2011 yılının Mart ayında, Arap Baharı’nın uzantısı olarak başlayan, zaman içerisinde vekalet savaşına dönüşen, Suriye’deki çatışma ortamı, bugün küresel egemenlik mücadelesinin er meydanına dönüşmüş durumda. Türkiye, İsrail ve Rusya bu meydanda bizzat kendi güçleri boy gösterirken, Amerika Birleşik Devletleri ve İran, paravan örgütleri kendilerine siper ederek nüfuz alanı elde etmeye çalışıyor. Yüzölçümü Rize’den biraz daha küçük olan Suriye’nin Afrin ilçesi bu mücadelenin kalbi haline gelmiş durumda. Türkiye, 1970’lerden bu yana toprak bütünlüğünü tehdit eden PKK terör örgütünü ortadan kaldırmanın anahtarı olarak Afrin’i görüyor. Amerika Birleşik Devletleri ise Afrin’deki müttefiki PKK/PYD’nin kaybetmesi halinde bunu Münbiç’in kaybının takip edeceğinin farkında. Devamı ise ABD’nin Deyr ez Zor’daki enerji havzaları dahil Fırat›ın doğusunu tamamen terk etmeye mecbur kalacak olması. Rusya ise Afrin’de Zeytin Dalı Harekatı’na destek vererek Suriye’nin toprak bütünlüğünü sağlamayı hem de ABD’yi bir NATO üyesi eliyle cezalandırmayı istiyor. Ancak Afrin’de olan bitenler bu kadarla sınırlı değil. Zeytin Dalı Harekatı ve icra edildiği Afrin Türkiye açısından dostu-düşmanı ayırt edeceği bir turnosol kağıdı halini almış durumda.
Türkiye, Afrin’de PKK/PYD terör örgütüne ABD tarafından temin edilmiş silahlara karşı savaştığını ısrarla vurgularken, Zeytin Dalı Harekatı ilerledikçe terör örgütüne Avrupa’dan verilen siyasi destek ve hamileri de sisler arasından sıyrılarak kendilerini göstermeye başladı. Türkiye’nin terörle mücadelesini sorgulayan bu NATO müttefikleri arasında ABD’nin ardından ikinci sırada gelen ülke Fransa oldu. Fransa Cumhurbaşkanı Macron, Türkiye’nin yürüttüğü harekatın bir işgal eylemine dönüşmemesi gerektiğini dile getirdi, ardından Dışişleri Bakanı Le Drian’ı Irak’a gönderdi ve yeterli kanıtların ortaya konması durumunda Esad rejimini hedef alacak bir askeri operasyonda yer alabileceğini ilan etti. Tüm bu gelişmelerin 6 yıldır süren iç savaştan ziyade Türkiye’nin Afrin’de yürüttüğü operasyonla ilgili olduğunu tahmin etmek için müneccim olmaya gerek yok. Fransa Cumhurbaşkanı'nın, Türkiye'nin terörle mücadelesini sorgulayan söylemlerinin hangi noktaya vardığını merak edenlere Vatan Gazetesi Ankara Temsilcisi Murat Çelik'in 30 Ocak 2018 günü İstanbul'daki Büyük Kulüp'te "Türkiye-Fransa İlişkileri" konulu konferansta yaşananları kaleme aldığı köşe yazısını okumalarını öneririm. Emekli Büyükelçi Fuat Tanlay’ın, Fransa’nın Ankara Büyükelçisi Fries’e, yaptığı konuşmanın üslubu ve içeriği nedeniyle kapitülasyonların 1923’te Lozan Anlaşması ile sona erdiğini hatırlatmak zorunda kalmış olması buradaki okuyuculara konferansta yaşananlara dair yeterli fikri verecektir.
Fransa bu süreçte yalnız değildi. Almanya parlamentosunda terör örgütünü temsil eden renklerde fularlar takan milletvekilleri, Türkiye ziyaretlerini erteleyen İsveçli bakanlar, Almanya’da camileri hedef alan saldırılara göz yumanlar, İsveç’te Türk diplomatik misyonunun kullandığı araçlara düzenlenen saldırılara seyirci kalanlar da Paris yönetimine eşlik edenler arasındaydı. İspanya merkezli PKK/PYD sosyal medya hesaplarından yürütülen kara propaganda faaliyetleri ile terör örgütü yandaşlarının İsviçre’nin Lozan kentinden Cenevre’ye yaptıkları yürüyüş de Afrin’deki terörle mücadele harekatını engellemeyi amaçlayan odakların diğer ayakları olarak karşımıza çıktı. Bunlara Almanya Savunma Bakanı Ursula von der Leyen’in yine Şubat ayının ikinci haftasına denk gelen Bağdat ve Erbil temaslarını eklemekte fayda var. Almanya bu süreçte, Başbakan Binali Yıldırım’ın ziyareti sırasında PKK ve bağlantılı örgütlerin eylemlerini geçici olarak engelleyerek “bir tavşana kaç tazıya tut” oyunu oynamayı da ihmal etmedi.
Türkiye’nin Afrin, Münbiç ve Ayn el Arab’ı kapsayan terörle mücadelesinde karşı karşıya olduğu cephenin resmini bu şekilde ortaya koyduktan sonra dönelim Amerika Birleşik Devletleri’nin izahı mümkün olmayan Türkiye aleyhtarı politikalarına. Washington yönetiminin Ankara’dan gelen uyarıları gözardı eden tavrını Donald Trump’ın bilgelikten uzak basiretsiz başkanlık yönetimine bağlamak tek başına yeterli olmayacaktır. ABD’nin bir NATO müttefikine karşı fütursuzca bir terör örgütünü destekleyebilmesinin altında daha derin tarihsel gerçekler yatıyor olsa gerek. Bu gerçeklerin başında da herhalde iki ülke arasındaki ilişkilerin 2. Dünya Savaşı sonrasında tesis ediliş biçiminin daha ilk günden içerdiği çarpıklıklar olması geliyor. Anlaşılan o ki Washington’daki askeri çevreler Türkiye’yi hala, 1948’deki gibi Marshall Planı’ndan faydalanmak için kapılarını aşındıran, NATO’ya üye olmak adına ne pahasına olursa olsun dünyanın bir ucuna asker göndermeye hazır, yeri geldiğinde bir başkanlık mektubu ile soydaşlarını kurtaracak bir askeri harekatı hayata geçirmekten aciz bir ülke olarak değerlendiriyorlar. Ama ne bugünkü Türkiye o Türkiye, ne bugünkü ABD o ABD.
Bizler Ankara’da uzun bir süre ABD’nin terör örgütlerini destekleyen tutumundaki ısrarı, Trump yönetimindeki istikrarsızlığa ve yönetimin kendi içerisindeki kafa karışıklıklarına bağladık. Ancak gerek ABD Savunma Bakanı Mattis’in Milli Savunma Bakanı Nurettin Canikli ile görüşmesinde dile getirdiği fikirler, gerek ABD Dışişleri Bakanı Rex Tillerson’ın Ankara ziyareti öncesinde yaptığı açıklamalar, Washington’un Türkiye’nin kafasını karıştırarak zaman kazanmaya çalıştığını, hatta imkan bulursa, 1990’lı yıllarda yaptığı gibi bir şekilde Türkiye’deki siyasi iktidarı ve kamuoyunu uyutacak yöntemlerle PKK’yı hayatta tutacak formüler arayışında olduğuna işaret ediyor. Ne Mattis’in Brüksel’de sarf ettiği “YPG’nin PKK’ya karşı kullanılabileceği” fikri ne de Tillerson’un ağzından çıkan "YPG’ye ağır silah vermedik, dolayısıyla geri almamız gereken bir şey yok" cümleleri bugün bölgede yaşanan gerçeklerin yanında bir ciddiyet içermemekte. Amerikalı muhataplarımızın bölgede oluşan yeni güç dengelerini ve Türkiye›nin blöf yapmadığını anlamamaktaki ısrarı, psikiyatri biliminin ilgi alanına girecek boyuta ulaşmış durumda olduğuna dair bir görünüm sergiliyordu. Ta ki Amerikan Dışişleri Bakanı Tillerson’ın Ankara ziyaretine kadar.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın 3 saat 15 dakika süren ABD Dışişleri Bakanını kabulü, Washington için diyalog yolundaki son büyük fırsat oldu. Bu görüşmenin, Türkiye kamuoyunun ezici çoğunluğunun terörle mücadeledeki kararlılığının Washington tarafından anlaşılmasına katkı yapmış olmasını umalım. Kabulün ardından “Cumhurbaşkanlığı kaynaklarından edinilen bilgiye göre” ibaresiyle kamuoyu ile paylaşılan ifadede “Türkiye’nin tüm bu konulardaki (terörle mücadele, ikili ilişkiler, Suriye ve Irak’taki gelişmeler ) öncelikleri ve beklentileri ABD Dışişleri Bakanı Tillerson’a açık bir şekilde iletildi» cümlesinin altını çizmekte yarar var. Bunun diplomatik dilden Türkçeye tercümesi, «biz söyleyeceğimizi söyledik, artık günah bizden gitti» şeklinde yapılsa herhalde yanlış olmaz.
Nitekim bu ifadenin etkileri Cuma günü Çavuşoğlu ile Tillerson arasındaki görüşmenin iki buçuk saat sürmesi ile kendisini gösterdi. İki bakanın basın toplantısına akredite olan gazeteci sayısının 100’ün üzerinde olması, Tillerson’ın Ankara ziyaretinin ne denli kritik olduğunun bir başka göstergesiydi. Basın toplantısında yapılan açıklamalar, Münbiç özelinde iki ülkenin müttefiklik ilişkisine yeni bir düzenleme arayışında olduklarına işaret etti. Türkiye, sorunun yalnızca ABD’nin PKK/PYD’ye verdiği destekle sınırlı olmadığını, ABD’nin FETÖ’ye verdiği destek ile Türkiye’nin yüksek irtifa hava savunma sistemi ihtiyacına yönelik Washington’dan gelen itirazların da güven ortamını zedelediği gerçeğini masaya koydu. ABD ise Münbiç konusunun çözümü başta olmak üzere sorunların ele alınacağı mekanizmalar kurulması önerisinde bulundu. Eğer, ABD geçmişte olduğu gibi kulağının üzerine yatarak, zaman kazanarak meseleleri uyutma yöntemini benimsediyse bunun da ömrü ancak Mart ayına kadar olacaktır. Türkiye’nin, Afrin’i kontrol altına alması ile eş zamanlı olarak Mart’ta yapılacak toplantılar, iki ülke arasındaki meselelerin ciddiyetine dair Washington’un bir arpa boyu yol alıp almadığının da göstergesi olacak. Artık vaatler ve karşılıksız sözlerle değil, ittifakın icraatlarla sınanacağı günlerdeyiz.
Gelinen noktada, puslu havadan yararlanmaya kalkan Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin bile Amerika Birleşik Devletleri’nden daha gerçekçi bir tavır belirlediğini söylemek mümkün. Zeytin Dalı Harekatı’nın 25’inci günü geride kalırken Kardak ve Kıbrıs Adası’nın güneyindeki 6. parseldeki hukuksuz eylemlerinin karşılığını alan Yunanistan ve GKRY, Türkiye’nin siyasi ve askeri kararlılığı karşısında tavırlarını yeniden belirleme arayışına girdiler. Bunda Türk Silahlı Kuvvetleri ile Özgür Suriye Ordusu’nun 13 Şubat’tan itibaren Afrin’de ivme kazanan ilerleyişleri de etkili oldu. Yunanistan, Türkiye’nin asimetrik savaşta kazandığı tecrübe ile milli savunma sanayinin bu tecrübeye katkısını çok yakından takip eder hale geldi.
ABD’nin 1991’de 1. Körfez Savaşı ile başlatıp Irak’ı işgali ile sürdürdüğü kaos döneminin son bulması gerektiğini artık kabul etmesi gerek. Beyaz Saray›ın bölgeye yönelik politikalarda dizginleri Pentagon'un elinden alması yalnızca Türk-Amerikan ilişkileri açısından değil, küresel dengelerin yerine oturması açısından en hayırlısı olacaktır. ABD›nin terörle mücadele konusunda İngiltere'nin yolunu takip ederek PKK/YPG/PYD saflarında yer alan vatandaşlarını yargı önüne çıkaracak adımları atması da terörle mücadeledeki samimiyetini kanıtlaması açısından fırsat yaratacaktır. Nereden doğup, nasıl yokolduğu belli olmayan, ihtiyaca göre uygun görülen yerde yaşatılıp vakti gelince canlandırılan DEAŞ terör örgütü ile mücadele bahanesinin arkasına sığınarak yürütülen siyasetler bugün iflas bayrağını çekmiş durumda. ABD’nin acilen bu gerçeklerle barışması, Fransa gibi Ortadoğu’da yeniden sınırlar çizme hevesindeki yandaşları ile beraber geçmişin kötü alışkanlıklarından arınması gerekiyor.
Aksi takdirde, terör örgütlerine koltuk değnekliği yapılarak yürütülmek istenen bu siyasetler, Kudüs’ün İsrail’in başkenti olarak tanınma teşebbüsünde olduğu gibi uluslararası toplumun ezici çoğunluğu tarafından reddedilmeye mahkum olacaktır.