanmıştır. Bu müdahale süreci ise Türkiye'nin terörle mücadelesindeki hem personel kaybını hem de ekonomik kaybını önemli ölçüde azaltacak bir gelişmedir.
Müttefik(!) ABD'nin 2003 yılında Irak'ı işgal etmesinin Türkiye'nin ulusal güvenliğine yönelik yarattığı ilk etki PKK'nın 2004 yılında ateşkes sürecini bozması olmuştur. Ardından ise üniter yapısı bozulan Irak, ülke içerisinde izlenen Şii yanlısı politikalar nedeniyle Sünni ayaklanmaların ortaya çıktığı ve bu ayaklanmaya katılanlardan bazılarının ise Irak El-Kaide'si altında bir araya geldiği ve de facto olarak devlet aygıtının ortadan kalktığı kaotik bir coğrafyaya dönüşmüştür.
2011 yılında Suriye'de başlayan iç savaşın ardından, Irak El Kaide'sinin Irak ve Şam İslam Devleti adını almasıyla birlikte, savaş alanının Irak ve Suriye'nin bir kısmını kapsayacak şekilde genişletilmesi Türkiye'nin güney sınırları boyunca güvenliğini ciddi şekilde tehdit etmeye başlamıştır. Bu süreçte müttefiklerine defalarca karşı karşıya olduğu güvenlik tehdidinden bahseden Türkiye, Batılı müttefiklerinin sürece duyarsız kalması nedeniyle DAEŞ terör örgütüyle olan mücadelesinde de yalnız kalmıştır. Her ne kadar Türkiye DAEŞ karşıtı koalisyonun içerisinde yer alsa da, Batılı müttefiklerinin DAEŞ'e karşı PKK'nın Suriye kolu olan PYD ile işbirliğine gitmesi koalisyonu itibarsızlaştırmakla birlikte, Türkiye'nin farklı örgütlerle yürüttüğü terörle mücadelesinde müttefiklikten(!) kaynaklanan desteği almasını da ciddi bir şekilde engellemektedir.
93 yıllık Cumhuriyet tarihinde ve Orta Asya'dan Anadolu'ya kadar uzanan Türk tarihinde Fethullahçı Terör Örgütü'nü (FETÖ) karşılaşılan en büyük tehdit olarak tanımlamak şüphesiz abartı olmayacaktır. Eylem ve söylemleriyle 40 yılı aşan bir süredir devlet içerisinde yapılan Fethullahçı Terör Örgütü, her darbe süreciyle birlikte kendisini devlet içerisinde yapısal olarak daha da güçlendirmiştir. Uzun yıllardır Türkiye Cumhuriyeti devletinin bölünmez bütünlüğünü ve bekasını hedef almaya devam eden bu yapıyla mücadelede şüphesiz ilk öncelik devlet kadrolarında liyakat merkezli personel alımı ve atamaları olmalıdır. Bunun teknokratik bir saplantı haline getirilmeden gerçekleştirilebilmesi ise ayrıca önemlidir. Devlet içinde devlet şeklinde hareket eden bu terör örgütü, 7 Şubat 2012'de Türkiye'nin gözü ve kulağı olan istihbarat teşkilatına, 17/25 Aralık 2013 tarihlerinde Emniyet ve yargı içerisine sızdırdığı teröristlerle ülkenin yürütme erkine, son olarak 15 Temmuz 2016'da ise Türkiye Cumhuriyeti'nin tamamına yönelik bir darbe vurmaya kalkmıştır. 15 Temmuz sonrasında FETÖ'ye yönelik operasyonlar hız kazanmasına rağmen, henüz deşifre edil(e)memiş pek çok yurtiçi hücresinin bulunduğu ve yurtdışındaki faaliyetlerinin ise kesintisiz olarak devam ettiği bilinmektedir. Özellikle örgütün Afrika ve Orta Asya'daki varlığının ortadan kaldırılıp bu coğrafyalarda Yunus Emre, TİKA, YTB, Kızılay, DİB gibi Türk kamu diplomasisinin resmi yüzlerinin olduğundan daha etkin bir şekilde yer alması durumunda hem Türkiye'nin FETÖ ile mücadelesinde hem de Türkiye'ye yönelik uluslararası arenada yürütülen karalama kampanyalarına karşı oldukça stratejik bir cevap verilebilecektir.
Yıllardır defalarca dile getirilse de, bir kez daha söylemek de zarar bulunmamaktadır. Türkiye'nin terörle mücadele sürecinde askeri/polisiye perspektiften başarılı olduğunu kabul etmekte herhangi bir beis bulunmamaktadır. Ancak güvenlik alanında terörist ile yürütülen mücadele, Türkiye'ye sadece taktik (kısa ömürlü) başarı getirmektedir. Çünkü terörle mücadele konusunda yıllardır söylenen siyasi, ekonomik, sosyo-kültürel ve güvenlik politikalarını birleştirebilen ve sürdürülebilirliği olan devlet politikası bağlamındaki büyük strateji (grand strateji) ihtiyacı giderilmiş değildir. Bu strateji ise liyakat esasıyla devlet kadrolarında görev almaya hazır, küresel gelişmeleri okuyabilen Türkiye sevdalısı genç neslin dinamikliği ve vizyonerliği ile çeşitli kurumlarda yıllardır terörle mücadelede aktif görev almış başarılı, liyakat ehli sivil ve asker bürokratların tecrübelerinin birleşmesi sonucunda ortaya çıkıp uygulanabilecektir. Devam eden süreçte Türkiye'nin terörle mücadelesi PKK, DAEŞ ya da FETÖ fark etmeksizin sadece teröristle mücadele perspektifinden tam saha baskı şeklinde gitmektedir. Fakat örgütlere katılım sürecinin kesilebilmesi için bu mücadele sürecinin büyük strateji ekseninde şekillendirilmesi ihtiyacı en başta Türkiye'nin ulusal güvenliği ve bekası açısından hayati önem arz etmektedir.