Donald Trump’ın ikinci başkanlık dönemi, Amerika Birleşik Devletleri dış politikası ve güvenlik stratejileri açısından yeni bir dönemin kapısını aralıyor. Trump’ın kabine atamaları, özellikle Orta Doğu ve büyük güç rekabetlerinde ABD’nin nasıl bir yol izleyeceğini anlamak için önemli ipuçları sunuyor. Bu anlamda, Trump’ın kabinesindeki isimlerin Amerikan dış politikası açısından ne anlama geldiği, bölgesel ve küresel dinamikleri nasıl etkileyeceği ve Trump’ın ikinci başkanlığı döneminde ABD’nin Orta Doğu’ya yönelik benimseyeceği stratejik yönelimler merak konusu haline gelmiştir.
Trump’ın kabinesine seçilen isimler, dış politikada sert bir dönüşümün habercisi olarak görülebilir. Nitekim onaylanması halinde Trump’ın kabinesinde yer alacak bu isimler arasında en dikkat çekenlerden biri, Dışişleri Bakanlığı’na aday gösterilen Marco Rubio’dur. Rubio, İsrail’e olan güçlü desteği ve İran’a karşı sert politikalarıyla tanınıyor. İsrail’in askeri üstünlüğünü artırmaya yönelik girişimleri ve Gazze’ye yönelik operasyonlarda tam destek sağlama çabaları, Rubio’nun önceliklerini açıkça ortaya koyuyor. Birleşmiş Milletler Büyükelçisi olarak atanan Elise Stefanik de İsrail’in uluslararası arenada korunması ve Filistin yanlısı hareketlere karşı mücadelesiyle biliniyor. İsrail Büyükelçisi Mike Huckabee ise iki devletli çözümü reddeden söylemleri ve İsrail’in aşırı sağ politikalarına olan desteğiyle dikkat çekiyor. Ulusal Güvenlik Danışmanı Mike Waltz ve Savunma Bakanı Pete Hegseth, İran’a karşı askeri operasyonları destekleyen ve İsrail’in güvenliğini önceleyen bir yaklaşımı temsil ediyor. Bu atamalar, Trump’ın dış politikadaki önceliklerini açıkça gözler önüne seriyor: İsrail’in çıkarlarını koruma, İran’ı sınırlandırma ve Orta Doğu’da ABD’nin askeri varlığını güçlendirme.
Trump’ın kabinesiyle şekillenen dış politika, üç temel dinamik üzerine kurulmuş görünüyor. İlk olarak, İsrail’e olan koşulsuz destek, bu dönemin en belirgin özelliği. Trump’ın, önceki döneminde olduğu gibi, İsrail’in Gazze ve Batı Şeria’daki operasyonlarına tam destek vermeyi sürdürmesi büyük olasılık olarak değerlendirilebilir. Özellikle, Marco Rubio ve Mike Huckabee’nin Trump’ın İsrail yanlısı politikalarına liderlik yapması bekleniyor. Bu, Filistin meselesinin daha da göz ardı edilmesi anlamına geliyor. Benzer şekilde Trump’ın 2020’de ev sahipliği yaptığı ‘İbrahim Anlaşmaları’ ismi verilen, İsrail’i devlet olarak tanıtma projesinin Trump’ın ikinci döneminde de tekrar gündeme gelmesi beklenebilir. Söz konusu senaryonun Gazze ve Lübnan’daki İsrail saldırganlığının devam ettiği konjonktürde hayata geçirilmesi zor olmakla birlikte Trump gibi baskıcı bir lider için imkânsız değil.
İkinci olarak, Trump’ın İran’a karşı sert bir strateji izlemesi bekleniyor. Nükleer anlaşmayı yırtıp atan, İran’ın en önemli figürlerinden olan Kasım Süleymani’nin ölüm emrini veren Trump’ın ikinci başkanlık döneminde İran ile müzakerelere geri dönmesi oldukça düşük bir ihtimal. Bu durumun aksine, İran’a yönelik yaptırımların sıkılaştırılması ve bölgedeki nüfuzunun sınırlandırılması, Trump yönetiminin ana hedeflerinden biri olabilir. Üçüncü olarak ise, Çin ve Rusya ile ilişkilerde pragmatik
bir yaklaşım benimseniyor.
Trump’ın “Önce Amerika” politikası, bu güçlerle ilişkilerde kısa vadeli kazançları önceleyerek rekabeti artırabilir. Ancak bu strateji, uzun vadeli istikrarı tehlikeye atabilir.
Trump’ın Orta Doğu politikasında en dikkat çekici unsur, İsrail’in bölgesel entegrasyonunu derinleştirme çabasıdır. İbrahim Anlaşmaları’nın genişletilmesi ve yeni normalleşme süreçlerinin teşvik edilmesi, Trump yönetiminin temel önceliklerinden biri olabilir. Söz konusu normalleşme süreçleri başta Suudi Arabistan olmak üzere Orta Doğu halkları ile arasında uçurum olan rejimler için ciddi bir meydan okuma oluşturabilir. Ayrıca Trump’ın, İsrail’i normal bir aktör olarak bölgesel ve küresel aktörlere tanımaya zorlayan stratejisi, İsrail’in bölgedeki nüfuzunu artırmayı hedeflerken, aynı zamanda Filistin yanlısı ülkelerin tepkisini çekebilir. Yemen konusunda ise Trump yönetimi, insani krizlere odaklanmaktan çok İran’ın etkisini azaltmayı hedefleyebilir. Lübnan’da Hizbullah’a karşı daha sert bir tutum benimsenmesi ve Suriye’deki ABD askeri varlığının devam ettirilmesi, bölgedeki çatışmaların artmasına neden olabilir. Söz konusu politik senaryolar Trump’ın başkanlığı döneminde ABD’nin kriz çözmeye odaklanmayacağı ihtimalini güçlendirmektedir. Aksine Trump’ın ikinci başkanlığı, Orta Doğu’da bölgesel gerilimlerin artacağı bir güç dengesi atmosferini doğurabilir. Trump’ın bu politikalarının uzun vadede ABD’nin bölgedeki müttefikleriyle olan ilişkilerine nasıl yansıyacağı ve ikili ilişkileri nasıl şekillendireceği ise belirsiz. Özellikle İran tehdidi karşısındaki Körfez ülkelerinin ABD ile ilişkilerinin ve Rusya tehdidi karşısındaki Avrupalı aktörlerin ABD ile ilişkilerinin nasıl tesis edileceği merak konusu…
Sonuç olarak Trump’ın ikinci başkanlık dönemi, dış politikada sert ve şahin bir yaklaşımı benimseyeceğini göstermektedir. Kabinesindeki isimler ve bu isimlerin politikaları, ABD’nin İsrail’e olan desteğinin artacağına, İran’a karşı daha agresif bir tutum sergileneceğine ve büyük güç rekabetlerinde daha pragmatik bir yol izleneceğine işaret ediyor. Ancak bu politikalar, bölgesel istikrarı tehdit edebileceği gibi, ABD’nin uzun vadeli çıkarlarını da tehlikeye atabilir. Bütün bu senaryolarla birlikte Trump’ın mad man teorisinde olduğu gibi öngörülemez politikaları hesaba katıldığında, ABD’nin 2025’ten sonra beklenenden bambaşka bir dış politika izleyebileceği de beklenebilir…